Seçimlerin gösterdiği: Sağcılaşma mı? Liberalizmin krizi mi?

Dergi Gündem Sayı 30 (Mayıs-Haziran 2025)

H. Murat Yurttaş

Hepimiz yaşadıklarımızın çok özgün, çok özel, biricik olduğuna inanma eğilimindeyiz. Tarihin çok özel bir kesitinde yaşadığımızı düşünüyoruz. Kendimizi de önemli saymak peşindeyiz. Bunları açıkça böyle düşünmesek, dillendirmesek veya hiç değilse gizlesek bile karşılaştığımız her olayın bir “özel” ve “büyük” sonucu olmasını bekliyoruz.

Ama çoğunlukla toplumsal yaşantıda yaşanan sorunlar bizden önceki kuşakların yaşadıklarından özleri itibariyle o kadar da farklı değil ya da belki daha doğru bir ifadeyle toplumsal koşullardaki çelişki ve çatışmaların benzerliği ölçüsünde benzer sorunlar ve dinamikler çıkartıyor. Tarihsel olaylar elbette basitçe tekrar etmiyorlar ama iletişim araçlarının özgünlüğü dışında pek çok açıdan tarihsel olaylar arasında benzerlikler görmek işten değil.

Siyasetin bir noktada bu akıntıdan kurtulup kendisine bir akıntı yaratmaya bağlanması gerekiyor. Sol siyaset açısından, öncesi olmakla birlikte mutlak bir sınır anlamına geldiği su götürmediği için, Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist sisteminin çözülmesi bir milat. Çeyrek yüzyılı çoktan geride bıraktığımız bu yeni dönemde etkisizleşen ve devrimlerden çok geriye düşen solun, kuşkusuz olması gereken, arayışları maalesef bu yukarıdaki “insanlık hali” ile sakatlanmış durumda.

Bu arayışların en ‘muzır’ sayılması gerekeni kuşkusuz kimlik siyaseti oldu. Solun maddi üretimden doğan toplumsal ilişkiler ve sınıf mücadeleleri temelli tarihsel maddeciliğini terk etmesine varan bu arayışlar iki sonuç yönünden zararlı sayılmalı.

Birincisi, sınıftan kaçarak kapitalist toplumda devrimci bir potansiyel taşıyan yegâne unsur olan işçi sınıfıyla bağı kopan ya da hiç değilse gevşeyen sosyalist solun devrimcilik iddiasının ortadan kalkması.

İkincisi, işçi sınıfının kaderine terk edilerek düzen güçlerince kuşatılıp içinde barındırdığı yegâne devrimci potansiyelin baskılanmasına ve giderek daha derinlere gömülmesine izin verilmesi.

Bu iki yönlü zarar neticesinde bugün artık işçi sınıfının temsilcisi olmaktan ziyade “toplumsal muhalefet” sıfatı ile hareket eden bir sol var karşımızda. Bu sol üzerinde liberalizm kimlik siyaseti virüsünün ağır etkisi de tartışılmaz bir durumda. Böylece, solun kimlik siyasetinin etkisiyle sosyal demokrasinin etki alanından çıkamadığı ve hatta zaman zaman onun yerini aldığı bir kısır döngü söz konusu.

KAPİTALİZMİN GERİDE BIRAKTIKLARI

Politik doğruculukla sınıf yerine “ezilen” kategorisi üzerinden toplumsal azınlıkların giderek marjinalleştirilmesi, kişisel yaşamların dahi “politik” kılınması ve eşitsizlikleri yaratan toplumsal koşulları değiştirmek yerine sonuçları üzerinden bu eşitsizliklerin çözülmesi yerine yeni eşitsizlikler üretilmesi bu dönemde öne çıkıyor.

Oysa kapitalizm dünya sosyalist sisteminin çözülmesinin ardından vahşi bir yağmaya girişirken “sınırlar kalkacak” avuntusuyla sermayenin hareketlerini neredeyse sınırsız şekilde serbestleştirdi. Buna karşın işçi sınıfının payına “tedarik zincirleri” ile bezeli bir tabloda nitelikli imalat işlerinin üçüncü ülkelere taşınması ile derinleşen krizler ve eşitsizlikler nedeniyle artan nüfus hareketleriyle giderek göçmen, sığınmacı, düzensiz göç eden, mülteci veya hangi sıfatla hitap etmek isterseniz daha düşük ücretlere çalışmaya hazır yabancı işçilerle bozulan bir “işgücü piyasası” düştü.

Esasında modern zamanlarda “Amerikan rüyası” veya “orta sınıf” denildiğinde aklımıza gelmesi gereken Amerikan imalat sanayinde çalışan işçi sınıfı olmalı. Büyük Buhran sonrasında Franklin D. Roosevelt’in “Yeni Düzeni” ile ayağa kalkan esasında emeğiyle geçinen, dürüst şekilde yaşayan ve vergisini veren Amerikan proleterlerine emperyalizmin bir numaralı ülkesinin vaadi bu koşullara karşılık sermayenin egemenliğini kabul etmesi ve her şeye ulaşabileceği bir tüketim zenginliği sağlanmasıydı. Evi, arabası, her türlü eğlence imkânı ve teknolojiye erişimi olan Amerikan işçilerinin zenginliği dünyanın geri kalanı için adeta bir rüyaydı.

Oysa serbest ticaret anlaşmaları sonrasında ABD sermayesi trilyonlarca dolarlık dev şirketler kurarken örneğin bir zamanların otomotiv başkenti Detroit, geçtiğimiz yüzyılın ortalarından sonra gerilemeye başlarken bugün 1950’lerdeki nüfusunun üçte ikisini (1,8 milyondan 600 binlerin biraz üzerine) kaybetmiş ve ancak son yıllarda yeniden ayağa kalkmaya çalışan bir şehir durumunda.

Bu tür örnekleri arttırabiliriz. Ama küreselleşmenin işçi sınıfını, adlı adınca sanayi proletaryasını geriye düşürdüğü su götürmez bir gerçek kuşkusuz. Yine küreselleşmenin beraberinde gelen kuralsızlaşma dönemi işçi sınıfının kolektif ekonomik mücadele pratiğini de bozdu. Ayrıca benzer şekilde artık mücadele edilecek bir sosyalist sistem olmadığına göre devlete yüklenen toplumsal işlevler de budandı. Hulasa, küreselleşme, piyasacılığın mutlak galibiyeti işçi sınıfının ücretlerini eritirken, sosyal programların da kâh koşulları zorlaştırılarak kâh maliyetleri kişilerin üzerine yıkılarak kısılmasıyla yoksullaştırıldığı bir süreç anlamına geldi.

Bu noktada sağın popülist söylemlerle meselenin toplumsal kökenlerinin üzerini örten yabancı düşmanlığı gibi kolay, temel duygulara hitap eden siyasetinin kendisine yer bulması tarihte de ilk değil. Emperyalist rekabetin kızıştığı bir dönemde işçi sınıfını kendi çıkarlarının askeri yapmak isteyen İtalyan, Alman, İspanyol burjuvazisinin faşizme sarılırken benzer motiflerle hareket ettiğini de hatırlıyoruz.

Ama bugün bir iktidar iddiası taşımayı hedefleyen sosyalist solun ayağa kalkmasının yolunun da bu bir önceki dönemden farklı olarak sağı kendi oyun alanında yenmeye çalışmak olmaması için bir neden bulunmuyor.

EMEKÇİLER YÜZÜNÜ NEREYE DÖNSÜN ŞAŞIRDI

Kimlik siyaseti bu açıdan kritik bir eşikte diyebiliriz. Kimlik siyasetine teslim olarak kentli bir marjinalliğe saplanan solun buradan çıkarak yeninden sınıf temelinde siyaset yapmasının önü açılmış görünüyor.

Sosyalist solun tüm dünyada kendisini oy hesaplarına hapsettiği bir dönemden geçiyoruz. Son on yılın dünyanın hangi köşesinde yapılırsa yapılsın her seçimden sonra “sol yükseldi”, “halk yüzünü sola döndü” diye başlayan bir “devrimci öföri”den “amanın sağ geliyor”, “faşizme geçit yok” paniğine uzanan bir salınımda geçtiğini söyleyebiliriz. Oysa ne sosyal demokrasinin iktidara gelmesiyle devrim yaklaşıyor ne de sağcılık özel olarak radikalleşiyor veya İtalyan faşizmi veya Alman nazizminin yerini dolduruyor demek için elimizde bir neden yok.

Son olarak, dünya solunun çeşitli bölmelerinde Donald Trump’ın seçim zaferinin ve Demokratların neden kaybettiği tartışılıyor. Seçim sonuçları üzerinden toplumsal analizler yapıyoruz.

Açıkça görünen husus solun sosyal demokrasinin kuyruğuna takılıp kentli ve eğitimli nüfusun yaşam tarzları üzerinden gidebileceği denizin bitmiş olduğu. Tüm dünyada olduğu gibi ABD seçimlerinde de sonuçları belirleyen esas olarak emekçi kitlelerin ekonomik alandan doğan siyasi talepleri oldu. Geleneksel olarak sendikalar içerisinde güçlü olan Demokrat Parti’nin emekçiler üzerindeki etkisinin küstah bir patron kadar olamadığı görüldü.

Daha seçim gecesinde Demokrat Parti’nin Trump’a karşı kullandığı cahil yığınların hoşgörüsüzlüğü üzerinden geliştirilen “o gelmesin diye” siyasetinin etkisiz kaldığı ve seçim sonuçlarını sınıfsal beklentilerin belirlediği tespitleri yapılmaya başlandı. Demokrat Parti içerisinde de “elitler” ile bağın kesilememesi, örneğin asgari ücret tartışmalarında emekçilerin taleplerinin yerine getirilememesi gibi vurgular dikkat çekiyor.

İŞÇİ SINIFI SAĞCILAŞMIYOR

Ancak gözden kaçırılmaması gereken iki husus var.

Birincisi, işçi sınıfı veya emekçi kitlelerin bu sağ siyasetlerin peşinden gittiğinden daha çok seçim alanını terk ettiği gerçeği. Hiç oy kullanmayanlar Trump’a veya bir başka örnekte ilgili sağ partiye oy verenlerden daha kalabalıklar. Bu açıdan bir sağcılaşmadan değil sosyal demokrasiye sırt dönmek veya hiç değilse ikna olmamaktan bahsetmek daha doğru.

İkincisi ise muhafazakâr veya başkaca gerici ajandaların etkisinin sınırlı olduğu. Örneğin Trump’ın büyük seçim zafer kazandığı eyaletlerde dahi kürtaj gibi çok tartışmalı konularda yapılan referandumların sonuçları çoğunlukla kadınların özgürlüklerinden yana sonuçlandı. Bu da Trump’ın ve onunla birlikte hareket edenlerin siyasi ajandalarının ikna ediciliğinin sınırlarını ya da geniş kitlelerin belirgin bir sağduyuyla hareket edebildiğini gösteriyor.

Bu açıdan bakıldığında işçi sınıfı ve geniş emekçi kitlelerin hem ekonomik hem de toplumsal taleplerinin karşılığını bulma arayışında olduğunu ancak sağ ile aralarındaki ilişkinin de bu arayışta belirli bir pragmatik düzeyin ötesinde kökleşmiş bir halde olmadığını görmek gerekiyor.

Sosyal demokrasinin ikna ediciliğinin en çok gerilediği, kimlik siyasetinin en çok zayıfladığı bir dönemden geçtiğimiz görerek ilerlemeliyiz. Bu açıdan siyaseti seçim sonuçlarının ötesini görecek şekilde, emekçilerin yüzlerini veya artlarını nereye döndükleri üzerine bir fetişizm yerine siyasi taleplerinin nasıl karşılanacağı, nasıl ayakları üstüne oturtulacağı, nasıl bir mücadele programı ile örgütleneceği üzerine düşünmek lazım.

Mesela, muhafazakâr, gerici bir proje ile “aile yılı” ilanına karşı müteahhitlerin karları için küçük apartman kutularını mutluluk diye pazarlayan AKP iktidarına karşı liberal bir aile düşmanlığını mı öne çıkartacağız yoksa ailenin çekirdek ölçeğine küçültülmesinin en çok yoksulları ve bakıma muhtaç kesimleri vurduğunu, kapitalizmin bu tercihlerinin toplumsal sonuçlarının ağır olduğuna gözümüzü açarak toplumun geniş kesimlerinin gerçek sorunlarına yönelik bir program mı ortaya koyacağız?

Emekçileri yalanlara terk mi edeceğiz, gerçeklerle örgütleyecek miyiz? Gözüken 35 yılda sosyalist doğuyla bütünleşmeyen Almanya’da, eşitsizliklerle mücadeleyi eşitlik talep eden kimlikleri göze sokmakla yetinen bir teşhircilikle sınırlayan “woke” (farkındalık) kültürüne isyan noktasına gelinen Amerika’da esas olanın sağın yükselişi değil, kimlik siyasetinin batışı olduğunu gösteren çokça işaret var.

Related Posts