Direnişin ve umudun çiçek açtığı ülke: Portekiz

Dergi Gündem Sayı 30 (Mayıs-Haziran 2025)

Hande Durna

İstanbul’dan Lizbon’a gitmek; çok iyi tanıdığım ama yıllardır görüşmediğim bir arkadaşıma gitmek gibiydi. Soluduğum havanın, yürüdüğüm yolların, karşıma çıkan binaların, denizin, rastladığım ne varsa hepsinin yarattığı ise tanıdık bir kapıyı çalmış, orada hiç yabancılık çekmeden konukluk etmişim gibi bir histi… Ülkenin diğer kentlerine, köylerine de gitseydim aynı hisse sahip olacağımdan neredeyse eminim. Bu düşüncemde tipik iki Akdeniz ülkesinden bahsediyor olmamız gibi çok bilinen bir doğru kadar siyasi tarih ve özelde komünist hareketin tarihi bağlamında da pek çok benzerliklerin olması, Türkiye’nin bugününün ise Portekiz’in yakın geçmişine şaşırtıcı derecede benzemesi de çok etkili.

Geçtiğimiz yüzyılın başlarında ülkemiz dünya savaşı sonrası Kurtuluş Savaşı’na ve arkasından cumhuriyetin kuruluşunu yaşadı. Portekiz ise kısa bir cumhuriyet deneyiminin arkasından yaşanan askeri darbe döneminde dünyadaki ekonomik bunalımın Portekiz’deki yansımalarını karşılayarak yıldızı parlayan António de Oliveira Salazar’ın adım adım diktatörlüğe giden yükselişine tanıklık etti.

Salazar iktidarı boyunca, Estado Novo (Yeni Devlet) olarak adlandırılan dönemi, siyasal ve sendikal örgütlenmenin manipüle edilmesi, edilemediği durumlarda yasaklanması; tüm muhalif kesimlerin bastırılması, özgürlüklerin kısıtlanması, yeri geldiğinde seçimlerin Salazar’ın istediği kılıfa uydurulması, anayasanın değiştirilmesi vb. olarak özetleyebiliriz. Bu kısa özet bile Türkiyeli okurların kafasında pek çok şey canlandıracaktır. Nihayetinde “diktatörler her zaman kaybeder” sözü Portekiz için de gerçek oldu. Darbe hükümetindeki maliye bakanlığını da düşündüğümüzde 1920’lerin sonlarından 1968’e kadar fiilen ülkeyi Salazar yönetti. 1968’de rahatsızlandığında ise görevi Marcelo Caetano devraldı. Özellikle Salazar dönemi sonrası büyük bir zayıflama yaşayan diktatörlük 25 Nisan 1974 tarihinde gerçekleşen Karanfil Devrimi ile sona erdi.

24 Nisan 1975 gecesi ayaklanmanın ilk işareti olan Portekiz’in o yılki Eurovizyon şarkısı olan “E Depois do Adeus” radyodan çalınmaya başladığında on yıllardır ülkeyi karanlığa teslim eden diktatörlüğü tarih sahnesinden silip atacak olanlar ikinci sinyal olan “Grândola, Vila Morena” şarkısını bekliyorlar. Devrim, askeri bir ayaklanma olarak başlıyor, halkın katılımı ile ete kemiğe bürünüyor. Sokakları dolduran halkın askerlere sunduğu karanfiller, devrime de ismini veriyor.

DEVRİMİN KIZIL RENGİ

Salazar dönemi, sadece diktatörün kurduğu baskıcı, sömürgeci düzen ile değil bu ağır koşullarda varlığını devam ettiren direniş hareketlerinin, özelde de komünist hareketin tarihi ile de anılmayı fazlasıyla hak ediyor.

Portekiz Komünist Partisi’nin kuruluşu 1921’e, Salazar dönemine yol açan askeri diktatörlük döneminin de öncesine dayanıyor. Bazı dönemlerde yeniden kuruluş ihtiyacı hissedilse de PKP, bugüne kadar sürekliliği sağlıyor. 1931 yılında çıkartılmaya başlanan Avente! on yıl boyunca düzensiz bir şekilde çıksa da 1941’den 1974’e kadar illegal koşullara rağmen aksatılmadan çıkartılıyor.

Salazar döneminde düzen içi unsurlardan komünist harekete kadar bir dizi muhalefet/direniş odağı mevcut. Diktatörlük dönemi boyunca kimi sokak eylemleri görülse de daha yaygın olarak illegal koşullarda birebir örgütlenmenin öne çıktığı, işyeri örgütlenmesi ve grev hedefli çalışmalarla sınıf örgütlenmesinde süreklilik sağlamanın hedeflendiğini görüyoruz. Yine bu dönemde özellikle Portekiz Komünist Partisi için örgütlenmenin en önemli araçlarından birinin yayın dağıtımı olduğunu biliyoruz. Öyle ki Portekiz Komünist Partisi’nin tarihi, o dönemde yayıncılığın bedelini hapis, işkence ve ölüm ile ödeyen unutulmaz devrimcilerle bezenmiş. Evlerde veya işyerlerinde kamufle edilmiş baskı makinaları ile basılan yayınların yanında cezaevi koşullarında çıkartılan yayınları görmek de aslında komünist hareketin en ağır koşullarda bile sürekliliğini sağlamakta ve örgütlenmekte ısrar etmesinin ne kadar önemli olduğunun çarpıcı bir örneği.

İllegalite koşulları, Naziler’in ve Mussolini’nin istihbarat servisleri ile yakın ilişkide olan ve CIA’den işkence eğitimleri alan PIDE (Portekiz gizli polisi)’nin yoğun takibi ile açığa çıkan ilişkiler; gözaltı, tutukluluk ve işkence süreçleri, kayıplar… Öte yandan toplumun bütününe yayılmış korku ve umutsuzluk ile mücadele. Bu elverişsiz koşullara örgütlülük, süreklilik ve inat ile karşı koyan komünistler…

Son derece az sayıda kadro ile yürütülen bu mücadele meyvelerini Karanfil Devrimi ile veriyor. Salazar’ın ölümü, sömürgelerdeki bağımsızlık mücadelesi ve Portekiz ordusunda sömürge politikalarına karşı hoşnutsuzluk 70’li yılların başlarında bir araya geliyor ve en nihayetinde ordudaki genç subayların bir kıvılcımı ile başlayan hareket geniş halk yığınlarında karşılık buluyor.

Komünist hareketin devrimin doğrudan başlatan itici gücü olmamasına rağmen bu dönemde çok ciddi bir kitlesellik yakaladığını biliyoruz. Partinin cezaevindeki üyeleri çıkıyor, sürgündekiler yurda geri dönüyor. 1930’larda 38 üyeye sahip olduğu söylenen PKP’nin 1974 devrimi öncesinde bir iki bin üyesi var. Bu sayı Devrim’den hemen sonra 15 bin oluyor. [1] Komünistlerin ülkedeki etkilerinin yanı sıra büyük destek verdikleri sömürgelerdeki gerilla hareketleri başarıya ulaşıyor, Angola, Mozambik ve Gine-Bissau bağımsızlıklarını kazanıyor, 400 yıllık sömürge imparatorluğu sona eriyor. Ayrıca devrim sonrası ülkenin kritik tüm sektörlerinde (ulaşım, madencilik, telekomünikasyon, tarım) kamulaştırma hamlesi başlatılıyor.

DEVRİM SONRASINDAN KARELER

Hem Portekiz sömürgelerindeki bağımsızlık hareketlerinin gelişimi hem kapitalizm karşıtı ekonomik önlemler, hem de komünist hareketinin hükümetteki, sokaktaki ve sendikalardaki gücünün NATO üyesi bir ülkede vücut bulması emperyalistler arasında ciddi bir korku peydahlıyor. Dönemin dışişleri bakanı Henry Kissenger, var olan ABD Büyükelçisinin çok etkisiz olduğunu düşünerek Şili’de ABD’nin yaptığı darbede görev yapmış, darbeyi finanse eden kurumların birinin başında yer almış Franc Carlucci’yi görevlendiriyor. Carlucci o günleri şöyle anlatıyor:

“Geriye dönüp bakıldığında başkanın komünist sempatizanı olduğu, başbakanın komünist olduğu, üst düzey askeri yapının komünistler tarafından kontrol edildiği, işçi sendikalarının komünistler tarafından kontrol edildiği ve hükümetin çoğunun komünist olduğu oldukça açıktır. Portekiz’de çok fazla huzursuzluk vardı ve Portekiz’in komünist olan ilk NATO ülkesi olabileceği hissi vardı. Sokaklarda çok sayıda gösterinin olduğu oldukça gergin bir durumdu. Yani, acilen dikkat edilmesi gereken bir şeydi.” [2]

Carlucci’nin acil dikkat edilmesi gerektiğini düşündüğü konuda bulunan çözümün de çok çarpıcı olduğunu ifade etmeliyim. Aynı dönemde Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin kanatları altında ve Mario Soares önderliğinde Portekiz Sosyalist Partisi kuruluyor. Soares’in Friedrich Ebert Vakfı ile bağlantısı da iyi biliniyor. Aslında Sosyalist Parti’nin geçmişi 1800’lere dayanıyor, diktatörlük döneminde dağılıyor ve yetmişlere kadar çok etkisiz ve sürekliliği yok. Marcelo Caetano’nun ülkeyi yönettiği kısa dönemin sonlarına doğru, yani devrimden hemen önce Almanya’da gizlice yeniden kuruluyor, Soares devrim döneminde etkin rol alıyor. Merkez sağ partilerle beraber PKP’nin ve diğer solun etkisini azaltmak için büyük bir uğraş veren Mario Soares, 85-95 arası iki dönem üst üste cumhurbaşkanlığı yapıyor.

Carlucci yıllar sonra komünistlere karşı sosyalist partinin desteklenmesinin CIA’nin bir stratejisi olduğunu çok açık ifade ediyor. Ayrıca bu stratejiye Kissenger’ı ikna etmek için çok uğraştığını, sonuçta haklı çıktığını, devrimden sonraki iki yıllık “karışıklık” dönemin ardından seçimler sonucunda Soares liderliğinde bir hükümetin kurulduğunu, komünistlerin etkisinin azaltıldığını ve bu sayede Portekiz’in NATO’da kaldığını gayet açık bir şekilde ifade ediyor. [3]

Devrimden sonra ilk seçimler devrimin birinci yılında 25 Nisan 1975’te yapılıyor. Sosyalist Parti %38, Portekiz Komünist Partisi %12 oy alıyor. 1975 sonrasında yaşanan süreçte; Sosyalist Parti’nin iktidarında tarım reform ve devletleştirme yasaları tersine çevrilmeye çalışılıyor. Devletleştirilmiş işletmelerin, bankaların tarım kolektiflerinin ve kooperatiflerin tekrar özelleştirilmesi gündeme geliyor ve sosyo-ekonomik tüm kazanımlar tersine çevrilmeye çalışılıyor ama emekçi yığınların direnci ile karşılaşılıyor. 1985 yılında iktidarda olan Sosyalist Parti ve Sosyal Demokrat Parti hükümeti PKP tarafından adlı adınca karşı devrim süreci olarak adlandırılıyor. [4]

Seçimlere yönelik geliştirilen taktiklerle PKP iktidardan uzaklaşıyor ama toplumsal etkisi kuvvetli bir parti olarak varlığını sürdürüyor. 1983 yılına gelindiğinde yaklaşık 10 milyonluk bir ülkede 200 binden fazla üyeye ve %20 oy oranına, 50 belediye yönetimine sahip. Ayrıca PKAP ülkenin en etkili işçi federasyonunda (Portekiz Emekçileri Genel Konfederasyonu (PEGK) ülkede örgütlü 2 milyon işçinin 1,6 milyonunun örgütlü olduğu konfederasyon) en büyük etkiye sahip. Partinin1985 yılında 45 bin kadın üyesi, 30 bin gençlik örgütü üyesi var. [5]

Burada bir parantez açarak dünya komünist hareketindeki kimi gelişmelerin yansımalarına değinelim. Özellikle Sovyetler Birliği-Çin ekseninde yaşanan tartışmaların ve ayrımların yarattığı dalga İber yarımadasına ulaşıyor. 1964 yılında PKP’den Maocu gruplar ayrılıyor. 70’lerde de Maocu gruplar arasında bu sefer Çin-Arnavutluk ayrışması görülüyor. Troçkist gruplar da ayrı bir kanaldan varlıklarını sürdürüyorlar.

1980’lerde Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve Çin’deki mevcut durum pek çok örgütün referanslarından kopmaları ve yoğun tartışma süreçleri sonucunda amorf/heterojen bir şekilde bir araya gelmeleri ile sonuçlanıyor. Bu oluşumlar yeni toplumsal hareketlerin de memba haline geliyor. Daha az sayıda yapı ise silahlı mücadele gibi kanallardan ilerlemeye devam ediyorlar. Bu tablo Portekiz’de ve siyasi tarih bakımından Portekiz ile pek çok benzerlik taşıyan İspanya’da çok yoğun bir şekilde yaşanıyor.

Ayrıca Portekiz’de devrimden, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne uzanan süreçte radikalizm-reformizm sarkacında salınan hareketlerin varlığı, bu yasallığın dünyanın farklı yerlerinde de gerçek olması açısından çarpıcı bir veri oluşturuyor. 1960’ların sonunda Paris’te kurulan Devrimci Birlik ve Eylem Birliği, devrim öncesinde banka saldırıları, yurtdışında konsolosluklarda soygun vb. eylemler gerçekleştiriyorlar. Bu hareket devrimden sonra ise eylemlerini askıya alıyor.

1975’de Portekiz’de, 1977’de İspanya’da yapılan seçimler, siyasi yelpazenin “en radikal” olarak adlandırılan kesimlerinin de katılımıyla temsili demokrasinin meşruiyetini sağladı. Ama öte yandan komünist partinin ve sosyalist dönüşümlerin karşısında yer alan ve dünün “en radikal”leri de dahil reformist çizgiye kitlesellik kazandıranlar devrimin geriye gidişinin de mimarları oldular. Bu süreç İspanya ve Portekiz’de ortak bir kader şeklinde NATO üyeliğinin devamı ve 80’lerin ortasında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) entegrasyonla devam etti.

DİRENİŞ VE ÖZGÜRLÜK MÜZESİ

Yolunuz Lizbon’a düşerse, yukarıda özetlemeye çalıştığım Portekiz yakın tarihine canlıymışçasına tanıklık etmek isterseniz gitmeniz gereken birinci adresin “Museu do Aljube – Resistência e Liberdade” olduğunu söyleyebilirim.

Salazar’ın iktidarını siyasal, ideolojik ve örgütsel olarak nasıl tahkim ettiğini, zor mekanizmanın nasıl bir mihenk taşı oluşturduğunu görüyor, ülkedeki koşulların yanı sıra Portekiz sömürgelerindeki insanlık dışı tahakküme de tanıklık ediyorsunuz. Bu koşullarda direniş hareketinin komünistler tarafından nasıl örgütlendiğine ve buna karşılık ödenen bedellere “şahit” oluyorum. Fondaki sesler ve zaman zaman müzik o günlere götürüyor. Hücreler arası kurulan iletişim, her çaldığında işkenceye götürülecek bir kişinin habercisi olan telefon, PKP’nin radyosundan yapılan yayınlar, dönemin tanıkları ile yapılmış röportaj kayıtları, değişik dönemlerde hapishanelerde dahil olmak üzere zor koşullarda çıkarılan gazeteler, bildiriler, illegal toplantıları, yayın basımını canlandıran heykeller, direniş şarkıları, koridorları süsleyen şiirler, işkencelerde öldürülen yüzlerce devrimcinin izleri.

Müzenin o ağırlığıyla sarsılarak çıkışa yaklaştığımda çok tanıdık bir marş beni Karanfil Devrimi sergisinin olduğu salona götürüyor: “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!”

Asıl süpriz çıkışa yaklaştığım bölümdeki kütüphanede karşıma çıkıyor. Alvaro Cunhal’ın onlarca kitabının yanında ciltli ve etkileyici bir çizimle parlak kapaklı “Yarın bizimdir yoldaşlar” ile karşılaşıyorum.

Cunhal 18 yaşında komünist partiye katılıyor, uzun yıllar cezaevinde kalıyor, 1960’ta cezaevinden kaçışı sonrasında Parti genel sekreteri oluyor ve Karanfil devrimi ile yeniden ülkeye dönüyor. 30 yıldan fazla süre partiye genel sekreterlik yapan hem cezaevi döneminde hem de devrim döneminde siyasi eserleri kadar, belki de onlardan daha fazla romanları ile iz bırakıyor. 2005’te ölümünün ardından on binlerce insan cenazesine katılıyor.

Müze görevlisi kitabın çiziminin Cunhal’a ait olduğunu söylüyor ve cezaevinde yaptığı çizimlerin olduğu kitapları ve aynı imzayı taşıyan onlarca kitabı gösteriyor. Yıllarca Manuel Tiago olarak bildiğimiz Cunhal’ın güzel çizimi ile “Yarın Bizimdir Yoldaşlar”ı elimde tutarken gülümsüyorum. Müzenin çok etkileyici olduğunu söylediğim görevli, Arjantin’de de bir benzeri olduğundan bahsederken, sizde de var mı bir benzeri diye soruyor. Sinop Cezaevi’ni, Bursa Cezaevi’ni düşünüyorum, Madımak Otel’i, sonra Ulucanlar… Ülke topyekûn müzeye dönüşüyor gözümde.

Ve bu kez ben mırıldanarak çıkıyorum dışarı: “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!”

 

NOTLAR

[1] Yeni Çağ, Şubat 1985, Platformumuz demokratik bir alternatif oluşturuyor, Alvaro Cunhal, sf 33 https://tustav.org/yayinlar/sureli_yayinlar/yeni_cag/yc_85_02.pdf
[2] https://adst.org/2018/06/frank-carlucci-helping-block-the-communists-in-portugal/
[3] A.g.e
[4] Yeni Çağ, Şubat 1985, Platformumuz demokratik bir alternatif oluşturuyor, Alvaro Cunhal, sf 26 https://tustav.org/yayinlar/sureli_yayinlar/yeni_cag/yc_85_02.pdf
[5] A.g.e sf. 32-33

Related Posts