Cengiz Kılçer
Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin siyasi düşünce tarihinde, özellikle 1960’lar ve 1970’ler dönemi analizleriyle öne çıkan önemli bir devrimci entelektüeldir. Düşünsel altyapısı, II. Dünya Savaşı sonrasında dünya genelinde ivme kazanan anti-emperyalist ve anti-kapitalist hareketlerin etkisiyle, özellikle de Üçüncü Dünya ülkelerinde yoğunlaşan bağımsızlık ve kalkınma mücadelelerinden ilham alarak şekillenmiştir. Bu yönüyle Avcıoğlu’nun fikirleri, dönemin koşulları ve dinamikleriyle uyum içindedir. Türkiye’nin kalkınma sorununa yalnızca ekonomik geri kalmışlık perspektifinden bakmayan Avcıoğlu, aynı zamanda emperyalizmin yarattığı yapısal bağımlılık ilişkilerini de analizinin merkezine yerleştirir. Bu doğrultuda, devletçilik, planlı ekonomi, dışa bağımlılığın azaltılması ve özellikle bürokrasi, aydınlar ve ordu gibi “ara tabakaların” dönüştürücü rolü, onun politik düşüncesinin temel unsurları arasında bulunmaktadır.
DEVRİMİN ÖZNESİ SORUNU
Avcıoğlu’nun “zinde kuvvetler” adını verdiği toplumsal gruplar, onun devrim stratejisinin ana aktörü olarak ön plana çıkar. Bu kavram, yalnızca orduyu değil; işçileri, köylüleri, gençleri ve hem üniformalı hem de sivil aydınları kapsayan geniş bir siyasi blok anlamına gelir. Kendi ifadesiyle, “İşçisiyle, köylülere kadar, gençliğiyle, üniformalı ve üniformasız aydınıyla zinde kuvvetler” [1] Türkiye’nin bağımsızlık ve kalkınma mücadelesinde temel dönüştürücü güçler olarak konumlanır. Avcıoğlu’nun devrimci stratejisinin temelini oluşturan “zinde kuvvetler” kavramı, yalnızca orduyu değil, işçi sınıfı, köylüler, gençlik ve aydınlar gibi farklı toplumsal kesimleri de içerecek şekilde geniş bir perspektifle ele alınır. Bu bakış açısı, devrimci dönüşümün yalnızca proletaryaya dayanmadığını, aksine farklı sınıf ve tabakaların ortak bir uyumla hareket etmesi gerektiğini vurgulayan bir stratejik anlayışı ortaya koyar. Avcıoğlu’nun bu çok bileşenli devrimci özne tasavvuru, belirli yönleriyle Leninist “işçi-köylü ittifakı” ya da Antonio Gramsci’nin “organik aydınlar” kavramlarıyla “örtüşebilir”. Ancak, “zinde kuvvetler” içinde orduya atfedilen öncül rol, Marksist devrim teorisiyle önemli bir gerilim içindedir.
Zira Marksist kuramda ordu, burjuva devlet aygıtının temel dayanaklarından biri olarak değerlendirilir ve devrimci özne olarak proletaryanın belirleyiciliği esastır. Bu bağlamda, Avcıoğlu’nun devrim anlayışı, Marksist kuramsal çerçevenin dışına taşan, Türkiye’nin özgül koşullarına dayalı, pragmatik ve devlet merkezli bir yaklaşımı yansıtır. Bu yaklaşım, klasik parti teorisinden farklı bir yorum olarak görülse de, TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’a yönelik bir eleştirisinde sosyalizmin işçi sınıfının öncülüğünde kurulması gerektiğine dair vurgusu da dikkat çekicidir. “Şüphe yok ki, sosyalizm işçi sınıfının öncülüğünde kurulacaktır, Aybar bunda haklıdır.” [2] Bu ifade, Avcıoğlu’nun sosyalist teori içerisindeki yerini ve sınıf bilincine atfettiği önemi kavrayabilmek adına dikkate değerdir.
Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin siyasal yapısındaki dönüşüm ihtiyacını değerlendirirken, hem mevcut “cici demokrasi” olarak adlandırdığı liberal temsili sistemi hem de halktan kopuk askerî cuntaları eleştirmektedir. Onun ifadesiyle, “Cunta hikâyesine gelince, halktan kopuk cunta yönetimleri… Çözüm yolu değildir. Türkiye’yi ancak ve ancak, demokratik bir halk iktidarı kurtarabilir. İşbirlikçi sermayenin diktasına, Ecevit’in yaptığı gibi demokrasi etiketini yapıştıramayız. Ecevit gibi biçimle değil özle ilgili olduğumuzdan, halkın diktasına antidemokratik demeyiz. Cici demokrasi şartlarında en ileri iddialı partilerin sandıktan çıkmayı başarsalar hile, sermaye diktasını yıkmakta aciz kalacaklarını bilmezlikten gelemeyiz.” [3] Bu yaklaşım, Avcıoğlu’nun halkçı-devrimci bir çizgide durduğunu, askeri vesayete karşı çıktığını, ancak aynı zamanda mevcut parlamenter sistemin sınırlarını da aşmak istediğini göstermektedir. Biçimsel demokrasiye dair eleştirisini, “iş birlikçi sermayenin diktasına, Ecevit’in yaptığı gibi demokrasi etiketini yapıştıramayız” sözleriyle netleştirir. Dolayısıyla onun demokrasi anlayışı, klasik liberal çerçevenin ötesinde, halk sınıflarının iktidarına dayanan bir halk egemenliği fikrine yaslanır.
Avcıoğlu, doğrudan adını anmasa da V. I. Lenin’in devrim teorisine açık bir gönderme yaparak, bir devrimin yalnızca halkın istemesiyle değil, egemen sınıfların da eskisi gibi yönetemez hale gelmeleriyle mümkün olduğunu ifade eder. Ona göre, “bütün hayatını inandığı bir devrimin gerçekleştirilmesine adayan ünlü bir fikir ve eylem adamı [Lenin], devrim olması için… Egemen sınıfların da, eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve yönetemez duruma düşmelerini gerekli sayar.” [4] Bu yaklaşım, Lenin’in “devrimci durum” analizinin Türkiye bağlamına uyarlanması olarak okunabilir. Avcıoğlu, Türkiye’de egemen sınıfların yönetemez hale geldiğini öne sürerek, bu nesnel krizi devrimci bir müdahalenin zemini olarak değerlendirir. Bu tespit, onun tarihsel konjonktürü yalnızca bir kriz değil, aynı zamanda bir olanak olarak okuma biçimini yansıtır ve Leninist Devrim kuramının izleri görülür.
DEVRİMCİ PARTİ ARAYIŞI
Doğan Avcıoğlu’nun “Devrimci Parti Zorunluluğu” [5] başlıklı görüşleri, onun devrimci stratejisinin temel taşlarından birini oluşturur. Avcıoğlu, devrimci bir toplumsal dönüşümün yalnızca mesleki düzeyde bir örgütlenme ile sınırlandırılamayacağını ve halk güçlerinin esas örgütlenmesinin devrimci bir parti aracılığıyla gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu bağlamda, onun bakış açısına göre devrimci parti; işçi sınıfı, köylüler ve küçük üreticilerin birleştiği merkezi bir yapı olarak devrimci sürecin temel dayanağını teşkil eder.
Avcıoğlu’nun devrimci parti anlayışında, partinin temel görevi yalnızca halkın çıkarlarını savunmak olup, sömürücü kesimlerin menfaatleriyle örtüşmesi asla söz konusu olmamalıdır. Devrimci parti, halk güçlerinin temsilcisi konumunda bulunurken, bu güçler arasındaki dayanışma ve bütünleşme, toplumsal dönüşüm sürecinin başarıyla tamamlanabilmesi açısından hayati bir rol üstlenir. Bu çerçevede, parti içinde tesis edilen birliğin, halkın egemenliğini güçlendirmeye yönelik bir araç olarak konumlandırıldığı görülmektedir.
Avcıoğlu, devrimci partinin sağdaki partilere karşı katı bir duruş sergilemesi gerektiğini belirtir. Sağ partiler, ulusal kurtuluş devrimini yok etme amacını güderken, sol partiler bu devrimi ileriye taşımak amacı güder. Ancak, sol partilere geniş faaliyet alanı tanınması gerektiğini savunur, çünkü bu partiler devrimci sürecin ilerlemesine katkı sağlayabilecek potansiyeli taşır. Burada önemli olan, ideolojik doğruluğun ve devrimci amacın korunmasıdır.
En önemli vurgulardan biri de devrimin ideolojik temeline dayanır. Avcıoğlu, devrimci partinin, sınıfsal ve ulusal gerçekleri ön planda tutarak, devrimin ideolojisini bilimsel bir temele dayandırması gerektiğini ifade eder. Devrimci ideolojinin kitlelere benimsetilmesi, devrimin en büyük güvenliğidir. Devrimin başarısı, halkın sağlam bir ideolojik eğitimden geçmesiyle sağlanır; çünkü fikirler kitleye mal olduğu ölçüde, devrimin maddi gücü ve etkinliği artar. Bu ideolojik eğitim, halkın bilinçlenmesi ve toplumsal dönüşümün kalıcılığının sağlanması için temel bir unsurdur.
ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ
Doğan Avcıoğlu’na göre Türkiye’de kapitalist üretim tarzı, dışa bağımlılık, eşitsiz gelişme ve toplumsal huzursuzlukla iç içe geçmiş bir yapıdır. Bu nedenle bir Ulusal Kurtuluş Devrimi, yalnızca bir anti-emperyalist mücadele değil, aynı zamanda bir sınıf mücadelesi olarak da değerlendirilmelidir. Avcıoğlu bu yaklaşımını şöyle açıklar: “Kapitalizm, büyük arazi sahiplerinden komprador burjuvaziye… kadar uzanan dışa bağlı en geri güçlerin toplumsal düzeni demektir… Bir Ulusal Kurtuluş Devrimi yalnızca bir ulusal sorun değildir, aynı zamanda sınıfsal bir sorundur.” [6] Bu görüş, Kemalist modernleşme hedeflerinin gerçekleşmesi için kapitalist yapının değil, onun kırılmasının gerekli olduğu fikrini öne çıkarır. Böylece Avcıoğlu, ulusal bağımsızlık ile sınıfsal devrim arasında bir kopmaz bağ kurar; devrimci çözümlemeyi sadece ekonomik değil, aynı zamanda tarihsel ve siyasal bir zorunluluk olarak temellendirir.
Ulusal Kurtuluş Devrimi ancak halkın iktidarı altında başarıya ulaşabilir. Bu halk iktidarı, yalnızca siyasal bir dönüşümü değil, aynı zamanda ekonomik yapının da kökten değiştirilmesini zorunlu kılar. Avcıoğlu şöyle yazar: “Bir halk iktidarının, toprak devrimini yaparak ve dış ticaret, bankacılık, büyük sanayi gibi ekonominin kilit noktalarını topluma mal ederek… tam bağımsız Türkiye’yi en kısa sürede kuracağına inanıyoruz.” [7] Bu yaklaşım, hem devrimci bir kalkınma modelini hem de sınıfsal bağımlılık ilişkilerinin çözülmesini içerir. Atatürk’ün “çağdaş uygarlık” hedefiyle uyumlu görülen bu yapı, özel sermayenin çıkarlarından arındırılmış, halkçı ve planlı bir ekonomi temelinde inşa edilmelidir. Böylece Avcıoğlu, Kemalist modernleşmeyi yalnızca bir kültürel değil, aynı zamanda yapısal ve sınıfsal bir dönüşüm süreci olarak yeniden tanımlar. Avcıoğlu’nun düşüncesinde halkçılık ile sosyalizm arasında bir kopuş değil, tersine tarihsel bir süreklilik vardır. Ona göre, Kuvayı Milliye hareketi yalnızca bir ulusal direniş değil, aynı zamanda halk sınıflarının egemenliğini hedefleyen bir siyasal projedir. Bu bağlamda şöyle yazar: “Kuvayı Milliyetçiler kurtuluşu Halkçılıkta görüyorlardı. Halkçılık, kapitalizme, ağa ve eşraf idaresine karşı olması, doğrudan doğruya çalışan sınıfların iktidarı ele alması demekti. Bugün bu görüşün adına Sosyalizm diyoruz. Halkçılık da diyebiliriz.” Bu yaklaşım, sosyalizmi yabancı değil, Türkiye’nin tarihsel dinamikleri içinde filizlenmiş yerli bir kalkınma ve kurtuluş stratejisi olarak değerlendirir. Avcıoğlu, sosyalizmin, Türkiye için tek kurtuluş yolu olduğunu vurgular. Ona göre, sınıfsız ve barış içinde bir toplum hedefi, ancak kapitalist olmayan bir gelişme yolunun seçilmesiyle mümkündür. Sosyalizmi bu bağlamda, yalnızca ekonomik bir düzenin değişimi olarak değil, toplumsal eşitliğin sağlanması için gerekli bir devrim olarak değerlendirir.
SONUÇ
Avcıoğlu’nun düşüncesinde sosyalizm, Türkiye için yalnızca bir ekonomik sistem değişikliği olmaktan öte, toplumsal eşitlik ve özgürlüğün sağlanması için zorunlu bir dönüşüm olarak değerlendirilir. Sosyalizm, kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı duran ve halkın egemenliğini esas alan bir toplumsal düzeni hedefler.
Avcıoğlu’nun düşünsel mirasını ve günümüzdeki önemini değerlendirmek, yalnızca bir makaleyle sınırlandırılamayacak kadar geniş bir konudur. Fikirleri, geçmişin bir figürü ya da tarihsel bir yansıma olmanın ötesinde, bugünün toplumsal ve siyasal mücadelelerine esin verebilecek bir entelektüel miras olarak ele alınmalıdır. Bu entelektüel miras, doğrudan çözümler sunmaktan ziyade yol gösterici ilkeler sunar ve tarih bilincini güçlendirme işlevi görür. Avcıoğlu’nun yaklaşımı, devrimci bir perspektifle toplumsal yapıları ve dinamikleri irdeleyerek eleştirel bir tarih görüşü kazandırır.
Onun devrimci perspektifi sadece geçmişi anlamada değil, aynı zamanda mevcut toplumsal yapıları eleştirip dönüştürmede de önemli bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda, Avcıoğlu’nun entelektüel mirası, tarihsel bilincin derinleşmesi ve eleştirel düşünme pratiklerinin geliştirilmesi açısından günümüzde de kıymetli bir kaynak olmaya devam etmektedir.
NOTLAR
[1] Doğan Avcıoğlu, “Eski ve Yeni Türkiye”, Yön, 03 Ekim 1962
[2] Doğan Avcıoğlu, “Sosyalizm Tartışmaları: Bir Sosyalist Stratejinin Esasları”, Yön, 14 Ekim 1966
[3] Doğan Avcıoğlu, “Ordu ve Ecevit”, Devrim, 11 Ağustos 1970
[4] Doğan Avcıoğlu, “Egemen Sınıflar”, Devrim, 17 Şubat 1970
[5] Doğan Avcıoğlu, Devrim Üzerine (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1971)
[6] Doğan Avcıoğlu, “Ulusal Kurtuluş Devrimi”, Devrim, 10 Kasım 1970
[7] Doğan Avcıoğlu, “Aşırı Uçlar”, Devrim, 29 Aralık 1970