Mercek

Ulusal sorunun galat-ı meşhurları

Gökmen Kılıç

Marksizm açısından ulusal sorun söz konusu olduğunda tartışılan onlarca konu ve bu konular etrafında yürütülen birçok tartışmayla karşılaşıyoruz. Kabul edilmelidir ki, ulusal sorun bugün bile oldukça zorlu konuların başında geliyor. Bu zorluğun altında, farklı tarihsel kesitlerde ve şartlarda ortaya çıkan ulusal sorunların, tek bir evrensel politik ilke etrafında çözülüp çözülemeyeceği tartışması yatıyor. Ulusal sorunların hangi tarihsel süreçlerde ve hangi şartlarda ortaya çıktığına bakmaksızın genel bir ezber yürüterek meseleyi ele almanın baştan sorunlu bir yaklaşım olduğunu söyleyerek başlayabiliriz.

Ulus devletlerin ortaya çıkması, modern bir sınıf olarak işçi sınıfının tarih sahnesine çıkması aynı döneme tekabül eder. Dolayısıyla birbiriyle çağdaş olan iki olgunun ilişkisi teorinin ve siyasetin doğrudan konusu durumundadır. Marksizme göre ulusal sorunlar sınıf mücadelesi ve devrim perspektifi ile birlikte ele alınmalıdır. Bu nedenle ulusal sorunların tek başına ele alınması ve her dönem için sabit yaklaşımlarla değerlendirilmesi mümkün değildir.
Ulusal sorunla birlikte onun “mütemmim cüzü” olarak ele alınan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” meselesi de, dönemsel şartlardan, tarihsel ve siyasi bağlamından koparılarak tartışılan kötü ezberlere dönüşmüş durumda.
Günümüzden örnekler verecek olursak; Filistin direnişi, Ukrayna savaşı ve Kürt ulusal dinamiğinin, ulusal sorun ekseninde aynı yaklaşımlarla değerlendirilmesi düşünülemez. Bu üç örneğin birbirinden çok farklı dinamiklere ve siyasal pozisyonlara sahip olduğu açıktır.

Lenin’in, Clausewitz’in ünlü eserinden sıklıkla aktardığı gibi, “Savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır.” O halde, ulus ölçekli savaşların ve ulusal sorunların nedenlerine bakarken de siyasi saflaşmalara ve tarafların neyi temsil ettiğine bakılması bir kural olmalıdır.

Bugün Gazze başta olmak üzere Filistin topraklarında yaşanan kanlı savaş, İsrail’in işgal politikalarının bir sonucudur. O halde bu işgali ve savaşı var eden olgulara, bunların nedenlerine ve tarafların konumlarına bakılmalıdır.

İsrail , 20. yüzyılın başlarında İngiltere’nin bir işgal gücü olarak bölgedeki varlığının ürünüdür. İsrail devleti doğal bir süreçle değil, emperyalizmin bölge politikalarına uyumlu bir biçimde yeni bir devletin suni olarak yaratılmasıyla meydana gelmiştir. Dünden bugüne devam eden savaşın İngiltere-ABD ve AB emperyalizminin doğrudan desteğini almadan sürdürülmesi mümkün değildir.

Filistin halkı ise daha ilk yıllardan itibaren işgale ve emperyalist müdahaleye maruz kalan ve buna karşı direniş gösteren taraftadır. Filistin direnişinin tarihsel kökleri doğal olarak anti-emperyalist ve sol bir niteliğe sahip olarak gelişim göstermiştir. Bu saflaşmada İsrail, emperyalizmin desteğiyle işgalci ve ezen ulusu, Filistin ise anti-emperyalizmi ve bağımsızlığı temsil eden ezilen ulusu temsil etmektedir. Marksist açıdan Filistin’in ulusal kurtuluş mücadelesi bu nedenle meşrudur ve sosyalistler Filistin halkının yanında yer almışlardır.

Filistin için geliştirdiğimiz bu yaklaşıma karşın Ukrayna meselesi taban tabana zıt bir konumda yer almaktadır. Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan savaşı soyut olarak ele alırsak, savaşın siviller ve tüm insanlık için kabul edilemez ağır sonuçları olduğu elbette söylenmelidir. Ancak, Ukrayna’da bulunan Neo-Nazi iktidarını ve NATO’nun yayılmacı politikalarını görmezden gelen bir “savaş karşıtlığı” sosyalistler açısından kusurlu ve safça bir politik duruş olacaktır. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamı ise, Ukrayna’da NATO güçleri ile Rusya’nın savaştığı gerçeği temel değerlendirme konusu yapılmalıdır. Ukrayna savaşını siyasal mücadele zemininden bağımsız bir soyutlama ile kavramak hem mümkün değildir hem de emperyalizmi hiç anlamamak olacaktır. Emperyalizmin oyuncağı haline gelen Ukrayna’daki kukla iktidarın Ukrayna halkını adım adım kanlı bir savaşa nasıl sürüklediği incelenmesi gereken bir konudur.

Kendi coğrafyamızdaki bir başka örnek ise Kürt ulusal dinamiğidir. Kürt ulusal sorununa yaklaşım sol içinde önemli bir ayrışmayı da beraberinde getirmektedir. Öncelikle Kürt halkının ulusal, siyasal ve kültürel haklarını kazanmak için yürüttüğü mücadele ile Kürt siyasi hareketinin ayrı iki olgu olduğunu belirtmeliyiz. Kürt halkının tarihten bugüne kadar yaşadığı ulusal baskıyı, sosyalist ve devrimci programa sahip hiçbir siyasi öznenin reddetmesi, görmezden gelmesi düşünülemez. Burada bir tartışma yürütmek ya da var olan gerçekliği reddetmek olanaksızdır. Fakat mesele Kürt siyasi hareketi olduğunda söylenecek çok şey vardır. Çıkışı itibarıyla kır yoksullarına dayanan Kürt siyasi hareketinin bugünkü siyasal pozisyonu oldukça tartışmalıdır. Kürt siyasi hareketinin emperyalizmle kurduğu ilişkiler “ne de olsa ulusal hareket” kolaycılığıyla görmezden gelinemez. En azından, sınıf perspektifinden meseleye yaklaşması beklenen sosyalist öznelerin bunu mazur görmesi, ses çıkarmaması beklenmemelidir.

Bugün Kürt siyasi hareketinin başta Suriye olmak üzere Orta Doğu’da emperyalizmle açıktan siyasi ve askeri işbirliğini sürdürmesi sol adına kabul edilemez bir durumdur. Kürt halkının ulusal, siyasal ve kültürel haklarının tamamının teslim edilmesi haklı bir talep iken, Kürt siyasi hareketinin bölgede emperyalizmle kurduğu ilişki bizler açısından siyasal mücadelenin iki ayrı ucunu tarif etmektedir. Kürt siyasi hareketi bugün Suriye’nin, Irak’ın, İran’ın ve dolayısıyla Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü ya da devlet yapısını Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında değiştirmek istenmesini hangi meşru zemine yerleştirmektedir? Asıl soru şudur: Kürt siyasi hareketi emperyalizmin Ortadoğu halklarına dayattığı BOP’un yanında mıdır yoksa karşısında mıdır?

Dolayısıyla bir bütün olarak Kürt emekçileri, Türkiye işçi sınıfının ve sosyalist devrimin potansiyel bir öznesi durumundayken, Kürt siyasi hareketinin istikameti emperyalizmin bölgedeki yönelimiyle örtüşmektedir. Emperyalizm, gericilik ve sermaye karşıtlığı başlıklarının bir pazarlık konusu yapılması ya da “taktiksel” bir yöntem olarak geriye itilmesi sosyalistlerin Kürt siyasi hareketine yaklaşımını belirlemektedir.

Verdiğimiz üç örnekte görüleceği üzere; Filistin, Ukrayna ve Kürt dinamiğine ulusal sorun bağlamında yeknesak bir yaklaşım geliştirmek söz konusu değildir. Bu örneklerin hepsi ayrı ayrı siyasal mücadelenin konuları arasındadır. Filistin, emperyalizm eliyle açık işgale uğrarken, Ukrayna emperyalizmin silahlandırdığı bir ülke durumdadır. Kürt dinamiği ise geniş bir coğrafyanın konusu durumundadır ve söz konusu olan filli bir işgal değil, bir arada yaşayan halkların ulusal baskı ya da emperyalizm eliyle birbirine kırdırılmasıyla ilgilidir.

MARKSİST TEORİDE ULUSAL SORUNUN GALAT-I MEŞHURLARI

Varmak istediğimiz sonucu şimdiden söyleyebiliriz: Ulusal meselelerin ayrı ayrı örneklerinden tutarlı ve evrensel bir Marksist teori çıkarmak güçtür. Çünkü Marksist teori ulusal soruna her şeyden yalıtılmış ve salt “demokratik” bir çerçevede yaklaşmaz. Marksizm açısından ulusallık sınıf mücadelesinin yan bir parametresi olarak ele alınan, ona bağımlı bir değişken olarak görülmektedir.

Burada bilinen ve cımbızlanmış ezberlerin dışına çıkarak Marksist teorinin genel yaklaşımlarına bakmalıyız.
“Kuşkusuz ki bu, proletarya, her ulusal hareketi, her zaman ve her yerde, her özel ve somut durumda desteklemelidir anlamına gelmez. Desteklenmesi söz konusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir. Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi, proletarya hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı olabilir. Böyle bir durumda, desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır. Ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri sorunu tecrit edilmiş, kendi kendine yeten bir sorun değildir; bütüne bağlı ve bütün içinde ele alınması gereken proletarya devriminin genel sorununun parçasıdır.”

Alıntı, ulusal sorun konusunda belki de en deneyimli devrimci önder olan Josef Stalin’den alındı. Stalin ulusal kurtuluş mücadelelerini, emperyalizmi sağlamlaştıran değil, zayıflatan ve tek başına tecrit edilmiş bir sorun olarak değil, proletarya devriminin geneli içinde, onun bir parçası olarak gören bir düzlemde yaklaşılması gerektiğini belirtiyor.

Bunu destekleyen önemli bir katkı da Lenin tarafından yapılmaktadır:

“Ulusların kaderini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı durumlarda, parçanın, bütünü ile çelişkiye düşmesi olanağı vardır; o zaman parça atılır. (Ulusların Kederlerini Tayin Hakkının Tayini Üzerine Bir Tartışma Özeti, c. XIX, s. 257-258 Rusça)”

Marksist-Leninist gelenekte ulusal sorun ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı, statik ezberlere indirgenmiş ve her seferinde aynı tavrı alacağımız bir mesele olarak hiçbir zaman kavramamıştır. Eğer illaki bir ilke aranacaksa; her ulusal hareketin kayıtsız şartsız desteklenmesinde değil; bu hareketlerin devrimci bir dinamik taşıyıp taşımadıklarında aranmalıdır.

“Sorun şöyle konmalıdır: Ezilen ülkelerin devrimci kurtuluş hareketlerinin devrimci olanakları artık tükenmiş midir, tükenmemiş midir? Ve eğer tükenmemiş ise, bu olanakları, proletarya devrimi yararına kullanmak, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin emperyalist burjuvazinin yedek gücü olmalarını önleyip devrimci proletaryanın müttefiki olmalarını sağlamak umudu var mıdır?”

Emperyalizmin değil, devrimci proletaryanın müttefiki olan bir ulusal kurtuluş hareketi…
Alıntıda bugün çoğunlukla yanlış kavranan yaklaşımın tam tersi ifade ediliyor. Sınıf hareketini yedeğine alan bir ulusal kurtuluş hareketinden değil, ulusal kurtuluş hareketinin sınıf mücadelesinin bir yan gücü olmasından bahsediliyor.

Sınıf ve ulus arasındaki korelasyonun doğru kurulması kritik öneme sahip. Burjuva devrimleriyle ortaya çıkan uluslaşma ve ulusal sorunların biraz daha geçmişe giderek incelenmesi bu açıdan önem arz ediyor. Sınıf ve ulus ilişkisinin tarihsel gelişimini burjuva devrimlerinin sürdüğü 19. yüzyıl ile emperyalizmin başat güç olarak ortaya çıktığı 20. Yüzyıldaki örnekleri üzerinden açmaya çalışalım.

SINIF VE ULUS İLİŞKİSİ: İŞÇİLERİN VATANI YOK MUDUR?

Sınıf ve ulus ilişkisine dair önemli bir örnekten ilerleyebiliriz. İlk olarak üzerine en çok tartışılan ve bazı siyasi tezlere temel teşkil eden paragraftan başlayalım.

“İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusal sınıf durumuna gelmek, kendisini ulus olarak oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.”

Komünist Manifesto’da geçen, “İşçilerin vatanı yoktur” önermesi üzerine yapılan onca tartışmaya rağmen, yapılmak istenen vurguyu asıl olarak cümlenin devamında aranmalıdır. Cümledeki önermenin koşul ve şartı: İktidara gelecek işçi sınıfının kendisini ulusal bir sınıf konumuna getirerek toplumun tamamının çıkarlarını temsil etme iddiasıyla ilgilidir. Sınıfsal olanla ulusal olan bu bağlamda bir iktidar mücadelesinin sonucu olarak politik bir düzleme oturmaktadır. Burjuvaziden devralınan ulus devletin doğrudan sonlandırılması yerine, işçi sınıfının ulus içinde egemen sınıf olarak varlığını sürdürmesi söz konusudur.

Öyleyse denilebilir ki; işçi sınıfı, ulusu ve ulusal kimliği kendi egemenliği altında yeniden biçimlendirmek zorundadır. Sınıf ile ulus arasında kurulacak hayati bağlantının Marksist açıdan en açık örneği işte burada görülmelidir. İşçi sınıfının ulusal bir sınıfa yükselmesi ya da daha anlaşılır bir ifadeyle; Avrupa’daki sınıf hareketinin devletleşme sürecini ulus devlet ölçeğiyle sürdürmesi anlamına gelmektedir.

Burjuva devrimleriyle ortaya çıkan ulus devletin sosyalizme içkin bir yapıya kavuşturulması konusunda kimi gerilimlerin ortaya çıkması ise doğal karşılanmalıdır. Pekala sosyalist devrimin istikameti ulusal sınırların kalkması ve devletin sönümlenmesine giden bir yoldur. Kapitalist gelişmeyle ortaya çıkan uluslaşma ile sosyalist iktidarın hedefleri nihai olarak zıtlıklar ve gerilimler içermekle birlikte, sosyalizmin gelişip büyüyeceği zemin ulus ölçeğinden başka bir şey değildir.

Sınıf hareketinin yükseleceği zemin, “işçilerin vatanı yoktur” cümlesinden ulusal sınırların kalkmasıyla değil, tam tersine bir ulusa sahip olmayan işçi sınıfının ulusal bir kimlik kazanması süreciyle tarif edilmektedir.
Bütün bu olgularla birlikte, ulusal soruna yaklaşımda sınıf ve ulus ilişkisinde olduğu gibi bağlayıcı unsur asıl olarak devrim sorunudur. Marx sonrası komünist hareketin yaklaşımı da benzer biçimde gelişmiştir.

EMPERYALİZM ÇAĞINDA ULUSAL SORUN

“Karar [Komünist Enternasyonal kararı], ezilen ulusların hakları ve sömürgelerde ne tür taktikler izlenmesi gerektiğinden çok ötede, komünist hareketin dünya devrimi yayıldıkça izlenmesi gereken devletleşme politikasını belirlemektedir.”

Komünist Manifesto’da kendisine yer bulun yukarıda paragrafın anlamı, çerçevesini çizmeye çalıştığımız politik yaklaşımın özeti niteliğinde. Ulusal sorunun teoriden pratiğe döndüğü farklı süreçlerde sosyalist siyasetin temel belirleyeni politik düzlem olmak zorundadır. Ulusal hareketlerle sosyalistlerin kurduğu ilişki teoriden çok politik bir ilişkiyi barındırmaktadır. Doğal olarak ulus meselesi ve daha özel anlamıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı meselesi sosyalizm açısından temel ve değişmez bir ilke olarak değil, daha çok politik bir ilişki olarak ele alınmaktadır. 20. Yüzyılda yaşanan tartışmalar ve alınan tutumlar da doğrudan bu yaklaşıma uygun geliştirilmiştir.
Bu yaklaşıma uygun bir başka örneğimiz Lenin’den:

“Emperyalist dönem ve 1914 ve 1915 yıllarındaki savaş, ileri ülkelerde şovenizm ve milliyetçiliğe karşı mücadelenin görevleri özellikle öne çıkmıştır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunuyla ilgili olarak sosyal-şovenler, yani emperyalist gerici savaşı ‘anavatan savunması’ kavramıyla şirin göstermeye çalışan oportünistler ve Kautskyciler arasında başlıca iki eğilim vardır.

Bir yanda, güya emperyalizm ve politik merkezileşme ilerici olduğu için ilhakları savunan ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını güya ütopik, hayali, dar görüşlü, vs. olduğu için reddeden burjuvazinin doğrudan hizmetkarlarını görüyoruz. (…)

Öte yandan, aralarında Vandervelde, Renaudel, İngiltere ve Fransa’nın birçok pasifistinin de olduğu Kautskycileri görüyoruz. Bunlar birincilerle birlikten yanalar ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını sadece görünüşte ve ikiyüzlü bir biçimde savunarak pratikte bunlardan ayrılmıyorlar.(…)

Bunların ikisi de, Marx’ın İrlanda örneğiyle açıklanan taktiğinin teorik anlamını ve pratik zorunluluğunu kavrama yeteneğini kaybettiklerinden, Marksizm’i küçülten ayrı oportünistlerdir.”

Lenin’in öfkeyle bahsettiği gruplar, emperyalist savaş koşullarında savaş çığırtkanlığı yapan ve kendi burjuva hükümetlere destek veren Avrupalı burjuva siyasetçiler ve sosyal-demokratlardır. II. Enternasyonal’in olağanüstü oturumu olan 1912 Basel Kongresi’nde alınan kararlara uymayarak, kendi burjuva hükümetlerine “anavatan savunması” yalanıyla destek veren sözde solcuların şovenistçe tutumları Lenin tarafından ağır eleştirilere uğramıştır. Kautsky gibi Avrupa’nın önde gelen Marksist teorisyeninin “dönek” olarak adlandırılması da bu tarihten sonradır. Kautsky, Marx’ın İrlanda’nın bağımsızlığı için söylediği sözleri emperyalizmin işgal siyasetinin bir gerekçesi haline getirmektedir.

Dikkat edilmesi gereken ikinci bir nokta ise Lenin’in ifadelerinde gizlidir. Lenin, Marx’ın İrlanda örneği için “taktik” derken, meselenin pratik zorunluluğundan bahsetmektedir. Lenin için Marx’ın İrlanda meselesine bakışı taktikseldir ve zorunlu pratikler içermektedir. Burada teorinin de soyut ve somut bakımdan farklılaşabileceği öngörülmektedir.

Bu bölüm için başka bir örnek ise kendi coğrafyamız için verilebilir. İşçi sınıfının vatanın olup olmadığı ya da “anavatan savunması” bahsi, yüzeysel ezberlerden değil politik ve pratik örnekler üzerinden yürütülmelidir.
“Proletarya hareketinin geri kaldığı memleketlerde milli demokrat harekata iştirak ve muavenet [yardım], 3. Enternasyonal’in kararı iktizasından [gereğince] olduğundan biz Türkiye rençber ve amelesinin bu mücadelesini yerinde buluyor ve istilacı devletlere muarız [karşı çıkan] Kuva-yı Milliye’ye bütün kuvvetimizle yardım eyliyoruz.“
Mustafa Suphi ve TKP’nin işgal altındaki Anadolu’da verilen ulusal kurtuluş mücadelesine yaklaşımları bu kadar nettir. Aynı tarihlerde başka bir coğrafyada ise “emperyalist savaşı iç savaşa çevirme” propagandası yapan Bolşevikler Çarlığı yıkarak iktidarı ele geçirmişlerdi.

Dolayısıyla, her örnek özgün yanlar taşımakla birlikte, devrim stratejisinden ve ittifaklar politikasının belirleniminde şekillenmektedir.

Marx ve Lenin’in kendi dönemlerinde gelişen ulusal sorunlara yaklaşımı sınıf perspektifinin ve devrim stratejisinin bir uzantısı olarak gelişmiştir. Bu konuda başka bir toparlayıcı tespiti yine Milliyetler Halk Komiserliği de yapmış olan Stalin’den aktarmaya çalışalım.

“Eskiden ulusal sorun, reformist bir görüş açısından, ayrı, bağımsız bir sorun olarak sermaye iktidarı; emperyalizmin devrilmesi, proletarya devrimi genel sorununa bağlanmadan dikkate alınırdı. Sömürgelerin kurtuluş hareketleriyle dolaysız bir birlik olmadan, Avrupa’da proletaryanın zaferinin mümkün olabileceği; ulusal sorunun, sömürgeler sorununun, sessizce, ‘kendiliğinden’ proletarya devriminin ana yolunun dışında, emperyalizme karşı devrimci bir mücadele olmaksızın çözülebileceği dolaylı olarak kabul ediliyordu. Şimdi artık bu devrim aleyhtarı görüşün maskesinin düşürüldüğünü söyleyebiliriz. Leninizm tanıtmıştır ki, ve emperyalist savaşta Rus devrimi doğrulamıştır ki, ulusal sorun ancak proletarya devrimi ile birlikte ve bu devrimin tabanına dayanarak çözülebilir. Batıda devrimin zaferi yolu, sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin kurtuluş hareketiyle emperyalizme karşı ittifaktan geçer. Ulusal sorun, proletarya devriminin genel sorununun bir parçasıdır, proletarya diktatörlüğü sorununun bir parçasıdır.”

Marx’tan, Lenin’e ve Stalin’e kadar ulusal sorun yaklaşımları, emperyalizm öncesi ve emperyalizm dönemleri için bir iktidar sorunu olarak ele alınmaktadır. Bu açıdan, günümüzde devam eden kimi ulusal sorunlara, tarihin bir bölmesinde yaşanan tekil örnekler üzerinden yaklaşılamaz. Bu örnekler, o ulusal hareketin emperyalizmle ve gericilikle kurduğu ilişkiler ve sosyalist devrim stratejisine mesafesi üzerinden değerlendirilir.
Ulusal hareketler ya da başka toplumsal dinamikler sığ bir demokratizme göre değil, devrimin çıkarlarına göre değerlendirme konusu yapılmalıdır.

Comments are closed.

0 %