Söyleşi

Zafer Aydın ve Cihangir Köse ile Söyleşi: İşçilerin Haziranı

1- Öncelikle, doğrudan filminiz ile başlayalım. Türkiye’de gerçekleşmiş en büyük işçi direnişi olarak ele alınan, 15-16 Haziran 1970’te gerçekleşen direnişi konu ediniyorsunuz ‘’İşçilerin Haziranı’’ filminde. Bu direnişi tarihe geçiren ve sizin de kapsamlı ve nitelikli değerlendirmelerinize dayanak hale getiren husus nedir? Yalnızca iki gün sürmüş bir direniş nasıl bu kadar etki yaratabilmiştir?

Cihangir KÖSE: Film süreci Zafer’in kitabıyla başladı. Zafer, ben ve Nesrin üçümüz lise yıllarından arkadaşız. Daha önce de birkaç belgeselde beraber çalıştık. 10 Ekim’de katledilen bir arkadaşımızın hikayesini anlatmıştık. Orada Nesrin ile ben çalıştık, Zafer yardım etti bize. Sonra Kavel Direnişi ile ilgili Zafer’in kitabını belgesel yapmıştık. Orada Melih ve Zafer’le çalıştık. Nesrin de yine bu çalışmanın içinde yer aldı. Bu sefer Nesrin’i de bu işin içerisine dahil ederek üçlü bir sac ayağı oluşturduk. 

Yola çıkışımız kitaptı. Tabi handikapımız da buradaydı, 1000 sayfalık bir kitaptan seyredilebilecek bir şey çıkarmamız gerekiyordu. Yani insanlar oturduklarında böyle bir belgeseli bir saatten fazla izlemezler, 45 dakika ya da bir saat olsun, hem de güzel bir iş olsun istedik. Yöntemimiz de belliydi, kitabı merkeze alacaktık. Kitabın adı “İşçilerin Haziranı”, bizzat direnişi yaşayan insanların tanıklıklarıyla anlatılmış. Kitapta böyle bir kurgu vardı. Dramatik bir kurgu vardı. Biz bu dramatik kurguyu belgesele aktarırsak başarılı oluruz dedik. Senaryo taslağını Zafer yazdı, sonrasında birlikte üzerinden geçtik ve film çekim sürecine başladık. Film çekimi şöyle bir süreçti; biz röportajları yaptık, tabii burada her şey imece usulü, hiçbir bütçe oluşturmadan, tamamen kendi emeklerimizle, cebimizden koyduğumuz paralarla, kimseden beş kuruş para almadan gerçekleşen bir süreç. Bir arkadaşımızın fotoğraf makinasını alıp, ondan sonra BirGün gazetesinin, çeşitli toplumsal örgütlerin mekanlarını, müsait olan kafeleri, kitap evlerini kullanıp röportajlarımızı yaptık. 

Burada handikapımız şuydu:  Zafer’in kitap yazdığı dönemde hayatta olan insanlardan bazıları yaşamlarını yitirdiler. Bu da aslında bizim belgeseli biraz eksik bıraktı. Mesela Adem Karabaş, ondan sonra Hamit Şimdi gibi. Bu arada bir pandemi süreci vardı kitaptan sonra, pandemi süreci içerisinde biz harekete geçtik ama bu süreçte bizi zorlayan şey görüşeceğimiz insanlar yaşlı oldukları için evden çıkamıyorlardı. Bu tür eksikliklere rağmen biz filmi tamamladık. Filmde Erdal Güney müzikleri yaptı. Ayşe Lebriz Berkem adlı bir,oyuncu arkadaşımız seslendirme yaptı. Mustafa Bilgin karikatürleri çizdi. Onların animasyonlarını yaptık. Fahrettin Engin Erdoğan filmdeki canlandırma çekimlerinin, kurgularını yaptı ve burada gönüllü olarak birçok arkadaşımız geldi. Günlerini ayırdılar, oynadılar. Bir arkadaşımız fabrikasını açtı, onun fabrikasında çekim yaptık. Bir arkadaşımız bürosunu açtı, orada montajını, kurgusunu yaptık vesaire. Böyle bir süreç sonunda filmi çıkardık. 1 Nisan’da da galasını yaptık. 

Sonuçta, mutluyuz. Kitaptaki o hikayeyi geçirdik. Var olan, gözümüzde canlandırdığımız dramatik yapıyı filmde de yakalamaya çalıştık ve yakaladık sanırım. Filmin teknik kusurları var ama azaltıp minimuma indirdik ve böylece piyasaya çıkardık. Böyle bir süreç, yani tamamen gönüllü çeşitli disiplinden arkadaşların gönüllü katkılarıyla ortaya çıkmış bir süreç. 

Zafer AYDIN : Lise döneminden arkadaşız derken arkadaşlığımız mahalle arkadaşlığı ya da okul arkadaşlığı değil, ‘’yolumuz işçi sınıfının yoludur’’ diyen liseli gençlik örgütlenmesinin içerisinde yolumuz kesişti. Arkadaşlığımızın arka planı, 45 sene önce ‘’yolumuz işçi sınıfının yoludur’’ diyerek kesişti ve 45 sene sonra sınıfına ilişkin bir film söz konusu olduğunda yan yana geldik ve birlikte bu işi kotardık. 

Cihangir KÖSE: Ayrıca mesela bizim bir seri projemiz vardı. Mesela bir Singer projemiz vardı yine Zafer’in kitabından esinlendiğimiz, Singer Direnişi, Kavel Direnişi ve 16 Haziran’ı ele aldığımız bir seri. Buradaki hikayelerin anlatılmasının önemi de çok büyük. Keşke geniş kitlelere bu film ulaşsa ve geniş kitlelerin seyredebileceği mecralar olsa. Bu hikayeleri anlatmak bir yandan da ‘’cesaret bulaşıcıdır’’ sözüne benziyor, birilerinin bu hikayeleri anlatması gerekiyor. Biz de bunu yapmaya çalıştık, görselleştirerek anlatmaya çalıştık. 

Zafer AYDIN: Genel olarak insanlar okuma heyecanını kaybettiler. Yani eskiden olduğu kadar böyle büyük bir susamışlık içerisinde bir okuma yok. Okuma alışkanlığının bu kadar düşük olduğu bir yerde kitap ne kadar başarılı olursa olsun ulaşamayınca, özellikle de muhataplarına, işçilere ulaşmayınca bir anlam ifade etmiyor ve kendi sınırları içerisinde kalıyor. Ancak film başka bir mecra yaratıyor. Daha fazla sayıda insana ulaşma imkanı sağlıyor, hem de film kitaptan anlatılandan daha tematik vurgular üzerinden daha kalıcı bilgiler aktarabiliyor. O açıdan belgesel, aynı zamanda bir geçmişin bilgisini, özellikle işçileri anlatma konusundaki ısrarımızın da bir parçası.

2- Bu büyük direnişin sonrasında, bir yenisinin meydana gelmemesini veya gelememesini nasıl değerlendirirsiniz? Bu büyük direnişi ortaya koyan işçi sınıfı nasıl bu kadar geriye çekildi?

Zafer Aydın: Gelmemesi ya da gelememesi kısmı bana çok doğru bir tespit olarak gelmiyor. 15-16 Haziran, Cumhuriyet tarihinin o zamana kadarki en kitlesel eylemiydi, en militan eylemlerinden biriydi. Arkasında 60’lı yıllar boyunca işçi hareketinin geliştirdiği mücadele deneyimlerinin, örgütlenme pratiklerinin,  işyeri işgallerinin içinde mayalanmıştı ve bütün bunların bir üst aşaması olarak bu eylem ortaya çıktı. 

Ama mesela 89 Bahar Eylemleri de işçi sınıfı tarihi açısından önemli bir eylemdi. 15-16 Haziran’dan daha kitleseldi çünkü 15-16 Haziran, o dönemin önemli iki sanayi merkezi olan İstanbul ve Kocaeli’de gerçekleşmişti ama 89 Bahar Eylemleri 600.000 kamu işçisinin tıkanan toplu iş sözleşmesi görüşmeleri nedeniyle gündeme gelmişti. Bu eylemler yurdun pek çok yerinde, kamuya ait fabrikaların olduğu pek çok ilde oldu. Daha yaygındı, sayısal olarak daha kitleseldi diyebiliriz. O nedenle de bir daha olmadı kısmına itiraz ediyorum. 

 

Gezi’yi de aslında 15-16 Haziran gibi bir eylem olarak düşünmek lazım. Tabi 15-16 Haziran’da sınıf kimliği çok öndeydi. Gezi’de sınıf kimliği önde değildi ama sınıf kimliği Gezi’de hiç yoktu diyemeyiz. Çünkü beyaz yakalı emekçiler vardı. Onlar bu eylemin gezi önemli unsurlarından biriydi. Hatta hatırlıyoruz, ‘’gündüz işte gece direnişte’’ sloganı atılıyordu. O nedenle Gezi’nin, 15-16 Haziran’ın, 89 Bahar Eylemleri’nin ortak noktası nedir diye soracak olursanız; eylemlerin ortak noktası ‘’biz varız’’.

 

Benim hangi sendikaya üye olacağıma patron karar veremez, devlet karar veremez, 15-16 Haziran’ın arka planı budur, ben karar verebilirim. Gezi ise benim nasıl yaşayacağıma, nasıl bir yaşam tarzına sahip olacağına devlet karar veremez, yönetenler karar veremez, cumhurbaşkanı, başbakan karar veremez, ben karar verebilirim vurgusunu içermektedir. Her ikisinin ortak noktası ‘’biz varız’’ ve bizi hesaba katmadan adım atamazsınız itirazlarıydı, direnişleriydi. Bu açıdan, 15-16 Haziran dönemin o da o tarihe kadarken kitlesel eylemdi ama arkasından 89 Bahar Eylemleri ve Gezi de geldi. Böylelikle, Türkiye işçi sınıfının, Türkiye’nin sosyal ve siyasal tarihinin kitlesel üç büyük direnişinden söz edebiliriz. 

3- Bugün sendikal harekette ve toplumsal siyasette yaşanan tartışmalar için, o günlerden bugünlere bakarak nasıl bir cevap verebilirsiniz? O dönem olup da şu an olmayan nedir?

Zafer AYDIN: 15-16 Haziran dönemin özelliklerine baktığımızda, 1960-80 arasındaki dönemi Türkiye’nin sosyal ve siyasal tarihindeki en özgün dönem. İşçi hareketi açısından da bir anlamda altın çağını yaşayan bir sınıf hareketi mevcut. Burada dört tane temel faktör var belirleyici olan. Birincisi, o dönemin koşulları içerisinde baktığımızda ciddi bir aydınlanma ve uyanış dönemi yaşanıyor Türkiye’de. 27 Mayıs öncesinde baskı altına alınmış, yasaklanmış düşünceler 27 Mayıs sonrasında buldukları kısmı demokratik ortamda çiçek açar gibi her tarafta açmaya başlıyorlar. Telif ve çeviriler ile birçok kitap yayınlanıyor, tiyatroya, şiire ilgi artıyor. Yani ciddi bir biçimde bir toplumsal uyanış dönemi ortaya çıkıyor. Zafer Üskül Hoca bu uyanış dönemini Türkiye’nin  ‘’İkinci Aydınlanma Dönemi’’ olarak tarif ediyor. Birinci Aydınlanma Dönemi,  İkinci Meşrutiyet sonrasında ve onun odağında ulus devlet fikri var. İkinci Aydınlanma Döneminin odağında ise sınıf meselesi ve sosyal devlet vurgusu var. O dönem yayınlanan bütün şiirlerde, romanlarda, öykülerde, tiyatrolarda sınıfsal çelişkiler anlatılıyor. Eşitsizlikler anlatılıyor, yaşanan adaletsizlikler anlatılıyor ve bütün toplum bu durumdan nasıl etkileniyorsa işçi hareketi de aynı şekilde etkileniyor.

İşçilerin etkilenmesinde iki tane önemli kurumsal yapı da etkili oluyor:  Bir tanesi Türkiye İşçi Partisi,  öbürü de DİSK. Aydınlanma dönemi ile birlikte işçilerin düşüncelerinde önemli niteliksel dönüşümler yaşandı. Tabi bu niteliksel dönüşümler yaşayanlar sınıf içerisinde bir çoğunluğu oluşturmuyor ama bu niteliksel dönüşümü yaşayanlar, sınıfın öncü unsurları olarak ortaya çıkıyor. Temsilci olarak görev alıyor, sendikada  yönetici oluyor.  Dolayısıyla bu aydınlanma dönemi sınıf hareketine bir kadro hareketi armağan ediyor. İkinci faktör,  bir hak arama bilincinin gelişmesi oluyor. Hak arama bilinci özellikle 1963 Kavel Grevi’nden sonra hak arama bilince çıkıyor, hak arama temelli mücadele pratikleri gelişiyor. Üçüncü faktör, 60’lı yıllar çok hızlı bir politizasyon dönemi. Orada da iki tane  faktör var. Bir tanesi parti üyeliği aracılığıyla politizasyon. Az önce de söylediğimiz gibi, mesela TİP üyesi olan insan işçiler çok değil ama TİP üyesi olan işçiler öncü işçiler. 

Bu dönemde işçiler, sendika aracılığıyla siyasete müdahil oluyorlar. Mesela 15-16 Haziran, sonuçları itibariyle işçilerin siyasete müdahalesidir. Ama  1976’daki DGM Direnişi, doğrudan bir politizasyon ve politikleşme sonucundaki bir eylemdir. Çünkü 15-16 Haziran’da işçiler sendikal hak ve özgürlüklerini savunma amacıyla eyleme çıktılar ama DGM Direnişi’nde böyle bir şey söz konusu değildir. Doğrudan, demokrasiyi savunmak üzere harekete geçilmiştir.

15-16 Haziran’da şunu da görüyoruz;  İstanbul ve Kocaeli’de en çok oyu alan parti Adalet Partisi. İşçilerin de büyük bir kısmının bu partiye oy verdiğini o dönem yayınlanan anketler gösteriyor. Ama aynı işçiler 15-16 Haziran’da ‘’ata binmiş eşekler, millet sizden ne bekler’’ diye çıkıp yürüdüler. Dolayısıyla bu politikleşme ve üçüncü olarak militanlaşmadan söz edebiliriz. Militanlaşmanın da en önemli göstergesi, işyeri işgalleri ve tabii devamında da 15-16 Haziran. O günün koşulları belirleyen bu dört olgu var. Kategorik olarak bunları anlatırken belki birbirinden ayırıyoruz ama aslında süreç olarak birbirinden ayrılmış süreçler değil. İç içe geçmiş, birbirinden beslenen, belki eş zamanlı olarak ortaya çıkabilen süreçler. 

Bugüne baktığımızda ise bugün bahsettiğimiz aydınlanma süreci tamamen tersine dönmüş vaziyette. 12 Eylül ile birlikte toplumun sanatla, kültürle, edebiyatla, siyasetle bütün ilgisi ve bağı kesildi. İki tane kanal toplumun önüne açıldı. Bir tanesi lümpenleşme, bir tanesi de dincileşme. Şu anda lümpenleşme ve dincileşme sürecinin sonuçlarını yaşıyoruz. İkincisi hak kavramı ortadan kalktı. Artık bir lütufçu, sadakacı bir dönem var. İşlerin büyük bir kısmı bile çalıştığı iş yerine ekmek kapısı olarak görüyor, patronunu kendisine ekmek veren diye görüyor, aldığı ücreti ekmek veriyor bana diye bakıyor. Dolayısıyla, zihinlerden hak kavramı çıktı. Eşitlik fikri çıktı, adalet fikri çıktı, politizasyon geriledi, çok geriledi ve bugün o dönemde var olan bağımsız, devrimci sendikacılık etkinliğini ve gücünü kaybetti. Yerine iktidarın denetimi ve kontrolü altında olan vesayet altındaki sendikalar yerleşti. Dün ile bugün arasındaki fark da belki bu, böyle bir fotoğraf ortaya koymak mümkün. 

Cihangir KÖSE: Fabrikalar, işçiler için bir üretim dinamiği olmaktan çıktı. 

Zafer AYDIN : Bu durum, sınıfın kollektif eyleminin temelini zayıflatan ögelerden biri ama tamamen ortadan kaldırmıyor. Dün eyleme geçen işçinin kollektif eyleminin temelinde ortak çıkarlar yatıyordu. Bugün ortak çıkarlar yatıyor ama bugün bu ortak çıkarları bilince çıkarma düzeyi biraz zayıflamış vaziyette.

4- Yoğun bir seçim dönemi geçirdik. Bu seçim sürecinde işçi sınıfının rolü neydi, ne olmalıydı? Sınıfı bu süreçte nerede gördük, aslında nerede görmeliyiz?

Zafer AYDIN: Seçim döneminde işçi sınıfı nasıl olabilirdi? Aslında seçmen olarak önemli bir ağırlığı oluşturuyor. 14 milyon civarında sanıyorum sigortalı çalışan var, eşlerini, çocuklarını da hesaplarsak aslında toplumun neredeyse seçmenlerin yarısı işçi ailelerinden oluşuyıor. İşçi kavramını da ücretler kategorisi içerisinde değerlendirip kamu çalışanlarını da memurları da taşeron çalışanları ayırmaksızın ücret karşılığında çalışan herkesi hesaba katarak söylediğimizde önemli bir seçmen kitlesi meydana çıkıyor. Ama bu seçmen kitlesi kaç seçimdir gücünü ve varlığını hissettiremiyor; ne oy desteği açısından sendikal örgütlenmelerle siyasete müdahale açısından. 

Oysa şöyle örnekler var: Mesela 91 seçimlerinde ANAP’a karşı Türk-İş ‘’İşçi düşmanı ANAP’a oy yok!’’ kampanyası yaptı. Bunu hem 89 yerel seçimlerinde yaptı hem de 91 genel seçimlerinde yaptı. Her ikisinin de sonuçları ANAP’ın aleyhine oldu. Daha geriye gidelim, 65 seçimlerinde Türk-İş işçi düşmanı milletvekillerini seçtirmeme kampanyası yaptı, bildiriler bastı. Türk İş Genel Merkezi basıldı, bildirilere el koydular ama Türk-İş o tutumunun arkasında durdu ve milletvekillerinin bir kısmının seçilmemesini sağladı. Şimdi bakıyorsunuz 20 yıllık iktidarı döneminde AKP istikrarlı bir biçimde işçi düşmanı bir çizgi takip etti. İş başına geldiğinden bu yana gerek yasal düzenlemelerde, gerek fiili uygulanmalarıyla işçilerin haklarını önemli ölçüde geriye götürdü. İşçilerin kolektif olarak kullandığı grev hakkını erteleme adı altında yasakladı, grev eğilimini düşürdü. Grev eğilimi düşünce ücretler düştü, ücretler baskılanınca asgari ücret ortalama ücret haline geldi. Bunun sonucu da yoksulluğun artması oldu ama buna rağmen bu seçimlere giderken işçi kesiminin hiçbir talebini, hiçbir tepkisini duymadık. Tersine, seçim sonuçlanıp da AKP yine bir tablo ortaya çıktığında Hak-İş başkanı bununla övünen, bunu kutlayan bir açıklama yaptı, sanki 20 yıldır işçinin gırtlağına basan bu iktidar değilmiş gibi. Halbuki normal olarak yapması gereken, eğer bu sendikalar gerçekten vesayet altında, sermayenin ve siyasal iktidarın payandası olan örgütler olmasalardı siyasal bir tutum alırlardı. Üyelerinin hak ve çıkarlarını korumak, demokrasiyi savunmak adına taleplerini ortaya koyarlardı. Üyelerinin seçmen olarak belki şu partiye oy verin diyemezlerdi ama geçmişte olduğu gibi şu partiye oy verme şeklinde kampanyalar yapabilirlerdi. Bütün bunları yapmadılar, yapamadılar değil. Bir potansiyel olarak bunu yapabilecek güçten etkinlikten yoksun oldukları için değil. Tamamen tercih ama bu tercihe aşağıdan da çok ciddi bir tepki gelmiyor. Çünkü işçilerin önemli bir kısmı için ilerdekilerle aynı etnik kökenden geliyor olmak, aynı dinsel inanışları savunuyor olmak yeterli görünüyor. Bu da aslında sınıf meselesinin bu kadar arka plana itilmiş olmasının başka sonucu. Baktığımızda, muhalefeti ve iktidarıyla dindarlığa oynanıyor ve bu da toplumda milliyetçi bir hegamonya sağlıyor.

Nesrin UÇAR: İşçiler açısından ya da işçi sınıfı ve sendikalara baktığımızda belki şöyle tamamlama olabilir, Zafer’in de dediği gibi bir partiye işaret edemeyebilirlerdi ama şu partilere oy vermeyin diyebilirlerdi. Hatta ben daha da geri adım atarak, daha da yumuşatarak söyleyeceğim, hiçbir şekilde parti adı vermeksizin işçi düşmanı politikalar izleyen partilere oy vermeyin de diyebilirlerdi.

 

Comments are closed.

0 %