Dosya

CIA ve Frankfurt Okulu’nun Anti-Komünizmi: Küresel Teori Endüstrisinin Temelleri

Gabriel Rockhill

Çev.: Afşin Burak Umar

Fransız Kuramı’nın yanı sıra, Frankfurt Okulu Eleştirel Kuramı da küresel teori endüstrisinin en rağbet gören emtialarından biri olagelmiştir. Bu ikisi birlikte postkolonyal ve dekolonyal teoriden queer teori, Afro-pesimizm ve daha ötesine kadar günümüzde kapitalist dünyadaki akademik piyasaya hâkim olan trend belirleyici kuramsal eleştiri biçimlerinin pek çoğunun ortak kökeni olarak hizmet etmektedir. Dolayısıyla Frankfurt Okulu’nun siyasi yönelimi, küreselleşmiş Batı entelijansiyası üzerinde kurucu bir etkiye sahip olagelmiştir.

Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün ilk kuşağının aydınları, bilhassa bu makalenin odaklanacağı Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Batı Marksizm’i ya da Kültürel Marksizm denilen şeyin yüce şahsiyetleridir. Frankfurt Okulu’nun ikinci ve daha sonra da üçüncü kuşaklarında Jürgen Habermas’ın tarihsel materyalizmden uzaklaşan yeni yönelimine aşina olanların gözünde, ilk kuşak aydınların bu erken dönem çalışması genellikle Eleştirel Kuram’ın hakiki altın çağını, onun hâlâ -belki pasif veya kötümser olsa bile- kendini bir şekilde radikal siyasete adamış olduğu devri temsil eder. Eğer bu varsayımda bir zerre doğruluk payı varsa, o da yalnızca erken dönem Frankfurt Okulu’nun, Eleştirel Kuram’ı radikal liberal -hatta düpedüz liberal- ideoloji olarak yeniden biçimlendiren sonraki kuşaklarla mukayesesi ölçüsündedir. Ancak bu kıyas noktası, siyasetin akademik siyasete indirgendiği her durumda olduğu gibi, çıtayı haddinden fazla düşük tutmaktadır. Nihayetinde Frankfurt Okulu’nun ilk kuşağı, komünizmin anlam ve önemi üzerine gerçek bir entelektüel dünya savaşının verildiği bir devirde, 20. yüzyılın küresel sınıf mücadelesindeki en yıkıcı çatışmalardan bazılarını görmüş geçirmiş insanlardı.

Bu nedenle, tarihin veya Batı akademik cemaatinin dar görüşlülüğünün iğvasına kapılmamak bakımından, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmalarını uluslararası sınıf mücadelesiyle ilişkisi içinde yeniden bağlamına oturtmak önemlidir. Bu bağlamın en önemli özelliklerinden biri; kapitalist egemen sınıfın, onun devlet yöneticilerinin ve ideologlarının Sol’u – soğuk savaşçı CIA ajanı Thomas Braden’ın sözleriyle – “uyumlu” yani komünist olmayan Sol biçiminde yeni bir kalıba dökme konusundaki nafile girişimleriydi. Braden ve diğer ilgililerin ayrıntılarıyla açıkladıkları üzere, bu mücadelenin önemli veçhelerinden biri, anti-komünizmi teşvik etmek ve solcuları reel sosyalizm karşıtı konumlar almaya ayartmak için vakıf paralarının ve Congress for Cultural Freedom (Kültürel Özgürlük Kongresi – CCF) türünden CIA’ye bağlı paravan grupların kullanılmasıydı.

Horkheimer, CCF tarafından Hamburg’da düzenlenen basın toplantılarından en az bir tanesine iştirak etmişti. Adorno, yazılarını CIA tarafından finanse edilen ve kendi türünde Avrupa’nın en büyük süreli yayını olan, CIA’nin diğer yayınlarının birçoğu için de model teşkil eden Der Monat dergisinde yayınladı. Bunun yanı sıra, iki diğer CIA dergisinde de makaleleri basıldı: Encounter ve Tempo Presente. Ayrıca Alman antikomünist Kulturkampf örgütlenmesi içinde muhtemelen lider konumundaki isim olan CIA ajanı Melvin Lasky’yi evinde ağırladı, onunla yazıştı ve işbirliği yaptı. Der Monat’ın kurucusu ve baş editörü olmanın yanı sıra CIA’ye bağlı CCF’nin esas yürütme komitesinin de üyelerinden biri olan Lasky, Adorno’ya Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’yle her türlü işbirliğine açık olduğunu söyledi. Enstitü’nün makalelerini ve diğer bildirilerini derginin sayfalarında mümkün olduğunca çabuk yayınlamak da buna dâhildi. Adorno Lasky’nin teklifini kabul etti ve 1949’da ona Horkheimer’ın Akıl Tutulması adlı eseri de içlerinde olmak üzere daha önce yayınlanmamış dört el yazması gönderdi.

Horkheimer’ın ömür boyu mesai arkadaşı olan Adorno, Batı Almanya’daki CCF şebekeleriyle işte böyle yakın bir irtibat içerisindeydi ve CCF bünyesinde bir “tüm-Almanya komitesi” kurulması için yapılan planların ana hatlarını içeren, muhtemelen 1958/59’dan kalma bir belgede de adı geçmektedir. Dahası, 1966’da bu uluslararası propaganda örgütünün CIA’nin bir paravanı olduğu ifşa olduktan sonra bile Adorno, Almanya’nın ABD denetimindeki kısmındaki “işlerin olağan akışına” uygun biçimde, “[CCF’nin] Paris genel merkezinin genişletilmesi planlarına dâhil olmayı” sürdürdü. Aşağıda göreceğimiz üzere bu buzdağının sadece gözüken kısmıdır ve Adorno ile Horkheimer küresel şöhrete anti-komünist Sol’un elit şebekelerinin içerisinden ulaştıkları için, hayret edilecek bir şey de değildir.

Kuramsal Üretimin Diyalektik Bir Çözümlemesi

Aşağıdaki çözümleme, Eleştirel Kuram’ın bu iki kurucu babasının öznel kuramsal pratiklerinin uluslararası sınıf mücadelesinin nesnel dünyası içerisindeki yerini tayin eden toplumsal bütünlüğün diyalektik biçimde izah edilmesi temeline dayalıdır. Pek çok küçük-burjuva akademisyenin sanki insanın “düşüncesi” onun “yaşamından” ve burada entelektüel aygıt olarak adlandıracağım kuramsal üretim, dolaşım ve alımlamanın maddî sisteminden ayrılması mümkün -ve de gerekli- imişçesine entelektüel üretim ve geniş sosyoekonomik dünya arasına nafile biçimde çekmeye çabaladığı o keyfî ayrım çizgisini kabul etmez. Böylesi diyalektik dışı bir varsayım, nihayetinde kuramsal çalışmaya, maddi gerçeklikten ve bilginin politik ekonomisinden tamamen bağımsız olarak işleyen ruhanî ve kavramsal bir âlemin var olduğunu farz eden idealist bir yaklaşımın semptomlarından biri olmaktan çok da fazlası değildir.

Bu ön kabul entelektüel meta fetişizmini ebedî kılar, onları genel toplumsal üretim ilişkileri ve sınıf mücadelesi içerisine konumlandırmamızı meneden teori endüstrisinin kutsal ürünlerini putlaştırmak anlamına gelir. Aynı zamanda küresel teori endüstrisi içinde, ister “Frankfurt Okulu Eleştirel Kuramı” olsun isterse bir başkası, belirli bir franchise’ın bayisi olan veya bayisi olmaya heveslenenlerin menfaatlerine de hizmet eder, çünkü (gerçek toplumsal üretim ilişkileriyle lekelenmeden pirüpak kalan) franchise’ın kendisinin marka imajını korur. Entelektüel meta fetişizmi teori endüstrisi içerisinde tüketimin başlıca özelliği iken, marka imajı yönetimi de üretimin alametifarikasıdır. 

Böyle bir diyalektik çözümleme yapabilmek için, Adorno ve Horkheimer’ın kapitalizm, tüketim toplumu ve kültür endüstrisi konularında kayda değer eleştiriler formüle etmekte kendi öznel iradelerini hakikaten seferber etmiş olduklarını kabul etmek önemlidir. Bunu reddetmek şöyle dursun, benim arzu ettiğim sadece bu eleştirileri nesnel toplumsal dünyanın içerisine bir yere konumlandırmaktır. Bu da akademik çevrelerde nadiren gündeme gelen gayet basit ve pratik bir soruyu sormayı gerektirir: Eğer kapitalizmin olumsuz etkiler doğurduğu kabul edilmekte ise, bu konuda ne yapılmalı? Söylemlerinin kasıtlı obskürantizmini süzgeçten geçirerek yaşamlarının ve çalışmalarının içinde daha da derine doğru kazdıkça, onların bu soruya verdikleri yanıt daha da berrak hale gelmekte ve ortak entelektüel projelerinin aslî toplumsal işlevini anlamak da bir o kadar kolay olmaktadır. Zira kapitalizme karşı zaman zaman ne kadar eleştirel olurlarsa olsunlar, başka bir alternatif bulunmadığını ve sonuç olarak bu konuda hiçbir şey yapılamayacağını veya yapılmaması gerektiğini muntazam biçimde vurgulamaktadırlar. Dahası aşağıda göreceğimiz üzere onların kapitalizm eleştirileri, sosyalizmi tavizsiz mahkûm edişleriyle kıyaslandığında sönük kalmaktadır. Alametifarikaları olan Eleştirel Kuram, sosyalizmin kapitalizmden çok daha kötü olduğuna hükmederek nihayetinde kapitalist düzene razı olunmasına götürür. Adorno ve Horkheimer’ın önerdiği eleştirel kuramı da kapitalist akademik camiada moda olmuş diğer diskurların çoğundan farksız olarak ABS Kuramı: Anything But Socialism (sosyalizm olmasın da ne olursa olsun) olarak adlandırmamız mümkündür.

Bu bakımdan Adorno ve Horkheimer’ın kapitalist dünyada bu kadar geniş çapta desteklenmesi ve reklamının yapılması hiç de şaşırtıcı değildir. Reel sosyalizm tehdidi karşısında, uyumlu, komünist olmayan Sol’u arkanda toplamak için bu gibi akademisyenleri 20. yüzyılın en önemli ve hatta en radikal Marksist düşünürlerinden bazıları diye parlatmaktan daha iyi bir taktik olabilir mi? Böylece “Marksizm”, tabandan sınıf mücadelesine direkt biçimde irtibatlı olmayan, aksine her türlü “tahakküm” biçimlerini oldukça serbest biçimde eleştiren ve nihayetinde güçlü sosyalist devletlerdeki sözde “faşist” korkunçluklar karşısında kapitalist denetim toplumlarının yanında saf tutan bir tür anti-komünist eleştirel kuram olarak yeni bir kalıba dökülebilir.

Kapitalist kültürde kara cahil anti-komünizm çok geniş çapta desteklendiğinden, Marksizm’in bu yeniden tanımlanması girişiminin gerici ve sosyal-şoven (nihayetinde burjuva toplumunu her türlü alternatifin üzerine yerleştirmesi anlamında) niteliği kimi okuyucular tarafından hemen fark edilemeyebilir. Ne yazık ki kapitalist dünyada nüfusun büyük kesimlerinin beyni reel sosyalizm söz konusu olduğunda titiz analizlerden ziyade cahilce kara çalmalara otomatik refleks verecek şekilde yıkanmıştır. Bir komünist gulyabani etrafında propagandif olarak kurgulanmış mitolojik korku hikâyeleri yerine, bu reel sosyalizm deneyimlerinin tüm iniş ve çıkışlarıyla belgelere dayalı tarihi, aşağıdaki argümanımızın anlaşılması bakımından elzem olduğundan, okuru diğerlerinin yanı sıra Annie Lacroix-Riz, Domenico Losurdo, Carlos Martinez, Michael Parenti, Albert Szymanski, Jacques Pauwels ve Walter Rodney gibi özenli tarihçilerin derin ve zengin eserlerine yönlendirme cüretini kendimde buluyorum. Okuru ayrıca kapitalizm ve sosyalizm arasında Minqi Li, Vicente Navarro ve Tricontinental: Institute for Social Research gibi titiz araştırmacılar tarafından yapılan önemli niceliksel mukayeseleri incelemeye davet ediyorum. Bu gibi çalışmalar egemen ideoloji tarafından aforoz edilmektedir ve bunun gayet haklı bir nedeni de vardır: Bunlar bayat klişelere ve bilgisiz ideolojik reflekslere dayanmak yerine ortadaki kanıtları bilimsel olarak tetkik ederler. Dahası, küresel teori endüstrisi tarafından teşvik edilen Eleştirel Kuram’ın spekülatif kalıplarınca öteden beri büyük ölçüde gölgede bırakılan, tam da bu gibi tarihsel ve materyalist tipte çalışmalardır.

Devrim ve Küresel Sınıf Savaşı Çağında Entelektüeller 

Yaşamlarının erken dönemleri Rus Devrimi’nin ve Almanya’daki devrim girişiminin dünya-tarihsel olaylarının damgasını taşısa da Adorno ve Horkheimer bataklık olarak telakki ettikleri kitle siyasetinden kendilerini sakınan estetik düşkünleriydi. Söz konusu olaylar Marksizm’e olan ilgilerini uyandırmış olmakla birlikte, bu ilgi ağırlıklı olarak entelektüel mahiyetteydi. Horkheimer Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Münih konsey cumhuriyeti çevresindeki faaliyetlere, bilhassa konseyin acımasızca bastırılmasından sonra katılımcılardan bazılarına destek sağlamak suretiyle ucundan kıyısından dâhil olmuştu. Buna karşın o, “zamanın patlamaya hazır siyasi olaylarına olan mesafesini korumaya ve kendisini öncelikle kendi şahsi ilgi alanlarına adamaya devam etti.” Adorno için de durum evleviyetle böyleydi.

Sınıfsal konumları bu bakımdan önemsiz olmaktan epey uzaktı, çünkü onları ve politik bakış açılarını toplumsal üretim ilişkilerinin geniş, nesnel dünyası içerisinde bir yere konumlandıran tam da budur. Her iki Frankfurt Okulu teorisyeni de varlıklı ailelerden gelmeydi. Adorno’nun babası “zengin bir şarap tüccarı”ydı ve Horkheimer’ınki de “birkaç tekstil fabrikasına sahip” bir “milyoner”di. Adorno’nun “sosyalist siyasi hayatla hiçbir şahsi bağı yoktu” ve yaşamı boyunca da “herhangi bir parti örgütünün resmi üyesi olmaya karşı derin bir tiksinti duymayı” sürdürdü. Benzer şekilde Horkheimer da asla “herhangi bir işçi sınıfı partisinin açık üyesi” olmadı. Aynı şey Frankfurt Okulu’nun erken yıllarında onunla ilişkili olan diğer isimler bakımından da genel itibarıyla doğrudur: “Horkheimer çevresine mensup olanların hiçbiri politik olarak aktif değildi; içlerinden hiçbiri işçi hareketi veya Marksizm kökenli değildi.”

John Abromeit’in sözleriyle, Horkheimer teorinin sözde bağımsızlığını koruma arayışındaydı ve “Lenin, Lukács ve Bolşeviklerin eleştirel teorinin işçi sınıfı veya daha spesifik olarak işçi sınıfı partileri içinde “kök salması” gerektiğine ilişkin tutumlarını reddediyordu. Eleştirel Eleştirel Kuramcıları, araştırmalarını proletarya temeline oturtmak yerine (ki bu onun “totaliter propaganda” olarak hor gördüğü bir çalışma biçimiydi), serbest entelektüeller olarak iş görmeye cesaretlendirdi. Adorno’nun genel tutumu, tıpkı Herbert Marcuse’ninki gibi, Marie-Josée Levallée tarafından şu ifadelerle özetlenmişti: “Lenin’in Ekim Devrimi’nin öncüsü haline getirdiği Bolşevik parti, Sovyet Devletini kendi suretinde şekillendirecek ve proletarya diktatörlüğünü kendi diktatörlüğüne dönüştürecek olan merkezîleştirici ve baskıcı bir kurumdu.”

Horkheimer 1930’da Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün direktörlüğünü devraldığında, onun idaresine karakterini veren şey; kapitalizm, sınıf mücadelesi ve emperyalizm hakkında titiz tarihsel materyalist çözümlemelerden ziyade kültür ve otorite ile ilgili spekülatif meşgaleler oldu. Gillian Rose’un sözleriyle, Horkheimer yönetimindeki Enstitü, “akademiyi siyasallaştırmak yerine” “siyaseti akademikleştirdi.” Bu belki de hiçbir yerde, “Horkheimer direktörlüğündeki Enstitü’nün, salt uzaktan dahi olsa politikayla ilgili olan her türlü faaliyetten değil, aynı zamanda Almanya’daki durumu kamuoyuna duyurmak ya da siyasi sığınmacıları desteklemek için yapılan her türlü kolektif veya örgütlü çabadan da uzak durmayı sürdüren değişmez politikasında” olduğundan daha açık biçimde görülmemiştir. Nazizm’in yükselişiyle birlikte Adorno, rejimin yalnızca “politik olarak dikkatleri üzerine çeken ortodoks Sovyet yanlısı Bolşevikleri ve komünistleri” hedef alacağını varsayarak (gerçekten de toplama kamplarına ilk kapatılacak olanlar onlar oldu) kış uykusuna çekilmeyi denedi. “Nazilerin ve onların ‘büyük güç’ politikalarının herhangi bir çeşidini açıktan eleştirmekten kaçındı.”

Amerikan Usulü Eleştirel Kuram 

İlerici siyasete açıktan katılmayı bu reddediş, Enstitü’nün 1930’ların başında liderleri tarafından Amerika Birleşik Devletleri’ne taşınmasıyla şiddetlenmişti. Frankfurt Okulu “geçmişteki ve halihazırdaki çalışmalarını yerel akademik veya kurumsal hassasiyetlere uygun düşecek biçimde sansürleyerek yerel burjuva düzenine” kendisini adapte etti. Horkheimer, ABD’li sponsorları gücendirmekten kaçınmak için Marksizm, devrim ve komünizm gibi sözcükleri Enstitü’nün yayınlarından çıkarttırdı. Dahası, Herbert Marcuse’un sonradan açıklayacağı üzere, her türlü siyasi faaliyet kesinlikle yasaktı. Horkheimer enerjisini şirketlerin ve devletin Enstitü için finansman sağlamalarını güvence altına almaya harcadı, hatta Enstitü’nün çalışmalarını ABD’de tanıtmak için bir halkla ilişkiler firması tuttu. Dolayısıyla, Almanya’dan gelen başka bir siyasi sığınmacı, Bertolt Brecht, Frankfurt akademisyenlerini  eleştirel biçimde (Stuart Jeffries’in aktardığına göre) “Amerika’daki sürgünleri sırasında vakıf desteği peşinde yeteneklerini ve fikirlerini baskıcı ABD toplumunun egemen ideolojisini desteklemek için meta olarak satan fahişeler” olarak nitelendirdiğinde tümden haksız sayılmazdı. Onlar gerçekten de herhangi bir işçi sınıfı örgütü tarafından kısıtlanmaksızın, piyasaya duyarlı Eleştirel Kuram ismindeki markalarına şirket ve devlet sponsorluğu kapma peşinde koşan serbest entelektüellerdi.

Brecht’in yakın arkadaşı Walter Benjamin, o dönemde Frankfurt akademisyenlerinin en önemli Marksist muhataplarından biriydi. Amerika Birleşik Devletleri’nde onlara katılamadı çünkü 1940’ta Fransa ve İspanya arasındaki sınırda trajik bir şekilde intihar etti, bir gece önce Naziler tarafından tutuklanmasına ramak kalmıştı. Adorno’ya bakılırsa, “kurtarılmış olduğu halde [ÇN: anlaşılmaz biçimde] kendini öldürmüştü” çünkü “Enstitü’nün daimî üyeliğine seçilmişti ve bunu biliyordu.” Ünlü filozofun sözlerini aktaracak olursak, Benjamin’in “seyahati için fonlar akıtılmıştı” ve o “maddi olarak bize tamamen güvenebileceğini” biliyordu. Benjamin’in intiharını koşullar dikkate alındığında anlaşılmaz bir kişisel karar olarak sunan bu tarih versiyonu, Ulrich Fries tarafından yakın zamanda yayınlanan ayrıntılı bir incelemeye göre, kişisel ve kurumsal aklanma uğruna yapılan bir riyakarlık girişimiydi. Fries’e göre, Frankfurt Okulu’nun önde gelen isimleri Benjamin’e Nazilerden kaçması için maddi yardımda bulunma konusunda isteksiz olmakla kalmayıp ikiyüzlülükle kendilerini onun hayırsever bağışçıları biçiminde takdim etmek için kapsamlı bir örtbas kampanyası yürütmüşlerdi.

İntiharından önce Benjamin, aldığı aylık maaşla Enstitü’ye finansal olarak bağımlıydı. Ancak Frankfurt akademisyenleri, Brecht’in ve devrimci Marksizm’in onun çalışmaları üzerindeki etkisinden hoşlanmıyorlardı. Adorno, Horkheimer’a Benjamin’in onun etkisinden “kesin olarak” kurtarılması gerektiğini anlatırken Brecht’i antikomünistlerin kullandığı “yabani” sıfatıyla nitelemekten hicap duymadı. Bu durumda Benjamin’in, kısmen Adorno’nun çalışmalarına yönelik eleştirilerinden ve 1938’de Baudelaire üzerine yaptığı çalışmanın bir bölümünü yayınlamayı reddetmesinden ötürü, maaşını kaybetmekten korkması şaşırtıcı değildir. Horkheimer Benjamin’e, faşist güçlerin etrafındaki çemberi daraltmaya başlamalarıyla hemen hemen aynı sıralarda, 1934’ten beri tek gelir kaynağı olan maaşının kesilmesine hazırlıklı olması gerektiğini açıkça söylemişti. Dahası, ABD’ye giden bir buharlı gemi için maliyeti 200 doların altında tutacak bir biletin ücretini ödeyip Benjamin’in güvenli bir hayata yolculuğunu finanse etmeyi reddettiğinde, ellerinin “maalesef bağlı” olduğunu iddia etti. Bu olay tam da Horkheimer’ın “münhasıran kendi tasarrufundaki bir banka hesabına fazladan 50.000 ABD doları aktarmasından bir ay sonra” gerçekleşmişti. Bu onun ilave bir 50.000 ABD dolarını (2022’deki eşdeğeri 1 milyon ABD dolarının biraz üzerinde bir tutarı) “sekiz ay içinde ikinci kez” güvence olarak elinde tutmasıydı. Temmuz 1939’da Friedrich Pollock da kapitalist bir milyonerin varlıklı oğlu olan ve babasının Arjantin’deki bir tahıl işletmesinden, emlak spekülasyonundan ve et ticaretinden elde ettiği kârlarla Frankfurt Okulu’nu finanse eden Felix Weil’den Enstitü için ilave bir 130.000 dolar daha almıştı.

Eksik olan para değil, siyasi iradeydi. Gerçekten de Fries, Horkheimer’ın Benjamin’i terk etme konusunda aldığı acımasız kararın, Enstitü direktörlerinin bir yandan “Nazi rejiminin zulmüne uğrayanlar için olağanüstü özveride bulunduklarına” dair sahte bir dış görünümün propagandasını yaparken diğer yandan “kendi şahsi yaşamsal hedeflerini sistematik biçimde diğer herkesin çıkarlarının üzerine yerleştirmeleri” biçimindeki daha geniş bir davranış kalıbının parçası olduğu konusunda Rolf Wiggershaus ile aynı fikirdedir. Helmut Heißenbüttel’e göre, Benjamin’in yazınsal mirası sonradan, adeta onun tabutuna son çiviyi çakmak istercesine, daha açık biçimde Marksist olan unsurlarından arındırıldı: “Adorno’nun Benjamin’in eseri için yaptığı her şeyde, Marksist-materyalist taraf silinmiş olarak kalır. […] Eser, hayatta kalmış tartışmalı aktarımcının kendi görüşünü empoze ettiği bir yeniden yorumlama biçiminde karşımıza çıkar.”

Todd Cronan; ayrıcalıklı bir yere konan ırk, kültür ve kimlik meseleleri lehine sınıfsal çözümlemeye giderek daha fazla sırt çevirdikçe (Pollock’un “Devlet Kapitalizmi”ni yazdığı yıl olan) 1940 dolaylarında Frankfurt Okulu’nun genel siyasi yöneliminde gözle görülür bir kayma olduğunu ileri sürdü. Adorno, o yıl Horkheimer’a: “Bana sık sık, geçmişte proletaryanın bakış açısından gördüğümüz her şey günümüzde korkunç bir güçle Yahudiler üzerinde yoğunlaşıyormuş gibi geliyor.” diye yazmıştı. Cronan’a göre; Adorno ve Horkheimer, “Marksizm’in içinden açtıkları delikten, sınıfı ekonomik bir meseleden ziyade bir iktidar, bir tahakküm meselesi olarak görme olasılığını çıkardılar (Yahudiler ekonomik sömürüyle tanımlanan bir kategori değildi). Ve bu olasılık bir kez ortaya çıktıktan sonra, solun genelinde baskın çözümleme tarzı haline geldi.” Başka bir deyişle, Frankfurt teorisyenleri, politik ekonomi temeline dayanan tarihsel materyalist çözümlemeden uzaklaşarak, ileride neo-liberal çağda pekişmiş hale gelecek olan kültüralizme ve kimlik siyasetine doğru daha genel bir kayma için sahnenin hazırlanmasına yardımcı oldular.

1944-45’te Pollock’un yönetimi altındayken Enstitü’nün “Amerikan İşçi Sınıfında Anti-Semitizm” üzerine kapsamlı bir çalışmayı üzerine alması bu bakımdan son derece açıklayıcıdır. Faşizm, kapitalist egemen sınıfın geniş mali desteğiyle iktidara yükselmişti ve dünya çapında savaş yolunda yürüyüşünü daha hâlâ sürdürüyordu. Buna karşın Frankfurt akademisyenlerine, faşizmin kapitalist finansörlerinden ya da Sovyetlere karşı bir savaş sürdürmekte olan asıl Nazilerden ziyade, ABD işçilerinin sözde anti-semitizmine odaklanmaları için para ödeniyordu. “Komünistler tarafından yönetilen” sendikaların bu konuda içlerindeki en kötüleri olduğu ve dolayısıyla onların “faşist” eğilimleri bulunduğu şeklinde garip bir sonuca vardılar: “Bu sendikaların üyeleri komünist olmaktan çok faşist kafalıdır.” Söz konusu çalışma Jewish Labor Committee (Yahudi İşçi Komitesi – JLC) tarafından yaptırtılmıştı. JLC’nin liderlerinden biri olan David Dubinsky’nin CIA ile çok sayıda bağı vardı ve CIA ajanları Jay Lovestone ve Irving Brown gibileriyle birlikte, Şirket’in [ÇN: CIA’nin diğer adı] emek örgütlerini ele geçirme ve komünistlerden temizlemeye dönük geniş kapsamlı kampanyasının içinde yer alanlardan biriydi. Anlaşılan odur ki komünist sendikaları en anti-semit ve hatta “faşist” sendikalar olarak tanımlamak suretiyle Frankfurt Okulu, komünist işçi hareketinin yok edilmesi için aranan ideolojik gerekçelerin bazılarını temin etmiştir.

Düşman ülke vatandaşları hakkındaki kanun ve kararnamelere ilaveten ABD’nin iktidardaki seçkinlerinin anti-komünist ve bazen de faşistsever tutumları nedeniyle, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün ABD yetkilileriyle yaptığı işbirliği ve uyguladığı otosansür kimilerince haklı görülebilir. Gerçekten de 21 Ocak 1944 itibarı ile Federal Soruşturma Bürosu (FBI), Enstitü’nün geçmişine ve faaliyetlerine dair detaylı bir değerlendirmeye istinaden, onun komünistlerin bir paravan örgütü olarak hizmet ediyor olabileceğine duyulan kaygı nedeniyle yaklaşık on yıl boyunca akademisyenleri gözetlemek üzere çok sayıda jurnalciyi seferber etmişti. Muhbirler arasında Karl Wittfogel gibi Enstitü’nün yakın işbirliği içinde olduğu isimler, sair profesyonel meslektaşlar, hatta komşular bile vardı. Buna karşın Büro şüpheli davranışa dair hemen hemen hiç kanıt bulamadı ve Frankfurt akademisyenlerine kişisel yakınlıkları bulunan bazı ihbarcılar Eleştirel Kuramcıların “Hitler ve Stalin arasında amaç ve taktikler bakımından hiçbir fark olmadığına inandıklarını” aktardıklarında FBI memurlarının içinin rahatlamış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, aşağıda göreceğimiz üzere, Batı Almanya’ya yerleştikleri ve artık FBI takibatının ve tutuklanma veya sınır dışı edilme ihtimalinin doğrudan tehdidi altında olmadıkları zamanlar da dahil, bazı yazılarında bu sözleri neredeyse kelime kelimesine tekrar edeceklerdi. 

Doğu’ya çamur at, Batı’yı (ondan maaş alırken) savun

1949-50’de Frankfurt Okulu’nun entelektüel temsilcileri, Enstitü’yü komünizme karşı entelektüel dünya savaşının merkez üslerinden biri olan Batı Almanya’ya geri taşıdılar. Perry Anderson şöyle yazıyor: “KPD’nin [Almanya Komünist Partisi] yasaklanmak üzere olduğu ve SPD’nin [Almanya Sosyal Demokrat Partisi] Marksizm ile her türlü bağını resmen terk ettiği bu ortamda, Enstitü’nün depolitizasyonu tamamlandı.” İlk yıllarda ara sıra Adorno ve Horkheimer’ın soluna doğru konumlanan Jürgen Habermas da bundan aşağı kalmaksızın Horkheimer’ı “eleştirel gelenekle çelişen oportünist bir konformizm içinde olmak”la suçladı. Gerçekten de Horkheimer, Habermas’ın “burjuva toplumunun zincirlerinden” bir kurtuluş olasılığını öne sürmeye cüret ederek liberal demokrasiyi eleştiren ve “devrim”den söz eden iki makalesini yayınlamayı reddederek Enstitü’nün çalışmalarına sansür uygulamayı sürdürmüştü. Özel mektuplaşmalarında Horkheimer, Adorno’ya açık sözlülükle “bu pranga toplumunun kamu fonlarına bağımlı biçimde varlığını sürdüren bir Enstitü’nün araştırma raporunda bu tür kayıtların yer alması açıkçası mümkün değildir” diye yazmıştı. Bu, Frankfurt Okulu’nun ideolojisinin ya da en azından kamusal söyleminin arkasındaki itici gücün, onun kendini yasladığı ekonomik zemin olduğuna dair lafı hiç dolandırmaksızın yapılmış bir itiraf gibi görünmektedir.

Bu bağlamda Horkheimer çevresinin sekiz üyesinden beşinin ABD hükümeti ve ulusal güvenlik devleti için araştırmacı ve propagandist olarak çalışmış olduklarını hatırlamak önemlidir. ABD hükümeti ve ulusal güvenlik devletinin “üyelerinin bir kısmı hükümetin hassas araştırma projeleri üzerinde çalışmakta olan Frankfurt Okulu’nun sadakatinin devamlılığında özel çıkarı bulunuyordu”. Horkheimer ve Adorno, Enstitü’den daha fazla destek aldıklarından bunların arasında değildi ama Adorno ABD’ye esasen “hükümetin psikolojik harp programlarının de facto uzantılarından biri” olan, Paul Lazarsfeld’in Radyo Araştırmaları Ofisi’nde çalışmak için göç etmişti. Bu iletişim araştırmaları merkezi, Rockefeller Vakfı’ndan 67.000 dolarlık önemli bir hibe almıştı ve ABD ulusal güvenlik devleti ile çok yakın çalışıyordu (hükümetin verdiği para yıllık bütçesinin yüzde 75’inden fazlasına denk geliyordu). Rockefeller Vakfı ayrıca, Frankfurt Üniversitesi’nde misafir profesörlüğe başladığı 1948 Nisan’ında Horkheimer’ın Almanya’ya ilk geri dönüşünü de finanse etmişti. 

Unutmayalım ki, Rockefeller’lar ABD kapitalizminin tarihindeki en büyük gangster ailelerinden biridir ve vakıflarını, çalıntı servetlerinin bir kısmını “entelektüel faaliyetlerin ve kültürün yozlaştırılması” için seferber etmelerine imkân veren bir vergi sığınağı olarak kullanırlar. Üstelik Frankfurt Okulu’nun sponsorluğunu yaptıkları sırada, ulusal güvenlik devletiyle doğrudan ilişkiliydiler. Nelson Rockefeller, Amerika Kıtası İşleri Koordinatörlüğü Ofisi’nin (çalışmaları Stratejik Hizmetler Ofisi’ne ve CIA’ninkine benzeyen bir federal propaganda ajansı) müdürü olarak görev yaptıktan sonra, 1954’te ABD Başkanı’nın Soğuk Savaş Stratejisi Konusunda Özel Asistanı unvanıyla, gizli istihbarat operasyonlarının “süper koordinatörü” oldu. Ayrıca (Church Komitesi raporu ve diğer kaynaklar tarafından ifşa edildiği üzere ) Şirket’le etle tırnak gibi çalışma konusunda engin bir geçmişe sahip çok sayıdaki diğer kapitalist vakıf gibi Rockefeller Fonu’nun da CIA paraları için bir kanal olarak kullanılmasına izin verdi.

Kapitalist egemen sınıfa ve ABD imparatorluğuna olan tüm bu bağlar karşısında, ABD hükümetinin Enstitü’nün Batı Almanya’ya geri taşınmasını 1950 yılında 435.000 DM (103.695 ABD doları veya 2022 yılı itibarıyla 1.195.926 ABD dolarının eşdeğeri) gibi son derece kayda değer bir bağışta bulunarak desteklemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Bu fonlar, ABD’nin Almanya Yüksek Komiseri John McCloy tarafından yönetiliyordu. McCloy ABD’li iktidar seçkinlerinin çekirdek kadrosunun bir mensubuydu. Büyük petrol şirketleri ve IG Farben için hukukçu ve bankacı olarak çalışmış ve Nazi savaş suçlularına kapsamlı aflar ve ceza indirimleri temin etmişti. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ulusal güvenlik devletinin mimarlarından biri olarak hizmet ettikten sonra (derin devlet ile kapitalist egemen sınıf arasındaki yakın ilişkinin göstergesi olan bir kariyer hamlesiyle) Chase Manhattan Bank’ın, Dış İlişkiler Konseyi’nin ve Ford Vakfı’nın başkanı olarak yoluna devam etti. Enstitü, McCloy tarafından sağlanan fonlara ilaveten özel bağışçılardan, Sosyal Araştırmalar Derneği’nden ve Frankfurt belediyesinden de destek aldı. 1954’te, “Anti-Bolşevik Liga’nın kurucu üyesi olan ve Nazi Partisini finanse etmiş olan” Mannesmann şirketi ile bir araştırma sözleşmesi bile imzaladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Mannesmann şirketi köle emeği kullanmıştı ve Yönetim Kurulu Başkanı da Üçüncü Reich’ın Savaş Ekonomisi Lideri olan Nazi Wilhelm Zangen’di. Frankfurt Okulu’nun bu şirketle akdetmiş olduğu savaş sonrası sözleşme, üstü kapalı biçimde bu tür bir çalışmanın yönetimin sosyalist örgütlenmeyi durdurmasına veya engellemesine yardımcı olacağı imasıyla, işçilerin kanaatlerinin sosyolojik açıdan incelenmesine ilişkindi. 

Kapitalist hükümetlerin ve şirketokrasinin Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nü neden desteklemiş olabileceğinin belki de en net açıklaması Shepard Stone’un sözlerinde bulunabilir. Stone’un Ford Vakfı’nda Uluslararası İlişkiler Direktörü olarak görev yapmaya başlamadan önce bir gazetecilik ve askeri istihbarat geçmişi olduğunu ve bu sırada dünyanın dört bir yanında kültürel projelerin finansmanı için CIA ile yakın işbirliği içinde çalıştığını not etmemiz gerekir (hatta Stone, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin CIA kökenli olduğunun ortaya çıkmasının ardından bir marka değişikliği çabasıyla Uluslararası Kültürel Özgürlük Derneği şeklinde yeniden adlandırılmasından sonra bu derneğin başkanı bile oldu). Stone 1940’larda İşgal Altındaki Almanya Yüksek Komiserliği’nin halkla ilişkiler müdürüyken, ABD Dışişleri Bakanlığı’nı Adorno’nun pasaportunu uzatmaya teşvik etmek için kişisel bir not gönderdi: “Frankfurt Enstitüsü, demokratik teknikler hakkında bir şeyler bilecek Alman liderler yetiştirmeye yardımcı oluyor. Profesör Adorno gibi adamların Almanya’da çalışma fırsatına sahip olmasının o ülkedeki genel demokratik hedeflerimiz için önemli olduğuna inanıyorum.” Enstitü, tam da ABD devletinin ve kapitalist egemen sınıfın desteklemek istediği -ve de desteklediği- türden ideolojik çalışmalar yapıyordu. 

Horkheimer, Enstitü’yü finanse eden “pranga toplumu”na ideolojik uyumluluğun buyruklarını yerine getirerek hatta bunu da aşarak, ABD’nin Batı Almanya’daki, istihbarat servisleri eski Nazilerle dolup taşan anti-komünist kukla hükümetine olduğu kadar Vietnam’daki (Çinlileri durdurmak için gerekli olduğuna hükmettiği) emperyal projesine de olan dalkavukluk derecesindeki desteğini açıkça dile getirdi. Mayıs 1967’de Almanya’da, anti-komünist Kulturkampf‘ın propaganda ileri karakolları olan Amerika-Häuser‘in [ÇN: Amerika Evleri] birinde konuşması sırasında, ciddiyetle şunları deklare etti: “Amerika’da, bir savaş yürütmek gerekli olduğunda, –şimdi bana kulak veriniz [… ] bu pek de vatanın savunulmasına dair bir mesele değildir, özünde anayasanın savunulmasına, insan haklarının savunulmasına dair bir meseledir.” Eleştirel Kuram’ın baş papazı burada; bir yerleşimci kolonisi olarak kurulan ve yerli nüfusu soykırımla yok edişi -Martin Luther King Jr.’ın Nisan 1967’de ileri sürdüğü gibi- modern dünya tarihinde muhtemelen en kanlı ayak izini bırakmış bir emperyalist yayılmacılık projesiyle (İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile Horkheimer’ın bu yüz kızartıcı iddiayı bir ABD propaganda platformu aracılığıyla neşrettiği 1967 yılı arasında gerçekleşen yaklaşık 37 askerî ve CIA müdahalesi de dahil) kusursuz biçimde kaynaşmış olan bir ülkeyi betimlemektedir.

Adorno önemli siyasi olaylar üzerine kamuoyuna açıklamalar yapmaktan kaçınarak sıklıkla küçük-burjuva işbirlikçi pasifizm siyasetine teslim olsa da, yapmış olduğu az sayıdaki açıklama çarpıcı biçimde gericiydi. Örneğin 1956’da; İsrail, Britanya ve Fransa tarafından Mısır’a karşı girişilen, Süveyş Kanalı’nı ele geçirmeyi ve Nasır’ı devirmeyi hedefleyen emperyalist işgali (ki bu Birleşmiş Milletler tarafından kınanan bir eylemdi) savunmak için Horkheimer ile ortaklaşa bir makale kaleme aldı. Bağlantısızlar hareketinin önde gelen sömürgecilik karşıtı liderlerinden biri olan Nasır’dan “Moskova ile kafa kafaya verip komplo kuran […] faşist bir kabile reisi” şeklinde söz ederek “Bu soyguncu Arap devletlerinin yıllardır İsrail’in üzerine çullanmak ve oraya sığınmış olan Yahudileri katletmek için bir fırsat aradıklarına dikkat çekmeye kimse cüret dahi etmemektedir.” diye feryat ediyorlardı. Bu sözde-diyalektik tersyüz etmeye bakılırsa “soyguncu” olan, Arapların kendi kaderini tayin hakkına tecavüz etmek için merkez emperyalist ülkelerle birlikte çalışan yerleşimci kolonisi değil, Arap devletleridir. Lenin’in, küresel teori endüstrisinde “diyalektik” diye el üstünde tutulan şeylerin çoğunun karakteristiği olan bu tür safsataları şiddetle reddetmesini hatırlamamız isabetli olur: “Diyalektiğin safsataya giden bir köprü hizmetini görmesi […] hiç de seyrek rastlanan bir durum değildir. Ama biz yine de diyalektikçiler olmaya devam ederiz ve safsataya karşı, genel itibarıyla bir biçimden diğerine her dönüşüm olasılığını inkâr etmek suretiyle değil aksine verili olguyu kendi somut ortamı ve gelişimi içerisinde çözümleyerek savaşırız.” Adorno ve Horkheimer usulü idealist baş aşağı çevirmelerde eksik olan tam da bu biçimde somut, materyalist bir çözümlemedir.

Frankfurt Okulu’nun önde gelenleri aynı yıl en bariz biçimde siyasi içerikli metinlerinden birini yayınladılar. Bu metinde, sömürgecilik karşıtı küresel kurtuluş hareketini ve sosyalist bir dünyanın inşasını desteklemek yerine, -birkaç ufak tefek istisna haricinde- Batı’nın üstünlüğünü göklere çıkarırken Sovyetler Birliği’ni ve Çin’i defalarca kötülemektedirler. Doğu’daki “barbarlar” hakkında ırkçılığın envanterinden çıkma nitelemeleri yardıma çağırarak açıkça alt-insanlaştırıcı bir kelime haznesini kullanmak suretiyle, “canavarlar” ve “Moğol sürüleri” şeklinde tanımladıkları bu insanların “köleliği” seçmiş “faşistler” olduğunu dümdüz ilan etmektedirler. Hatta Adorno, yanılgıya düşüp “Rusların sosyalizmi savunduklarını” düşünen Almanları yerden yere vurmakta, onlara Rusların aslında “faşistler” olduğunu hatırlatmakta ve (kendini burada özdeşleştirdiği) “sanayiciler ile bankacıların” bunu zaten bildiklerini ilave etmektedir.

Adorno bu metinde, alışılageldiği üzere tek bir kaynak dahi göstermediği halde sanki onların yazdığı her şeyi okumuş gibi (bildiğim kadarıyla Rusçası bile yoktu) yüzsüzce, “Rusların yazdığı her şey ideolojiye, kaba, aptal zırvalara kayıyor” iddiasında bulunur. Rus düşüncesinde “bir barbarlığa dönüş unsuru” bulunduğunu ileri sürerek, ki ona bakılırsa aynı şey Marx ve Engels’te de bulunabilirmiş, bunun “en ileri burjuva düşüncesindekinden bile daha fazla cisimleşmiş” olduğunu utanmadan sıkılmadan iddia eder. Bu kadar ikiyüzlü bir biçimde tribünlere oynamak yetmezmiş gibi Adorno, Horkheimer ile ortaklaşa gerçekleştirdiği bu yazım projesini “sıkı sıkıya Leninist bir manifesto” olarak tanımlayacak kadar küstahtır da. Bütün bunlar “kimseye eyleme geçme çağrısında bulunmadıklarının” altını çizdikleri bir tartışma içinde yer alır ve Adorno burjuva düşüncesini ve “kültürün en gelişmiş hali” diye adlandırdığı şeyi açıkça sosyalist düşüncenin sözde barbarizminin üzerinde bir yere yüceltir. Bu yetmezmiş gibi Horkheimer da yine bu bağlamda, “Leninist” ortağını aksini ispatlama konusunda hiç de provoke etmeyen kendinden emin bir iddiada bulunarak yaptığı dünya-tarihsel bir çıkarımla sosyal şovenizmlerini ikiye katlamıştır: “Refah ve adalet söz konusu olduğunda Avrupa ve Amerika’nın muhtemelen bugüne kadar tarihin ürettiği en iyi uygarlıklar olduğuna inanıyorum. Şimdi kilit nokta, bu kazanımların korunmasını güvence altına almaktır.” Bu satırlar; ABD’de ırk ayrımcılığının halen daha büyük ölçüde hüküm sürdüğü, ABD’nin anti-komünist cadı avları ve dünyanın dört bir yanında istikrarsızlaştırma kampanyaları ile meşgul olduğu ve son zamanlarda İran (1953) ve Guatemala’da (1954) demokratik olarak seçilmiş hükümetleri devirerek emperyalist nüfuzunu genişlettiği, Avrupalı güçlerin de sömürgelerini elde tutmak veya onları yeni-sömürgelere dönüştürmek için şiddetli mücadeleler yürütmekte olduğu 1956 yılında yazılmıştı.

“Faşizm ve Komünizm Birbirinin Aynıdır”

Adorno ve Horkheimer tarafından öne sürülen en istikrarlı siyasi iddialardan biri; eğer kendisini sosyalist devlet-inşası projelerinde, “Üçüncü Dünya”nın sömürgecilik karşıtı hareketlerinde ve hatta Batı dünyasındaki Yeni Sol hareketlenmelerde görünür kılarsa komünizm ile faşizm arasında “totaliter” bir eşdeğerlik olduğudur. Her üç vakada da “pranga toplumundan” koptuklarını düşünenler, işleri sadece daha da kötü hale getirmektedir. Batılı kapitalist ülkelerin kapitalist dünyanın içerisinden zuhur etmiş olan faşizme karşı kayda değer bir siper işlevi görmediği ve onu nihai olarak mağlup edenin kesinlikle Sovyetler Birliği olduğu apaçık gerçeği, Adorno ve Horkheimer’ı (sömürgecilik karşıtı hareketler ve 1960’ların ayaklanmaları bakımından sosyalizmin önemi hakkında hiçbir şey söylememek anlamına gelen) bu zırcahil ve basite indirgenmiş tezin geçerliliği konusunda kafa yormaya sevk etmemiş gibi görünmektedir. Aslına bakılırsa, Auschwitz’in korkunçlukları hakkındaki tüm ahlaki fikir yürütmelerine rağmen Adorno’nun, bu kötü şöhretli toplama kampını gerçekte kurtaranın kim olduğunu (Kızıl Ordu) unuttuğu anlaşılıyor.

Horkheimer, kendi at nalı teorisi versiyonunu 1942’de yayınlanan ve Enstitü’nün diğer yayınlarının çoğundaki Ezop dilinden ayrışan sınırlı sayıda basılmış bir broşürde, özel bir netlikle formüle etmişti. Friedrich Engels’i doğrudan ütopyacılıkla suçlayarak, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının baskının artmasına ve nihayetinde otoriter bir devlete yol açtığını ileri sürdü. Bu milyoner çocuğuna bakılacak olursa, “burjuvazi daha önce mülkü aracılığıyla hükümeti kontrol altında tutuyordu”, oysa yeni toplumlarda sosyalizm, insanın (parti, şanlı lider veya tarihin sözde ilerlemesi aracılığıyla) “kendisinden daha büyük bir şey adına hareket ettiği” yanlış inancını üretmek haricinde, tek kelimeyle “işlemiyordu”. Horkheimer’ın bu makaledeki konumu, Batı Solunda gayet yaygın bir ideoloji olan anarko-antikomünizmle mükemmel bir uyum içindedir: “sınıfsız bir demokrasinin”, partilerin veya devletlerin habis olduğu varsayılan etkisi olmaksızın, halkın içinden “özgür anlaşma” yoluyla kendiliğinden ortaya çıkması gerekir. Domenico Losurdo’nun meselenin özüne inen bir kavrayışla dikkat çektiği üzere; 1940’ların başlarında Nazi savaş makinesi SSCB’yi yakıp yıkmaktaydı, dolayısıyla Horkheimer’in sosyalistlere devleti ve parti merkeziyetçiliğini terk etme çağrısı, Nazilerin soykırımcı azgınlığı karşısında silahlarını bırakıp teslim olmalarını talep etmekten öte bir şey değildi.

Horkheimer’ın 1942 tarihli broşürünün sonunda, sosyalizmde arzu edilebilecek bazı şeyler olabileceğine dair muğlak öneriler bulunsa da sonraki metinler, sosyalizmi şüpheye mahal vermez biçimde reddedişlerini net olarak ortaya koyacaktı. Örneğin, Adorno ve Horkheimer, Sovyetler Birliği’ne dair yaklaşımları hakkında kamuoyuna bir açıklama yapmayı düşündükleri sırada Adorno, ortaklaşa yazılması planlanan bir yazının aşağıdaki taslağını Horkhemier’a gönderdi: “Bizim felsefemiz, çağın genel toplumsal eğiliminin diyalektik bir eleştirisi olarak, Sovyetler Birliği’nden etrafa yayılan siyasete ve doktrine en keskin biçimde muhalif konumdadır. Halk demokrasileri kılığına girmiş askeri diktatörlüklerin pratiğinde, yeni bir baskı biçiminden başka bir şey göremiyoruz.” Reel sosyalizmin maddeci çözümlemesi konusunda Adorno ve Horkheimer’daki kahredici eksiklik dikkate alındığında, bu bağlamda şunu not etmekte yarar var, CIA bile Sovyetler Birliği’nin bir diktatörlük olmadığının farkındaydı. 2 Mart 1955 tarihli bir raporda Teşkilat açıkça şunu ifade etmişti: “Stalin’in zamanında bile kolektif liderlik vardı. Batı’nın, komünist düzen içerisindeki diktatöre dair fikri abartılıdır. Bu konudaki yanlış anlamalar, komünist iktidar yapısının gerçek doğasının ve örgütlenmesinin anlaşılmasındaki eksiklikten kaynaklanmaktadır.”

1959’da Adorno, daha önceki bu taslakta atıfta bulunulan “filisten aklın utanç verici gerçeğini”, yani – Batı’daki Soğuk Savaş ideolojisiyle tam bir uyum içerisindeki- faşizm ve komünizmin birbirinin aynı olduğu, çünkü onların “totalitarizmin” iki biçimi olduğu fikrini yeniden işleyip çevrime soktuğu “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?” başlıklı bir metin yayınladı. Adorno, bu iki savaşan kampı aşikar biçimde birbirinden ayıran “politik-ekonomik ideoloji” perspektifini açıktan reddederek, onları birleştiren daha derin bir sosyal-psikolojik dinamiğin ayırdına varma imtiyazına sahip olduğunu iddia etti. “Otoriteryen kişilikler” olmaları hasebiyle, diye buyuruyordu kiliseye özgü bir yanılmazlık edasıyla, faşistler ve komünistler “zayıf egolara sahiptir” ve bunu, kendilerini “reel iktidar” ve “büyük kolektifler” ile özdeşleştirerek telafi ederler. Nitekim “otoriteryen kişilik” kavramının bizzat kendisi, sahte diyalektiği psikolojiyle harmanlamak üzerinden karşıtları birbiriyle sentezlemeyi amaçlayan dalavereci bir tuhaflıktır. Ayrıca tarihsel izahat bakımından, psikolojinin ve belli bazı düşünüş biçimlerinin, en azından burada, neden maddî güçlerden ve sınıf mücadelesinden daha merkezi önemde olduğu sorusunu akla getirmektedir.

Faşistleri ve komünistleri psikolojik olarak özdeşleştirme konusundaki bu girişime rağmen, Adorno yine de aynı metinde, Bolşeviklerin (tıpkı Hitler’in kendisinin de söylediği gibi) Batı uygarlığına karşı bir tehdit olması gerçeği karşısında, Nazilerin Sovyetler Birliği’ne saldırısının geriye bakıldığında haklı bulunabileceğini öne sürdü. Adorno, “Batı Avrupa’nın eteklerinin Doğu tarafından kuşatılması tehdidi barizdir” diye iddia etti ve “kim buna direnmekte başarısız olursa, Chamberlain’in yatıştırma politikasını tekrar etmekten aynı biçimde suçlu olur.” Analoji kendini belli etmektedir, çünkü bu durumda, eğer kişi onlara karşı doğrudan savaşmıyorsa, bu “faşist” komünistleri yatıştırmak anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle, sözcük seçimi ne kadar belirsiz ve dolambaçlı olursa olsun bu, komünizmin yayılmasına askeri yöntemlerle karşı durulması için davul zurnayla yapılan bir çağrı gibi görünmektedir (ve Horkheimer’ın ABD’nin Vietnam’daki emperyalist savaşına verdiği destekle tamamen aynı doğrultudadır).

Adorno reel sosyalizmi şiddetle reddedişini, Alfred Sohn-Rethel ile yaptığı fikir teatisinde de tam boy sergilemişti. Alfred Sohn-Rethel, Adorno’ya Negatif Diyalektiğin dünyayı değiştirmek hakkında söyleyecek bir şeyleri olup olmadığını ve Çin Kültür Devrimi’nin onun mahkûm ettiği “olumlayıcı geleneğin” bir parçası olup olmadığını sordu. Adorno buna, felsefeyi pratiğe geçirme konusunda “resmi Marksizm”den gelen “ahlaki baskıyı” reddettiği cevabını verdi. “Bizi yılgınlıktan başka hiçbir şey kurtaramaz,” diye buyurdu fiyakalı imzası olmuş küçük-burjuva melankolisiyle. Komünist Çin’deki olayların umutlanmak için bir neden olmadığını her ihtimale karşı sözlerine ilave ederken, hatırlanmaya değer bir ısrarla, kendisinin tüm fikir yaşamının sosyalizmin bu biçimine – ve muhtemelen diğer biçimlerine de- karşı kararlı bir mücadeleyle şekillendiğini belirtti: “Eğer onun karşısında dehşete kapılmaktan başka herhangi bir şey hissettiğimi kabul edecek olsaydım, hayatım boyunca düşündüğüm her şeyi inkâr etmem gerekirdi.” Adorno’nun yılgınlığa açıkça boyun eğişi ve eşanlı olarak reel sosyalizme karşı duyduğu tiksinti, yalnızca kendine özgü kişisel tepkilerden ibaret değildir, aksine belirli bir sınıfsal pozisyondan kaynaklanan duygulanımlardır. “Çağdaş işçi hareketinin temsilcileri,” diye yazmıştı Lenin 1910’da, “karşı çıkacak çok şeyleri olduğunu, ama ortada yılgınlığa düşecek bir şey bulunmadığını görmektedirler.” Dünyadaki ilk başarılı sosyalist devrimin önderi, adeta Adorno’nun küçük burjuva karamsarlığını önceden gören bir betimlemeyle, açıklamalarını şöyle sürdürmüştü: “Yılgınlık, kötülüğün nedenlerini anlamayanların, hiçbir çıkış yolu görmeyenlerin ve mücadele yeteneğinden yoksun olanların tipik özelliğidir.”

Adorno bu düşünce tarzını, daha doğrusu hissiyatı, 1960’ların anti-emperyalist ve anti-kapitalist öğrenci aktivizmine dönük eleştirilerinde de izlemeye devam etti. Bu aktivizmin “sol faşizm” ile aynı kapıya çıktığı konusunda (geçmişte kendisi de Hitler Gençliği’nin bir üyesi olan ve dört yıl boyunca da “Nazi filozof”a -Heidegger’i böyle adlandırıyordu- talebelik eden) Habermas’la hemfikirdi. Batı Almanya’nın, bazı öğrencilerin iddia ettiği gibi “faşist” bir devlet olmayıp işleyen bir demokrasi olduğunu savundu. Aynı zamanda, “ne yapmalı?” sorusuna iyi diyalektikçilerin vermesi gereken cevabın, “hiçbir şey” olması gerektiğini açıktan iddia ederek, öğrencilere ve savaş karşıtı harekete verdiği destekle onları yanlış yönlendirdiğine hükmettiği Marcuse ile münakaşa etti: “Gerçek praksisin amacı, kendi kendisinin ortadan kaldırılması olacaktır.” Marksizm’in en temel ilkelerinden birini, özellikle de pratiğin teoriye önceliğini, diyalektik safsatayla böylece tersyüz etti. Marx’ı baş aşağı çevirmek konusundaki bu bağlam içinde, kapitalist dünyanın ideolojik kutsal ezberini bir kez daha yineledi: “faşizm ve komünizm birbirinin aynıdır”. Bu sloganı “küçük burjuvaca malumun ilamı” olarak adlandırmasına rağmen, görünen o ki sloganın sahip olduğu ideolojik mevkinin hakkını teslim ederek, hiç yüzü kızarmadan onu benimsedi.

Adorno ve Horkheimer’ın reel sosyalizm ve daha genel olarak ilerici toplumsal hareketler üzerine düşünüş biçimlerinin alametifarikası idealizmdir. Çamur attıkları deneyimleri diğer konulara yaklaşırken zaman zaman gösterdikleri titizlik ve ciddiyetle incelemek yerine (her ne kadar kuduz soğuk savaşçı Arthur Koestler’inkiler gibi emperyalist devletler ve onların istihbarat servisleri tarafından bolca finanse edilen ve desteklenen anti-komünist yayınların birkaçına arada bir atıfta bulunsalar da) somut çözümlemelerden mahrum klişe varsayımlara ve anti-komünist uydurmalara bel bağlarlar. Bu durum sosyalist devlet inşası deneyimlerine attıkları iftiralar bakımından bilhassa geçerlidir. Mesele hakkındaki yazılarında çarpıcı biçimde, konu üzerine yapılmış herhangi bir özenli akademik çalışmaya atıfta bulunulmamış olduğu gibi, böylesi ciddi bir sorumluluk tamamen gereksizmiş gibi hareket ederler. Bu metinler hiçbir ayrıntı, nüans veya karmaşıklığa aldırış etmeksizin, salt yazarlarının anti-Stalinist samimiyetlerinde kararlı biçimde ısrar ederek, egemen ideolojinin önünde secde ederler.

Bu durumda, 1960’ların sonlarında öğrencilerin bu Frankfurtlu akademisyenlerin “teoride eleştirel, pratikte konformist” olan, “otoriter devletin solcu şaklabanları” olduklarını iddia eden bildiriler dağıtırken haklı olup olmadıklarını merak etmekten insan kendini alamıyor. Theodor Adorno’nun doktora öğrencilerinden biri olan Hans-Jürgen Krahl, “Scheißkritische Theoretiker [Boktan-Eleştirel Kuramcılar]” diyerek akıl hocasının ve diğer Frankfurt profesörlerinin itibarını herkesin önünde zedeleyecek kadar ileri gitmişti. ABS Kuramı’nın bu yılmaz savunucuları hakkındaki özlü eleştirisini, mensubu olduğu Alman Sosyalist Öğrenciler Birliği ile bağlantılı bir üniversite işgali nedeniyle Adorno’nun ısrarlı talebi üzerine tutuklanmakta olduğu sırada dillendirmişti. Negatif Diyalektik’in yazarının kendi öğrencilerini tutuklatmak için polisi aramış olduğu gerçeği, onu politik olarak eleştirenler tarafından mutat biçimde atıfta bulunulan bir husustur. Ancak gördüğümüz üzere, bu buzdağının sadece görünen kısmıdır. Bu tuhaf bir anomali olmak şöyle dursun, onun siyasetiyle, entelektüel aygıt içindeki sosyal işleviyle, sınıfsal duruşuyla ve küresel sınıf mücadelesi içindeki genel yönelimiyle tamamen tutarlı bir davranıştır. 

Batı “Marksizm’inin” Tuileri

Brecht, metalaştırılmış bir kültürün özneleri olarak her şeyi geriye doğru götüren entelektüellerin (Intellektuellen), kendi türettiği “Tui” (entelektüel kelimesinin tersyüz edilmişi Tellekt-uellen-in) adıyla anılmasını önerdi. 1930’larda bir Tui-Romanı yazmaya dair fikirlerini Benjamin ile paylaşmıştı ve daha sonra da, önceki notlarından ortaya çıkan “Turandot ya da Aklayıcılar Kongresi” başlıklı bir oyun yazdı. Kapitalist egemen sınıftan aldıkları fonlarla Batı Almanya’ya yerleşen Frankfurt akademisyenlerinin aksine, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist devlet inşası deneyimine katkıda bulunmak için Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne dönen Brecht, Turandot’u kısmen bu Batılı “Marksist”lerin satirik eleştirisi olarak kaleme almıştı. 

Oyunda Tuiler, her şeyi olduğunun tam aksi biçimde gösterdikleri için oldukça dolgun bir maaş alan profesyonel aklayıcılar olarak temsil edilir. Turandot’ta Sen, “Bütün ülkede adaletsizlik hüküm sürüyor” diye belirtir ABS Kuramı’nın kısa bir özetini vermeden önce: “ve Tui Akademisi’nde öğreneceğiniz tek şey, bunun neden böyle olması gerektiğidir.” Tui eğitimi, tıpkı Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmaları gibi, bize egemen düzenin bir alternatifi olmadığını öğretir ve böylece sistem değişikliği olasılığını bertaraf eder. En çarpıcı sahnelerden birinde, Tuiler aklayıcılar kongresine hazırlık yaparken gösterilirler. Akademideki öğretmenlerden biri olan Nu Şan, bir sepet ekmeği konuşmacının yüzünün önünde yukarı kaldırabilen veya aşağı indirebilen bir makara sistemi işletmektedir. Şi Me adlı bir delikanlıyı Tui olmak için eğitirken, ona “Kay Ho’nun pozisyonu neden yanlıştır” (Kay Ho, Mao Zedong’u andıran bir devrimcidir) konusunda konuşmasını söyler. Nu Şan, Şi Me yanlış bir şey söylediğinde ekmek sepetini onun başının yukarısına kaldıracağını ve doğru bir şey söylediğinde de yüzünün önüne indireceğini izah eder. Şi Me’nin egemen ideolojiye uyum sağlama kabiliyetiyle bağlantılı biçimde bir sürü indirme kaldırmadan sonra, onun bir kreşendo halinde artarda sıraladığı argümanlar en sonunda her türlü rasyonel muhakemeden yoksun cırtlak bir anti-komünist iftira noktasına yükselir: “Kay Ho, zerre kadar filozof değil, sadece gevezenin biridir – sepet aşağı inmeye başlar – bir baş belasıdır, iktidara susamış işe yaramazın tekidir, sorumsuz bir kumarbaz, bir ifşaatçı, bir tecavüzcü, bir allahsız, bir haydut ve de bir suçludur.-sepet konuşmacının ağzının hemen önünde havada durmaktadır- Bir zorbadır! Bu sahne, bir mikro kozmos içinde, sınıflı toplumlardaki profesyonel entelektüeller ile onların finansal destekçileri arasındaki ilişkiyi temsil etmektedir: Birinciler, ikincilere mümkün olan en iyi ideolojiyi temin etmek suretiyle serbest akademisyenler olarak ekmeklerini kazanırlar. Buradaki mesele, yiyecek karşılığında düşünce satmaktır.

Frankfurt Okulu’nun “pranga toplumu”nun rızık vericilerine sunmak zorunda olduğu karşılık katiyen önemsiz değildi. İkinci Dünya Savaşı’nda 27 milyon Sovyet insanı Nazi savaş makinesini yenmek için hayatını vermiş olduğu halde (birbirlerinin can düşmanı olduklarından elbette başkaları da bulunmakla birlikte, komünizm ve faşizm arasındaki en bariz karşıtlıklardan biri olarak bunu anmak gerekirse); onlar Dışişleri Bakanlığı’nın “komünizmin faşizmden ayırt edilemez olduğu” şeklindeki çizgisini sahte-diyalektik safsatayı seferber ederek tumturaklı bir akademik dille savundular. Dahası, sınıf mücadelesinin yerine pratik politik angajmanlardan koparılmış idealist bir Eleştirel Kuramı koyarak, çözümlemenin temelini tarihsel materyalizmden uzaklaştırıp tahakküm, iktidar ve kimlik fikriyatının genel bir kuramsal eleştirisine doğru kaydırdılar.

Adorno ve Horkheimer böylece en nihayetinde radikal birer şifacı rolünü oynadılar. Kendilerine radikal bir görünüm vererek, eleştirel faaliyeti Batı yanlısı, anti-komünist bir ideoloji içerisinde yeniden canlandırdılar. Tıpkı Batı Marksizmi’nin temelini oluşturan, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki küçük-burjuva entelijansiyanın diğer mensupları gibi onlar da; “Marksist teori silahını Lenin usulü ellerine geçirmeye ve onu kendi kendilerini yönetmeye muktedir oldukları ilkesine dayalı olarak hareket etmekte kullanmaya cüret eden, Doğu’daki vahşi barbarlar” olarak adlandırdıklarına karşı duydukları sosyal-şoven tiksintiyi açıkça dile getirdiler. Kapitalistler tarafından finanse edilen Batı’daki profesörlük şatosunun kendilerine sunduğu görece rahat koşullarda, “gayri medeni periferideki bolşevikleşmiş barbarların eşitleyicilik projesi” olarak adlandırdıkları şeyin karşısında kendilerini destekleyen Avro-Amerikan dünyasının üstünlüğünü savundular.

Ayrıca, onların genelleştirdikleri tahakküm eleştirisi, nihayetinde Sol’u kapitalist egemen sınıfın iyi finanse edilmiş siyasi, askeri ve kültürel aygıtına karşı başarılı mücadeleler yürütmek için gerekli disiplinli örgütlenme araçlarından mahrum bırakan, parti ve devlet karşıtı bir ideolojinin daha geniş biçimde benimsenmesinin bir parçasıdır. Bu, onların genel yılgınlık politikalarıyla mükemmel bir uyum içindedir. Nitekim Adorno anti-Marksist biçimde, eylemsizliğin praksisin en yüksek biçimi olduğunu savunmak suretiyle bunu açıktan benimsemişti. Dolayısıyla, kapitalist egemen sınıf ve ABD ulusal güvenlik devleti de dahil emperyalist devletler tarafından bolca finanse edilen ve desteklenen Frankfurt’taki Tui Akademisi’nin liderleri, en nihayetinde kapitalizm uzlaşmacılığının anti-komünist siyasetinin küresel sözcülerinden başka bir şey değillerdi. Tüketim toplumunun kimi zaman dikkate değer ayrıntılarla betimledikleri nahoşlukları karşısında çaresizce ellerini kavuşturup, bu tür talihsizliklerin sosyalist yoldan tedavi edilmesinin hastalığın kendisinden çok daha kötü olduğu konusundaki sarsılmaz peşin hükümleri nedeniyle, bu konuda pratik bir şey yapmayı yine de reddettiler.

Comments are closed.

0 %