Spartakiyat

Metin Kurt’un komünist oluşunun toplumsal ve iktisadi kökleri

Kaan Kavuşan

Bugünden bakınca hem ülkenin hem de futbolcuların durumunu gören genç nesiller için inanması zor olabilir ancak Türk futbolunda sol saflarda yer alanlar her zaman oldu. İtiraf etmek gerekir, bu sayı abartılacak seviyede değildi ama hiç te az değildi. Denizler asılmasın diye didinen efsane golcü Metin Oktay’dan, Yılmaz Güney’in yakın arkadaşı Beşiktaş’ın müthiş yeteneği Yusuf Tunaoğlu’ndan, İşçi Partisi’ne üye olduğunu belirten Fenerbahçeli Kemalettin Şentürk’ten, hatta günümüze yaklaştıkça siyaseten pek sesi çıkmasa da oğlunun adını Yusuf Deniz koyan Hasan Şaş’tan bahsedilebilir.

Ancak kendine sosyalist diyen bir kesim için insan için, sosyalistliğin çarpık bir bakışla sınıf kimliğinden kültürel bir kimliğe doğru yol aldığını, yanlış ve eksik projeksiyonlar dolayısıyla daha apolitik bir hal aldığını söyleyebiliriz en iyi ihtimallerde bile devrimin ve reel sosyalizmin geri çekildiği bir zaman/mekanda, (ki bu Türkiye olduğu kadar bütün Dünya’dır da) üç dört primiyle aniden eski sınıfından sıyrılan, seneliğiyle sınıf atlamayı garantileyen sıradan bir profesyonel futbolcunun kaderinin bu olmasına haliyle şaşmamalı.

İsimler çoğaltılabilir ancak Metin Kurt dendiğinde bir durmak gerekir. “Solcu” kavramı daha geniş bir mutabakatı, bir “çatı terimi” anlatır bize, ancak Metin Kurt sadece solcu değildir, aynı zamanda komünisttir de. Başından sonuna kadar bildiklerini söylemekten çekinmeyen, ideolojik duruşunu eylemleriyle de destekleyen bir işçi sınıfı gladyatörüdür adeta.

Spartaküs İsyanı’na benzettiği Galatasaray’daki grevi, futbolda sendikalaşma çalışmaları ve “Faşist General Turganko” lakabını taktıkları yönetici Turgan Ece’ye karşı arkadaşlarıyla birlikte haklarını arayışı nispeten daha çok biliniyor, yazılıp çizildi. Ancak Metin Kurt hakkında başka şeyler de anlatmak gerekiyor. Çünkü sorulması gereken soru şudur: “Neden bugün bir Metin Kurt daha çıkmıyor?” Herkes içinde bulunduğu zamanın ve mekanın ürünüyse, Kırklarelili bir celebin oğlu Metin Kurt’u, komünist Metin Kurt yapan şeylerden de bahsetmek gerekiyor.

BİR: ÇİZGİ SOSYALİZMİ

Metin Kurt, topu hep taç çizgisine çok yakın yerlerde sürükleyerek oynadığı, topu ondan kimse alamadığı için, önce Çizgi Metin olarak anıldı kariyerinin ilk yıllarında. Daha sonra bu lakap kendisine saygı gösterenlerce Komünist Metin’e döndü. Sevmedikleriyse, bugünkü terörist kelimesini o günlerde karşılayan “anarşist” kelimesiyle tamlayarak Anarşist Metin dedi ona. Bu “Çizgi” lakabının kaynağı aslında taraftarların uydurduğu bir hikâyeden geliyordu. Güya Metin Kurt o dönem yamalı bohça gibi olan toprak-çim sahalarda çimenin en yoğun olduğu bölge olan taç çizgilerine yakın oynamak istiyordu. O bölgeler sahanın en az basılmış bölgesi olduğundan çimler genelde daha diri kalır. Böylece düşerse canı acımayacaktı “uyanığın.” Taraftarın hayal dünyası geniştir, bugün amatör takım tribünlerine üç-beş kez çıkmış biri, bu mini çakallık hurafelerinden hâlâ bol bol duyabilir, tavsiye ederim.

Ama Metin Kurt neredeyse bir kitle ajitatörü gibi kendi kimliğini ortaya koydu neden Çizgi Metin olduğunu anlatırken. Çizgi halka en yakın yerdi, yedek kulübesi ve şeref tribünü önündeki çizgide değil de halkın tercihi açık tribünün önünde top koşturmaya özen gösteriyordu. Doğrusu bunu yapıyordu da sıklıkla ama esasında bu bir ajitasyon meselesiydi. “Çizgi olayının aslı şudur” diyor biyografisi Gladyatör’de Metin Kurt: “Savunma kalabalık olduğunda onu yarmak zordur. Önünüzde altı kişilik bir blok oluşur; bu yüzden meşin yuvarlağı çizgiye taşır, rakibi oraya çeker, oradan sürer ve fırsatını bulduğumda içeri keserek rakip ceza alanına sarkardım.”

Yani Metin Kurt, her kaliteli bir ajitatör gibi, üzerine yapıştırılmak istenen sportif bir meseleden, bir kıssa vermiştir halka.

İKİ: FEODAL SOSYALİZM

Peki Metin Kurt neden komünist oldu? Neden tüm o ününe ve şöhretine rağmen, arkadaşları gibi mankenlerle, spor arabalarla gezmiyor; hak etmediğim primi almam diyerek geri çeviriyor, adeta bir Sovyet fabrikasında çalışıyormuş gibi davranıyordu?

Kurt bunu aile yaşantısından başlatıyor. Ailesindeki düzeni bir çeşit “feodal sosyalizm” olarak niteliyor hatta. Babası “Kurt Hüseyin” Kırklareli’ne celeplik yapan ve yerel askeriyeye hayvan yetiştirip satan biri. Tam bir fakir babası gibi davranıyor ölene kadar. Şöyle anlatıyor Kurt: “Mahallenin yoksul çocukları babamın çocukları gibiydi. Fakir ailelere sürekli her gün mayalanan yoğurt ve yiyecek dağıtılırdı. Bize sürekli, ‘Efkârıumumiye’ derdi de başka bir şey demezdi: ‘Herkese, kamuoyuna dikkat edin. Onlara karşı hiçbir zaman ve hiçbir yerde mahcup olmayın. Sakın zayıflarla uğraşmayın, güçlülerle uğraşın, zayıflara bakın, arka çıkın ama güçlülerle uğraşın’…”

Bu öğüt her zaman kulağına küpe olmuştu Metin Kurt’un. Yalnız belki böyle ahlaki boyutta kalsa, bir yerde insandır sapar bozar, o da sağa sola sapardı. Ancak, kısa süre içinde hem babasının vefatı hem de onun satın aldığı koyunların hastalıktan ölmesi sonucu ailenin malvarlığının çoğunu alacaklılara kaybetmesi; ağabeylerinin ve kendisinin küçük yaşta çalışmak zorunda kalması; o günlerde kendi farkında olmasa bile onu solda tutmaya devam etti.

“Evde senin paran, benim param kavramları yoktu” diyor Kurt. “Herkes üretebildiği kadar üretiyor ve tükettiğinden daha fazlasını talep etmiyordu. Aile bireylerinin ihtiyaçları ne kadarsa o kadarla yetiniyorduk. Evimizde istense de istenmese de basit bir sosyalizm nüvesi kurulmuştu. Feodal de olsa bu küçük sosyalizm kendinden hayata geçmişti.”

ÜÇ: EKMEK SOSYALİZMİ

Pek bilinmez geniş kitlelerce ama Metin Kurt’un ağabeyi İsmail de Galatasaray’da oynamış bir topçudur. Kurt’un anlatımıyla ilk modern beklerden biridir hatta. Zaten aile Kırklareli’nden kalkıp İstanbul’a ancak onun sayesinde gelmiştir. İsmail Kurt takım kazanırsa prim alır ve aile üyelerine dağıtır, futbolun kesat dönemlerindeyse kalan son tarlanın kıyısından köşesinden satardı. Kurt ve diğer kardeşleri İsmail Kurt’un önünde sıraya girip harçlıklarını alırlardı.

Metin Kurt’sa Kırklareli’ndeyken Beşiktaş’ı tutuyordu aslında. Ancak ağabeyi Galatasaray’a geçtiğinde, hayatın somutluğu bir kez daha karşılık buldu. Harçlık ve ekmek Galatasaray’dan geliyordu, o halde Galatasaraylıydılar. Spor, aile için bir fanatiklik, bir aşk meselesi değil, Galatasaray’ın kazanması ve herkesin geçimini sağlaması demekti.

Daha sonra İsmail Kurt Fenerbahçe’ye transfer oldu. Bu sefer evde Fenerbahçe’nin kazanması için dualar edildi. Metin Kurt’un böylece Beşiktaşlı kalma lüksü yoktu. Bu sınıfsal bir gereklilikti onun durumunda. Zengin bir ailenin çocuğu değildi, okuyup büyük adam olması garanti değildi, boğazlarına giren lokma büyük oranda abisine bağlıydı. Dolayısıyla İsmail Kurt ve ekmek nerdeyse ailenin takımı da oydu.

DÖRT: MAHALLE MAÇI SOSYALİZMİ

Kiralık olarak oturdukları apartmanın bulunduğu mahallede sadece üç apartman daha varmış. Sahibi belli olmayan bağ bahçe, yeşil alan dolu tabii ortalık. Mahallenin çocukları ortak mallarıymış gibi girişirlermiş meyvelere. Mahallede maç yaparken güçlü olan takım, dengeyi bulmak için iyi oyuncusunu verirmiş diğer takıma.

Metin Kurt ve kendinden iki yaş büyük ağabeyi Rıfat Kurt, şeker satarak harçlık çıkarmaya çalışırlarmış. Buldukları çiftlerin yanına utanarak gidip “abla şeker alır mısın” diye sorarlarmış. Sinemada paralarının bir kısmını yedikten sonra, ellerinde ya bir kesekağıdı ya da iki ekmekle eve dönerler, ev ekonomisine katkı sorumluluğunu üstlenirlermiş. “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” prensibinin bilmeden devreye girişi sayılabilir pekâlâ.

BEŞ: FEODAL SOSYALİZMİN YIKILIŞI

İsmail Kurt’un Fenerbahçe’ye transferi sonrasında aile biraz rahatlayacağını düşünmüştü ama yanılmıştı. İsmail A Milli bir oyuncu olmuştu ama alacaklarını çoğu zaman tahsil edemiyordu. Antrenmanlara çıkmadığı, yönetimi protesto ettiği zamanlar da oluyordu. Ayrıca artık evlenmek istiyordu. Lise 3’e giden Metin Kurt ve kardeşlerini artık okutamayacaktı, yardım edebilirdi ama üniversiteye gitmek istiyorlarsa başlarının çaresine bakacaklardı. Bu karar aile üyelerini kırdıysa da en büyük ağabeye hak verdiler.

Metin Kurt o ana kadar futbol oynasa da profesyonel futbolcu olmak istemiyordu. Ama ailedeki o küçük feodal sosyalizm tam da içerdiği feodalizm yüzünden çökmüş oldu. Baş gitti, yapıya değil ahlaka dayalı sosyalizm benzeri düzen bitti. Artık tek çare futbolcu olmaktı. Akşamüzerleri mahalle manavında muz ve havuç karşılığı bir saat çalıştı Metin Kurt. Ucuz olduğu için kemik iliği ve suyuyla beslendi bir süre.

Bugünkü gibi spor salonları yok o zaman her köşe başında, yokuş aşağı asfaltta koştu. Apartman inşaatlarının içinde sütunların arasından falsolu şut çalışmaları yaptı. Otobüslerle duraklar boyu yarıştı. Sonunda 2. Lig’e transfer oldu ve tüm parasını evin üstündeki masanın üstüne koydu. Ama gene de yetmiyordu. PTT’ye transfer olup 1. Lig’de oynayana kadar da yetmeyecekti. Aileyse ancak Galatasaray transferiyle rahatlayabilecekti.

ALTI: SOSYALİST BİLİNÇ NAKLİ

Kurt, PTT’de oynarken kulübün malzemecisi Aydoğan ile arkadaş oldu hemen. Aydoğan bir gün arkadaşına üç cilt kitap getirdi: Sefiller. Metin Kurt’a göre Aydoğan öyle şeyler anlatıyordu ki kendisi hiçbir şey anlamıyor, paramparça oluyordu karşısında. Kendini entelektüel geliştirmesi gerektiği fikri düştü aklına. Malzemeci Aydoğan’ın aydınlığı bugün için istisna görülebilir ama o gün için değildi. İkinci okuma önerisi hocası Tamer Güney’den geldi; Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi, Cumhuriyet. Üçüncü önerilerse yazar ve yayıncı Veysel Atayman’dan. Alman edebiyatı, Aydınlanma, Hegel, Marx. Okumalar tartışmaları açtı. Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler. Bu sürecin sonunda Metin Kurt şuraya vardı: “Esas benzememiz gereken insanlar, Deniz’ler, Mahir’ler, Ulaş’lar, Cihan’lar; yani 68 kuşağının, gençliğinin mücadele eden ve birbirlerinden kapasite, mücadele olarak ayrılmayan sol görüşlü devrimcileri olmalıydı.” Bu fikre gelmesini sağlayan şeyin, ilk kırıntısını kulübün malzemecisi vermişti Metin’e.

O kadar vicdana azabı duydu ki Metin Kurt, Denizlerin ve Mahirlerin yanında olmadığı için; babadan gelen sosyalist nüve, 68 kuşağının gördüğü haksızlık, işkence ve ölümlerle birlikte net biçimini aldı. “Öğrendikçe ve yaşadıkça daha da sosyalist oldum” diyordu.

YEDİ: AYAKKABI BAĞI VE KAPİTALİZM

Ve önemli bir anı: 1-0 kazanılan Polonya maçından sonra takım otobüsüne yürüyen futbolcular, halkın büyük tezahüratıyla karşılaşır ve bir anda kendilerini omuzlarda bulurlar. Neyse, girerler otobüsün içine. Şöyle anlatır bu anıyı Metin Kurt: “Birden çocuklar gördüm kalabalığın içinde. Yedi ila on dört yaşları arasındaki çocuklarımızı. Biri tam benim önümdeydi. Pencereyi açmamı istiyordu. İsteğini yerine getirdim. Ayakkabı bağımı istiyordu bu genç. Bir an gözlerim buğulandı. O anda gerçeğin sert ve kemikli eli ağır bir balyoz gibi başıma indi. Ayakları çıplak, üstü başı perişandı ama ayakkabı bağımı istiyordu. Ayakkabı bağımla bu gencin yoksulluğu arasındaki bağı hiçbir güç bana bu olaydan daha açık anlatamaz, yüzüme vuramazdı.”

Bu anısı Metin Kurt’un dünyayı artık nasıl farklı ve nasıl bir bilinçle gördüğünün işaretidir adeta. Kapitalizm her şeyi birbirine bağlayan o ayakkabı bağıdır sanki. Futbolu da ondan koparıp kendinizin haline getiremezsiniz tam olarak. Futbol neyin içindeyse onun parçasıdır. O yüzden sosyalist bir ülkedeki futbolla, kapitalist futbol bambaşka şeyleri temsil eder. Sosyalist bilince sahip profesyonel bir futbolcu her zaman bu çelişkiyi içinde taşıyacaktır.

SEKİZ: KOMÜNİST METİN

İşte böyle böyle komünist olur ve ölene kadar komünist kalır Metin Kurt. Sonrasını daha iyi biliyorsunuz, grevler, sendikal faaliyetler, devrimci konuşmalar, eylemler, mücadeleler, birlik olmalar, yalnız kalmalar… Ancak şunu da bilmek gerekir, o sadece kendi bireysel erdemlerinin değil, aynı zamanda onları destekleyen ve şekillendiren zaman/mekanının da ürünüdür. Bugün neden yeni Metin Kurt’lar çıkmıyor sorusunun cevabını burada aramak makul olur herhalde. Çünkü öyle veya böyle, bu toprağı şekillendirmeli.

Comments are closed.

0 %