Manşet

100. yılında bir muhasebe denemesi: Cumhuriyet’in çözülüşü üzerine

Kurtuluş Kılçer

Tarihteki her dönüşüm ya da değişim, kendi dönemsel koşulları tarafından belirlenir. Aynı zamanda kopuş ve süreklilik bağlamında içinden geçtiği tarihsel sürecin ürünü olarak üzerinde doğum lekelerini barındırır. Başka bir kavramla ifade edersek, niteliğini oluşturan değerler dizisi ya da paradigmaları içinden çıktığı, geliştiği ve koptuğu verili tarihsel koşulların ve süreçlerin belirleyiciliği altındadır. 

Bugün Cumhuriyet’in 100. Yılında Cumhuriyet üzerine yapılacak politik, ideolojik ya da tarihi bütün analizler, tarihi koşulların/sürecin belirlediği “kuruluş paradigmaları” ele alınmadan yapılamaz. Öte yandan, 20 yıldır ülkenin içinden geçtiği süreç, “Cumhuriyet ile hesaplaşma”yı başa yazan bir siyasal süreç olarak yaşanmakta olup, 1923 Cumhuriyet’inin çözülüşünün gerçekleştiği bir tarihsel kesiti ifade etmektedir. Bu anlamıyla, “Cumhuriyet ile hesaplaşma”, kuruluş paradigmalarıyla hesaplaşmayla ve kuruluş paradigmalarının ortadan kaldırılması/değiştirilmesiyle doğrudan ilişkili bir durum olarak ele alınmak zorundadır. Bugün Cumhuriyetin temel niteliklerinin adım adım tasfiye edilmeye çalışıldığı bir karşı-devrim süreci yaşıyoruz. Değerler dizisi anlamına gelen kuruluş paradigmalarını ortaya koymadan ne Cumhuriyet’i ne Cumhuriyet’in temel niteliklerini ne de tarihsel olarak Cumhuriyet’in neden ilerici bir yön taşıdığını anlamak, bahsettiğimiz karşı-devrim sürecini ve neden bir çözülüş tanımı yaptığımızı tanımlamak mümkün olabilir.

Şu saptamayla devam etmek yerinde olacaktır: 1923 Cumhuriyet’i, 100 yıllık bir süreç içinde bugün kuruluş paradigmalarının reddiyesi üzerine inşa edilen yeni bir rejimle “başkalaşmış”, başka bir deyişle bir çözülüş süreci yaşamıştır. 1917’de Rusya’da kurulan reel sosyalizmin çözülüşü tarihi bir olgu iken, benzer bir durumun 1923 Cumhuriyet’i için de geçerli olduğu bize göre sabittir. 

Cumhuriyet, sola doğmuştur

Reel sosyalizminin çözülüşü ya da Sovyetler Birliği’nin dağılmasının tarihi 1991 yılıdır. 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında emperyalizmin yeni saldırganlık siyaseti karşısında reel sosyalizmin çözülüşü, uluslararası bir dizi değişimi de beraberinde getirmiştir. Bunlar bir tarafa, ancak 1991 yılında reel sosyalizmin çözülüşünden yaklaşık 10 yıl sonra AKP’nin Türkiye’de iktidar olması arasındaki bir paralellik bulunmaktadır. Sovyetlerin çözülüşünden sonra Cumhuriyet’in çözülüşü peşi sıra gelmiştir. 

Bu durum, özünde 1917 Rus devrimi ile 1923’de kurulan Cumhuriyet arasındaki simbiyotik ilişkiyle açıklanabilir. Tesadüf değildir: bir emperyalist paylaşım savaşı olarak Birinci Dünya Savaşı içinden doğan Rus Devrimi ile emperyalist işgal altında verilen Milli Mücadele aynı politik zemine ve daha da önemlisi iklime sahiptir. 1917 Ekim Devrimi, aynı zamanda bütün dünyada emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı büyük bir umut yaratmış, özellikle doğu halkları açasından muazzam bir politik enerji kaynağı olmuştu. 1920 yılında, daha Cumhuriyet’in kuruluşundan 3 yıl önce Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı’nın toplanması, dünyanın bütün mazlum uluslarından temsilcilerinin bulunması, en fazla delegenin ise Türkiye’den katılması nasıl bir politik iklimin egemen olduğunu göstermektedir. Emperyalist işgale ve sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesinin politik ikliminde Cumhuriyet doğmuştur ve emperyalizme karşı bağımsızlık temel şiarlardan birisi olmuştur. 

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi Cumhuriyet ile kazanıldı. Yarı-sömürge Osmanlı toprakları işgal edilmişken, Cumhuriyet sadece emperyalizme değil doğrudan emperyalist işgale karşı verdiği fiili savaşla kurulmuştur. O açıdan Cumhuriyet’in paradigmaları yazılırken en başa emperyalizme ve emperyalist işgale karşı ve emperyalizme rağmen kurulduğu kalın harflerle yazılmak durumundadır. 

İkinci olgu olarak ise tam da burada: 1917 Ekim Devrimi ile Cumhuriyet’in müttefikliği bugün üzeri örtülmeye çalışılan bir tarihi gerçek olarak ayrıca vurgulanmalıdır. Emperyalizmin Sovyetler’e ve Cumhuriyet’e karşıtlığının belirleyeceği olduğu müttefiklik ilişkisi sadece dış politikada uzlaşma ile açıklanamayacak kadar ileri boyuttadır. Doğrudan Sovyet Rusya’sının ve Bolşeviklerin askeri, mali ve siyasi desteği Cumhuriyet’in “doğum lekesi”dir. 

Cumhuriyet’in doğduğu politik iklim, sömürgeciliğe karşı mücadele eden mazlum ulusların bağımsızlık arayışına denk gelen anti-emperyalizmin ve aynı zamanda Ekim Devrimi’nin müttefikliği bağlamında sol rüzgarların estiği bir politik iklimdir. Milli Mücadele zamanları, Ankara’da kızıl yıldızlı kalpakların bir simge olarak bile olsa başlara takıldığı, Kızılordu’dan esinlenen Yeşilordu’nun kurulduğu, İslamcılığın bile Bolşeviklikle tanımlanmaya çalışıldığı günlerdir. Bugünden bakıldığında, Türkiye’nin NATO’nun siyasi-askeri ve Avrupa Birliği’nin ekonomik boyunduruğu altına girmiş olması, cumhuriyet-çözülüş denkleminin nasıl anlaşılması gerektiğini fazlasıyla göstermektedir. 

Cumhuriyet, sol bir çıkıştır

Türkiye burjuva devrimi iki ayaklı bir sürece denk gelir. 1908 Devrimi ve 1923 Cumhuriyet’in kuruluşu bu sürecin iki ayağı olmakla birlikte Osmanlı’dan Cumhuriyet’e evrilen bir tarihi süreçtir. Bu süreç aynı zamanda imparatorluktan, saltanattan ve hilafetten cumhuriyete geçişin ve bu anlamıyla bir kopuşun tarihi olarak ifade edilmesi gerekiyor. 

İşgal yıllarında kurulan cumhuriyetin kuruluş zeminini belirleyen olguların en önemlisi ise feodalizmden kapitalizme geçiş süreci olmasıdır. Osmanlı’da kapitalizminin gelişiminin iç dinamikleri bir tarafa, yarı-sömürge bir ülkeden bağımsız ve egemen bir devlete geçişin adı olan Cumhuriyet aynı zamanda saltanata ve hilafete karşı mücadeleyle kurulmuştur. Saltanata karşı Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da kurulması “ulusal egemenlik” ve hilafetin ilgasıyla birlikte laiklik, Cumhuriyetin kuruluş paradigmalarının diğer iki temel unsuru olacaktır. Cumhuriyet bu anlamıyla, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal tarihi açısından ilerici bir karakter taşır. 

Fransız Devrimi ile başlayan ve sonra bütün Avrupa’ya saran burjuva devrimleri, Türkiye’ye de ulaşmış, Cumhuriyet gecikmiş bir devrimle 1923 yılında kurulmuştur. Cumhuriyet’in kuruluşunun tarihsel olarak ilerici karakteri ile bu sürecin bir sosyalist kuruluşa neden evrilmediği sorusu, karşı karşıya konulmadan ele alınmak durumundadır. Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra kapitalist yolun tercih edilmesi ve aynı zamanda kendi solunu tasfiye ederek “milli burjuvazi yaratılması” hedefiyle uyumlu bir sınıfsal tercihte bulunulması, Cumhuriyet’in tarihsel olarak ileri bir adım olmasını engellemediği gibi bugün Cumhuriyetin çözülmesinin de tohumlarını içermesi bakımından ayrıca not edilmelidir. 

Kuruluş paradigmasına emperyalizm, saltanat ve hilafet karşıtlığını yazan Cumhuriyet, kapitalist yolu tercih etmesiyle kendi çözülüşünün de tohumlarını atmıştır. Bu diyalektik ve eşitsiz gelişim, bir yandan Cumhuriyetin tarihsel olarak ilericiliğine diğer yandan kapitalist yolda ilerleyen sürecin gericileşerek kendisine yabancılaşmasına ve sonunda çözülüşüne evrilen bir tarihi yaratacaktır. Bugün gelinen noktada, kuruluş paradigmalarının tasfiyesine dönüşen, kendisine yabancılaşan bir başkalaşım karşımıza çıkarken, Cumhuriyet’in kuruluş paradigmalarının belirlediği “kazanımlar” ise politik, toplumsal ve tarihi “değerler” olarak ortada durmaktadır. 

Bu süreç, salt Türkiye’ye özgü bir süreç de değildir. 1789 Devrimi ve sonrası Napolyon dönemi ile 1848 Devrimleri ve Haziran yenilgisi gibi tarihi örnekler açısından bakıldığında bile burjuvazinin sınıfsal iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra gericileşmesinin örnekleri bir kuraldır. Türkiye açısından bakıldığında ise tarihsel olarak ilerici olan Cumhuriyetin bugün çözülüşünün ve tarihsel ilerici kazanım ve değerlerinin tasfiyesinin doğrudan kapitalistlerin ve gerici sınıfların suç hanesine yazılmasında hiçbir beis yoktur.

Tarihsel bir bakış açısıyla bir özet olarak şunun bir kez daha belirtilmesi kaçınılmazdır: Cumhuriyet, tarihsel olarak ilerici bir adımdır ve aynı zamanda hilafet, saltanat ve emperyalizme karşıtlık üzerine kurulması onu en genel anlamıyla tarihin sol çizgisinde saymamız gerektiğine işaret eder. 

Cumhuriyet, sağla çözülmüştür

100 yıllık Cumhuriyet tarihi, aynı zamanda onun kemirile kemirile çözülmesinin de tarihidir. Bu çözülüş sürecinin ana nedeni hiç kuşkusuz kapitalist yolun tercih edilmesi, bu bağlamda devlet eliyle “milli burjuvazi” yaratma hedefi ve politikası bulunmaktadır. Kapitalizmin emperyalist aşamaya geçtiği bir dönemde, yani tarihi açısından burjuvazinin  gericileştiği bir dönemde kurulan Cumhuriyet, bizzat kapitalizm tarafından kuruluş paradigmalarının tasfiyesine yönelen “kaçınılmaz” bir evrim yaşamıştır. Bu kaçınılmazlık doğrudan kapitalizmin yasasıyla ve sermeye sınıfın sömürücü bir sınıf olarak çıkarıyla ilgilidir.

Ancak bir parantez açılmak durumundadır. Kapitalizmin kaçınılmaz sonuçları yanına mutlaka eklenmesi gereken bir başka olgu ise Türkiye’de devletin, daha sol bir tanımla sermaye devletinin, bilinçli tercihleridir. Bu tercihler, kapitalizminin kuruluşu ve emperyalist ülkelerle yakınlaşmanın siyaseti ve ideolojisidir. Bu tercihlerin politik ve ideolojik nosyonu ise anti-komünizm olarak sermaye devletinin genlerine işlemesi ve Türkiye’de solun tasfiyesinin bir devlet politikası haline gelmesidir. Gerek 1940’lar, 1950’ler ve 1960-1980 süreci ve nihayetinde 12 Eylül darbesi, kapitalist devletin sola yönelik baskı ve düşmanlık siyasetinin sürekliliğini göstermesi bakımından manidardır. Ortaya çıkan tablo ise sağın, gericiliğin ve faşizmin yükselişi ile sol kanadı kesilmiş cumhuriyetin çözülüşünün de zemini olmuştur. 

Yukarıda değindiğimiz kaçınılmaz durumun ilki, kapitalizmin emperyalist dünya sistemiyle entegrasyonuyla ilgilidir. Türkiye kapitalizminin sermaye birikim modellerinin çerçevesini çizdiği bütün dönemleri, aynı zamanda emperyalist-kapitalist dünya sisteminin yönelimleriyle paralel entegrasyon süreçleridir. Böylesi süreçlerin cumhuriyet ile kazanılmış bağımsızlığın önce ekonomik boyundurukla likidasyonu kaçınılmazdır. Ekonomik olarak bağımlılığın peşi sıra askeri ve siyasi bağımlılık ise NATO üyeliği ile gelmiştir. 

Kaçınılmaz durumun, yani sermaye sınıfının ve devletinin tercihlerinin bir başka yönü ise politik olarak bağımsızlığın emperyalizmin sultasına girilerek kurban edilmesidir. Emperyalist işgale karşı kurulmuş olan Cumhuriyet, fiili işgali aratmayacak askeri ve siyasi bir boyunduruk altına girerek temel paradigmasını ortadan kaldırmıştır. 

Kapitalist yol, emperyalizme bağımlılıkla sonuçlanırken, bu bağımlılığın iç siyasetteki karşılığı ise bir bütün olarak iktidar sahiplerinin gericileşmesi olmuştur. Mesele tek başına dinci gericiliğin devlet politikası olarak önünün açılması ve devleti ele geçirmesi değildir. Aynı zamanda sermaye sınıfının gericileşmesi, gericilerin sermaye sınıfı haline gelmesi ile kapitalizminin gerici paradigmalarla ideolojik egemenliğini tesis etme ihtiyacı, bir bütün olarak Cumhuriyetin bütün değerlerinin tasfiyesine yol açmıştır. Sermayenin merkezileşme ihtiyacı ile tek adam yönetimini gündeme getirmesi, özünde saltanata karşı kurulmuş Cumhuriyetin temel paradigmasının da geçersizleşmesinden başka bir şey olmamıştır. 

Saltanata ve hilafete karşı kurulan Cumhuriyet, bugün Osmanlıcı saltanat özlemcilerinin iktidar olduğu bir 20 yılı geride bıraktı. Milli Mücadele kavramında geçen “milli” kelimesi ya da “egemenlik milletindir” söyleminde geçen millet kavramı saltanat karşıtlığını ifade ederken; bugün tek adam yönetimi ile cumhuriyetten geri, belki meşruti yönetiminden bir tık ileri yeni bir rejimle ters yüz edilmiştir. 

Ortadaki tablo açık: Hilafete karşı laiklik, saltanata karşı ulusal egemenlik, emperyalizme karşı bağımsızlık üzerine inşa edilen Cumhuriyet, bugün gelinen nokta itibariyle karşıtına dönüşmüştür. Tarikatların ve dinci gericiliğin devletleştiği, ulusal egemenlik yerine tek adam rejiminin kurulduğu, bağımsızlık yerine emperyalizme iktisadi, askeri, siyasi ve hatta kültürel bağımlılığın yer aldığı yeni bir rejimle karşı karşıyayız. Böylesi bir rejimin adında Cumhuriyet geçmesi tartışma konusu edilebilir ancak bizce durum nettir; böylesi bir rejimin cumhuriyet olmadığı teorik ve tarihsel olarak açıktır. 100 yıl sonra Cumhuriyet’i anlamak aynı zamanda, bu açıdan, Cumhuriyet’in çözülüşünü anlamakla mümkündür. 

Bugün 1923 Cumhuriyet’i yok, cumhuriyetin kazanımları ise orta yerde duruyor. 100 yıl öncenin şartları da bugün bulunmuyor. Hatta dünün şartları bugünden daha ağırdı. Dün Cumhuriyetin kurulması için atılan radikal adımların, bugün niye atılmasın, sorusunu gündeme getirmesi gerekmez mi? 

Tek bir farkla. 100 yıllık kapitalist Türkiye tarihi, kendi yeni koşullarını ve buna bağlı olarak yeni bir tarihsel dönemi de yaratmıştır. Soru şudur: 100 yıl önce kurulan Cumhuriyet’in benzeri ve aynısı tekerrür etmeyecekse, bugün nasıl bir cumhuriyet sorusunu, yeni bir cumhuriyet tartışmasını ve bunu hayata geçirecek toplumsal dinamiği de tartışmaya açmamız gerekiyor. Yazının başındaki cümleyle bitirmek anlamlı olacaktır: Tarihteki her dönüşüm ya da değişim, kendi tarihsel koşulları tarafından belirlenecektir. 

 

Comments are closed.

0 %