Dosya

Postmodernist Felsefenin Sefaleti ve Ölümü

Cengiz Kılçer

Postmodernizm, çeşitli entelektüel eğilimleri bünyesinde barındırsa da açık anlamı konusunda kesin bir fikir birliği yoktur; külliyatının değişkenliği nedeniyle, tarihsel bir analiz dışında, kavramın kesin bir tanımını vermek, hem artzamanlı yani kavramın zaman içindeki genel evrimi, hem de eşzamanlı olmaktan çok, yalnızca kusurlu bir şekilde mümkündür. Bilginin göreliliğine karakteristik bir hayranlık duyan postmodernistler, “merkezsizliği” büyük bir erdem olarak görürler. Postmodernist düşüncenin yalnızca Marksist tarih anlayışına değil, aynı zamanda toplumsal olguların herhangi bir bilimsel analizine de doğrudan karşı olduğu kuşkusuzdur. Postmodernizm böyle bir şemsiye terim olduğu için, tarihteki mevcut tartışmayla bağlantılı diğer terimleri (postyapısalcılık vs.) içinde barındırır. Postmodernite kavramı en azından liberal ideolojiye uygun epistemolojik bir konsensüsün ifadesidir. İlk etapta, postyapısalcılık terimi benimsenmiştir. Postyapısalcılık genellikle tercih edilen terimdir, çünkü en azından Fernand de Saussure’ün dilbiliminden Michel Foucault ve Jacques Derrida’nın postyapısal dilbilimine kadar olana bakıldığında entelektüel soy kütük netleşir. 

Fizik profesörü Alan Sokal ile teorik fizikçi ve bilim felsefecisi Profesör Jean Bricmont tarafından yazılan “Son Moda Saçmalar: Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları” adlı kitaba mutlak dikkat çekmek isteriz. Bu kitap postmodern aydınların sahte-bilimsel şarlatanlığına, ezoterik dillerine dair detaylı kanıtları sunuyor. Lacan, Kristeva, Irigaray, Baudrillard ve Deleuze gibi ünlü [postmodern-postyapısalcı] entelektüellerin sürekli, defalarca bilimsel kavramların ırzına geçtiklerine, en küçük bir açıklama yapmadan bilimsel fikirleri tümüyle bağlamları dışında kullandıklarına ya da bilimsel jargonu bilim adamı olmayan okurların karşısında, ilintisine ya da anlamına bakmadan atıp tutarak kullandıklarına odaklanıyorlar. Kitap postmodern “aydınlara” ağır bir sille indirmiş ve entelektüel dünyada büyük ses getirmiştir. Ayrıca ve en önemlisi Sokal ve Bricmont postmodernizmin başlıca üç olumsuz etkisini şöyle sıralıyorlar: Beşeri bilimlere zaman kaybettirmek, gericiliği destekleyen bir kültürel akıl karışıklığı yaratmak, siyasi solu zayıflatmak. Postmodernizm ile ilgili asıl yeni ve ilginç olan ise sol hareketin bir bölümünü baştan çıkarmış bir ussallık-karşıtı düşünce biçimi olmasıdır. Kitabı yazma amaçlarının solu eleştirmek değil, solda moda olmuş bir bölmeye karşı solu korumaya yardımcı olmaktır diyorlar. Oysa sözcükleri karartmanın, bulanık düşüncenin, bilim karşıtı bir tutumun ve [postmodern]”büyük aydınları” taparcasına yüceltmenin siyasal solla hiçbir ilgisi olamayacağını söylüyorlar (Sokal ve Bricmont 2002:15-34-222).

Aijaz Ahmad’e göre sanat ve edebiyatta postmodernizm konusunu görmezden gelebiliriz. Felsefi postmodernizm daha önemlidir, çünkü kendisini yalnızca Marksizme felsefi bir seçenek olarak takdim etmekle kalmaz, aynı zamanda radikal olarak yeni (‘Post-Marksist’) bir siyaset pratiği olarak da sunar. Esas olarak postmodernizmin teorik ve felsefi konumlarının politik içerimleriyle ilgilenilmelidir (Ahmad 2011:4). Ayrıntılara inildiğinde görülecektir ki Jean Baudrillard, Gilles Deleuze, Michel Foucault, Jean-François Lyotard vb. postmodern düşünürler neredeyse CIA sözcüleri gibidirler. Kısaca bu düşünürlerin ikisinin özünde ne söylediklerine bıktırıcı da olsa yeniden bakalım.

 

Michel Foucault

CIA’nin radarına gire Fransız filozof, sosyal teorisyen, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, antropolog, psikolog ve sosyolog (!)  Michel Foucault,  Louis Althusser ile Hegel uzmanı Jean Hyppolite’in eski öğrencisidir. 50’li yıllarda Fransa’daki temel felsefi akımlar Marksizm, Hegelcilik ve fenomenolojidir. Söz konusu akımları inceler ama kişisel bir çalışma yapma arzusunu ilk uyandıran Nietzsche olur. Her ne denli Althusser’in eski öğrencisi olsa da temel filozofun daima Alman filozof Martin Heidegger olduğunun altını çizer. Heidegger’den etkilenenler arasında Herbert Marcuse, Jean-Paul Sartre, Jacques Derrida vardır. Heidegger’in 1932 gibi erken bir tarihte Nazilere sempati duyduğuna dair belgesel kanıtlar mevcuttur. Hitler’in iktidarı ele geçirmesinin hemen ardından, Heidegger Nazilere katılmıştır. Heidegger, 1933’ten 1945’e kadar NSDAP’nin (Nazi Partisi) aidat ödeyen bir üyesiydi. Foucault, okumalarına önce Hegel, daha sonra Marx ile başlıyor ve onların ardından, 1951-52’de Heidegger’i okumaya koyuluyor. 1952-53’te de Nietzsche’ye başlıyor. Heidegger’in okurken tuttuğu notları Hegel ya da Marx okurken tuttuğu notlardan çok daha önemsiyor. Felsefedeki gelişimini tamamen Heidegger’i okuyuşu belirlemiştir. (Foucault 2014:257).

Foucault, kendi deyimiyle Marksizmin ne düşmanı ne de yandaşıdır; Marksizmi, kendisine ilişkin sorular yönelten deneyimler hakkında söylemek durumunda olduğu şeyler konusunda sorguluyordur. Ona göre entelektüelin rolü başkalarına ne yapmaları gerektiğini anlatmak olmamalıdır; entelektüellerin son iki yüzyıldır geliştirebildikleri bütün kehanetler, vaatler, öğütler ve programlar göz önüne alındığında entelektüelin işi başkalarının siyasi iradesine şekil vermek değildir. “Bu programlar, en iyi niyeti taşısalar bile, her zaman baskının aleti, aracı haline gelirler. Fransız Devrimi, özgürlüğü çok seven Rousseau’dan bir toplumsal baskı modeli hazırlamak için yararlandı. Marx görseydi Stalinizm ve Leninizm’den ürkerdi.” (Foucault 2014:99) diyor. 

Yazdıkları kuramsal metinlerin ayrıntılarına bakıldığında Fransız postmodernist aydınların neredeyse tümünün Marx ya da Marksizmle şizofrenik bir ilişkileri olduğu çok barizdir. Kendisini Marksizmin ne düşmanı ne de yandaşı olarak tarif eden Foucault, bir yandan Marksizm için Batı bilgisinin derin düzeyde hiçbir gerçek kopuş getirmediğini, Marksizmin XIX. yüzyıl düşüncesinde, tıpkı sudaki balık gibi yani onun dışındaki hiçbir yerde nefes alamadığını söyler (Foucault 2001:367). Bir yandan da “Marx ve Marksizm karşısında belli bir mesafeyi koruyor gibisiniz” sorusuna şu karşılığı veriyor: “Kuşkusuz. Ama benim açımdan bir tür oyun da söz konusu. Marx’ın kavramlarını, cümlelerini, metinlerini sık sık zikrederim; ama Marx’tan bir alıntı yapmaktan, referansı özenli bir şekilde sayfa sonuna koymaktan ve övgü dolu bir fikirle alıntıya eşlik etmekten ibaret olan, resmiyet kazandırıcı minik bir bölümü eklemek zorunda hissetmiyorum kendimi. Böyle bir bölüm sayesinde, Marx’ı tanıyan, Marx’a saygı duyan, Marksist denen dergilerin saygı gösterdiği biri olarak kabul edilirsiniz. Marx’tan alıntılarımı zikretmeden, tırnak açmadan yapıyorum ve onlar Marx’ın metinlerini tanımaktan yoksun olduklarından, Marx’tan alıntı yapmayan biri olarak kabul ediliyorum. Bir fizikçi fizik yaparken Newton’un ya da Einstein’in adını anma gereği duyar mı? Onları kullanır; ama tırnağa, sayfa sonu notlarına ya da ustanın düşüncesine ne ölçüde sadık olduğunu kanıtlayan övgü dolu takdirlere ihtiyacı yoktur. Diğer fizikçiler de Einstein’ın ne yaptığını, ne keşfettiğini, ne kanıtladığını bildiklerinden bu fikirleri geçtiği yerde anlarlar. Günümüzde, Marx’ın düşüncesine doğrudan ya da dolaylı olarak bağlı bir sürü kavramı kullanmadan ve Marx’ın tanımladığı ve tarif ettiği düşünce alanına yerleşmeden tarih yapmak olanaksızdır. Sonuçta, tarihçi olmakla Marksist olmak arasında ne fark olabileceğini insan kendisine sorabilir.” (Foucault 2012:36). 

Marx’ın metinlerini tanımaktan yoksun olanları eleştiren, Marx’ı okuduğunu ve kavradığını ima eden Foucault, “Marx, emeğin insanın somut özünü oluşturduğunu düşünüyordu ve yazıyordu. Bunun tipik bir Hegelci düşünce olduğunu sanıyorum. Emek insanın somut özü değildir.” (Foucault 2011:188) diyor. Foucault’nun okuması zorlama bir yorum-okumadır. Marx, 1844 Elyazmaları’nda burjuva ekonomi politiği ve kapitalist sistem eleştirisine yabancılaşmış emek açısından girişir. [Burjuva] Ekonomi politiğin işçi (emek) ile üretim arasındaki doğrudan ilişkiyi göz önünde tutmaması sonucu, emeğin özündeki yabancılaşmayı gizlediğini açıklayan Marx için emeğin özü, onun insanın özgül etkinliği, kişiliğinin belirtisi, nesnelleşmesi olmasındadır. Hegel’i, emeği öz olarak, insanın doğruluğu gösterilmiş özü olarak kavradığından dolayı modern ekonomi politiğin bakış açısında yer almakla eleştirir: “O, emeği öz olarak, insanın doğruluğu gösterilmiş özü olarak kavrar; emeğin sadece olumlu yönünü görür ve olumsuz yönünü görmez. Emek insanın yabancılaşma içinde ya da yabancılaşmış insan olarak, kendi için oluşudur. Hegel’in bildiği ve kabul ettiği tek emek, tinin soyut emeğidir.” (Marx 2011:220). 

 

Jacques Lacan

Samo Tomsic’in de belirttiği gibi “Fransız Freud” Jacques Lacan, Charles de Gaulle muhafazakârlığına eğilimli, 1960’ların sonunda gerçekleşen öğrenci ve işçi ayaklanmalarına ikircikli yaklaşıma sahiptir. Jean-Paul Sartre, Michel Foucault, Gilles Deleuze, Felix Guattari gibi isimler komünist devrim vaadiyle kuvvetli biçimde özdeşleşirken, Lacan kendisini liberal olarak tanımlamıştır. Üstelik öğrenci hareketini yeni bir efendi isteyen histerikler olarak betimlemiştir (Tomsic 2017:11). Jacques Lacan politik olarak muhafazakârdır, kesinlikle bir komünist ya da sosyalist değildir. Marksist entelektüellerle ve solcularla defalarca alay eder. Gençliğinde kendisini monarşinin bir destekçisi olarak tanıtmış ve aşırı sağcı örgüt Action Française’nin toplantılarına katılmıştır. Action Française hareketi, 19. yüzyılın sonlarında, Dreyfus Olayı konusundaki tartışmalardan esinlenen, parlamento karşıtı, Yahudi karşıtı ve güçlü milliyetçi görüşleri savunmak için ortaya çıkmıştır. Lacan, olgunluk çağında, sağcı de Gaulle’e oy verdiğini itiraf etmiştir. Lüzumundan fazla sağcı ve Marksizme düşman olmasına rağmen, Lacan her zaman Marx’a büyük ilgi ve neredeyse ateşli bir hayranlık gösterdi. Onu okumayı ve onun hakkında tutkuyla konuşmayı hiç bırakmadı. Bazen onu eleştirdiği doğrudur, ancak çoğu zaman büyük erdemlerini, başarılarını ve keşiflerini kabul etti. Dahası, fikirlerinin birçoğunu Freudcu düşünceyi yorumlamasında tekrar tekrar kullandı. Lacan, Freud’u takip eder. Ona bağlı kalır. Kendisini Marksist değil, Freudyen ve hatta daha az Freudo-Marksist olarak görür. Jacques Lacan, psikanalizin merkezinde bulunan Oidipus Kompleksini sembolik bir yapı olarak yeniden formüle eder. Lacan’ın Marx ile -marazi şizofenik- ilişkisi olduğu gün gibi aşikârdır ve Oedipal rekabet açısından incelenmelidir (!). Ona göre: “Yani İncil’in efsane değil tarih olduğunu iddia ettiği yere – bu belirtildi ve zaten bu yüzden Marx İncili öteki İncillerimizden farksızdır.” (Lacan 2013:297). Kimi zaman da Lacan kendisini Lenin ile özdeşleştirir. Jacques Lacan’ı yakinen tanımış ve düşüncelerinden etraflıca etkilenmiş iki kişi, filozof Alain Badiou ve psikanaliz tarihçisi Elisabeth Roudinesco’nun bir söyleşilerinde şu diyalog geçer: Elisabeth Roudinesco: “Lacan’ın kendini “psikanalizin Lenin’i” diye takdim ettiği de vakidir zaten…” Alain Badiou: “Kesinlikle; bu ifadeyi seve seve benimseyebilirim. Lacan kendini Lenin’le, Freud’u Marx’la kıyaslamıştı. Bir ölçüde metaforik yakınlıklar aracılığıyla Lacan, Freud’un iyileştirmeye yönelik tıbbi bir mantıkta, Marx’ın da bir vaatte konumlandığını vurgulamak istemiştir. Oysa Lenin komünizmi vaat etmez: Karar verir, harekete geçer, organize eder.” (Badiou ve Roudinesco 2016:31). 

Jean Baudrillard

Jean Baudrillard’ın anti-Marksizme ve postmodernizme artzamanlı geçişini görmek bakımından “Üretimin Aynası” kitabı önemli; Baudrillard’a göre aslında Marx’ın ekonomi politik eleştirisi sona ermiştir. Biçimi yeniden üreten materyalist diyalektik içeriği tüketmiştir. Bu içinden çıkılması mümkün olmayan durumu eleştirmenin bir anlamı yoktur. Marx’ınkine benzeyen devrimci bir devinimle, ekonomi politiğe kesin bir çözüm getirebilmek, eleştirisinin ötesine geçebilmek için kesinlikle bir başka düzeye yani simgesel değiş tokuş düzeyine geçilmesi gerektiğini söyler. (Baudrillard 1998:45). Üretimin Aynası başlıklı çalışmasıyla sözcüğün tam anlamıyla hiçbir zaman gerçekten içine batmamış olduğu Marksizmden kurtulmuş olduğunu (Baudrillard 2008:106) itiraf eder. Jean Baudrillard, Marx’la birlikte yalnızca “üretim sürecinin bir emek süreci olmaktan çıkmış olduğunu” değil aynı zamanda “kapitalist sürecin de bir üretim süreci olma özelliğini yitirmiş” olduğunu söyler. “Ölü emeğin canlı emeği egemenliği altına almasıyla birlikte üretim diyalektiği anlamını tamamen yitirmiştir. Kullanım değeri değişim değeri, üretim güçleri, üretim ilişkileri gibi Marksizmin üstüne oturtulduğu bütün bu karşıtlıklar da (doğru ve yanlış, görünüm ve gerçeklik, doğa ve kültür karşıtlıkları konusunda rasyonalist düşünce de temelinde aynı şema üzerine kuruludur) aynı şekilde etkisiz kılınmışlardır.” (Baudrillard 2016:29). Postmodernizm, kendisini sadece bir değil, birçok hakikat olduğu ve bunun bir sonucu olarak hakikat kavramının hem çürütmeye hem de demokratikleştirmeye ihtiyaç duyduğu fikrinin resmileştirilmesi olarak sunar. Baudrillard’ın aslında birçok arzusundan -tuhaflıklarından- biri de hakikat ile olan bağıdır; hakikat olabildiğince hızlı kurtulunması ve başkasına bırakılması gereken şeydir. Aynı hastalıklar gibi, gerçekliği iyileştirmenin tek yoludur. Zira ona göre elinde hep gerçekliği tutan kaybeder.

Ambivalence sözcüğü psikoloji literatüne ait bir kavram, duygu durum bozukluğu olarak kabul ediliyor. Çelişik duyguları olma, duygu karmaşası, müphemlik anlamına geliyor. Bir kişiye, fikre veya nesneye karşı sevgi ve nefretin bir arada var olması anlamına gelen müphemlik terimi psikiyatride yaygın olarak kullanılmaktadır. Postmodernist aydınlar genellikle aşırı öznelcilik, geniş sinizm, akla karşı düşmanlık yanında bir de ambivalence rahatsızlığından muzdariptirler.

Kültürel Özgürlük Kongresi (Congress for Cultural Freedom-CCF) ve CIA

Devam etmek için önemli, Jean Baudrillard, Gilles Deleuze, Michel Foucault, Jean-François Lyotard vb. postmodern düşünürler neredeyse CIA sözcüleri gibidirler dedik. Bunun kökleri var. Kültürel Özgürlük Kongresi (CCF), Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) tarafından yürütülen gizli operasyonların en büyüğü ve en uzun erimlisiydi. Kültürel Özgürlük Kongresi, (CCF) 1950’de, birincil amacı sol eğilimli entelektüelleri ve kültür alanındaki öncüleri etkilemek olan anti-komünist bir savunma örgütü olarak kuruldu. Merkezi Paris’te olan CCF, dünya çapında düzinelerce ofis kurdu ve yayınlar, konferanslar, seminerler ve araştırmacılara, yazarlara, şairlere ve sanatçılara fon sağlayarak anti-komünist kültürel faaliyetleri destekledi. Bertrand Russell, Karl Jaspers, Arthur Schlesinger, Jr. ve Tennessee Williams gibi ünlü entelektüelleri ve sanatçıları kapsıyordu. 1960’larda, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin CIA’den fon aldığı ve bazı üyelerin CIA ajanları olduğu kamuoyu tarafından biliniyordu. Bu tartışmaya yanıt olarak, Kültürel Özgürlük Kongresi, Uluslararası Kültürel Özgürlük Derneği (International Association for Cultural Freedom-IACF) olarak yeniden “düzenlendi”. CCF Başkanı Nicolas Nabokov ve İcra Direktörü John C. Hunt istifa etti ve Shepard Stone IACF başkanlığına seçildi. IACF, yeni liderliği altında CCF’nin misyonunu ve organizasyon yapısını korudu. Ancak, 1970’lerde IACF’nin finansmanı azaldıkça ve Soğuk Savaş’ın doğası değiştikçe, örgütün kapsamı küçüldü ve 1978’de IACF’nin son ofisleri kapandı. Önemli olduğunu düşündüğümüz bir skandalı da aktaralım. 1985’te gizliliği kaldırılmış “Fransa: Solcu Entelektüellerin İhaneti” (France: Defection of the Leftist Intellectuals) [bu arda defection sözcüğü düşman tarafına sığınma, iltica, parti değiştirme, askerî birliğinden ayrılma, firar anlamlarına da gelmektedir] başlıklı CIA raporudur.

Felsefeci ve siyaset kuramcısı Gabriel Rockhill’den okuyalım: 1985 yılında basılan ve yakın zamanda kamuya erişimi açılan “Fransa: Solcu Entelektüellerin İhaneti” başlıklı raporda CIA ajanlarının Michel Foucault, Jacques Lacan ve Roland Barthes’ın isimleriyle özdeşleşen karmaşık, uluslararası çapta yankı uyandıran Fransız Kuramı’nı (French Theory) mercek altına aldığı ortaya çıktı. (…) İstihbarat Servisi’nin dönüşme hikâyelerine verdiği önemi ve –French theory araştırma makalesinde de sıkça geçen bir leitmotif olan- ‘reforme edilmiş Marksistler’e beslediği muhabbeti işte bu bilgiler doğrultusunda değerlendirmeliyiz. ‘Marksizmin asıl altını oyan’ diye yazıyordu köstebekler, ‘kendilerini Marksizmi sosyal bilimlere uygulayan gerçek Marksistler olarak tanıtan ancak tüm geleneği yeniden ele alıp reddedenler oldu.’ Burada özellikle Annales Okulu’nun tarih yazımı ve yapısalcılığının –özellikle Claude Lévi-Strauss ve Foucault’nun- ‘sosyal bilimlerde Marksist etkinin eleştirel bir müdahale ile yıkımına’ yaptığı derin katkıdan bahsediyorlar. ‘Fransa’nın en derin ve etkili düşünürü’ olarak bahsedilen Foucault; özellikle ‘18. yüzyıl Aydınlanması ve Devrim çağından kalma rasyonalist toplumsal teorinin kanlı sonuçlarını’ hatırlattıkları için Yeni Sağ entelektüellerini övmesi ile yazarların beğenisini kazanıyor.”(Rockhill 2017)

**

Modernite, Aydınlanma Çağı’nın düşüncesidir, bilim ve teknolojinin kesintisiz ilerlemesi sayesinde rasyonalitenin, daha özgür bir toplumda insanın ilerici kurtuluşuna yol açtığı düşüncesidir. Marx’ta olduğu gibi Hegel’de de tarihin anlamı budur. Marksistler için tarih ve toplum, karışık ve rastgele bir fenomenler dizisi değil, aslında sürekli evrim içinde olan ve şüphesiz üretim ilişkilerinin örgütlenmesine bağlı bir süreçtir. Postmodernist teori, Marksist devrimci projeyi başka yollarla sürdürme çabası değildir; genellikle insan toplumlarının sosyal ve politik dönüşümlerinin ana itici gücü olarak sınıf mücadelesini sorgulayan bir söylemle, özellikle de toplumu her zamankinden daha kısıtlayıcı ve soyut alt kategorilere bölerek ilişkilendirilir. Son tahlilde postmodernizm bilgi yoluyla cehalettir ve Karl Marx’ın 11. Tezi’nin -Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir- tam tersidir. Postmodernist felsefenin sefaleti ve ölümü CIA’nin “Fransa: Solcu Entelektüellerin İhaneti” başlıklı raporuyla resmi olarak belgelenmiştir. 

 

Kaynaklar

Ahmad, Aijaz. 2011. “On Post Modernism”.

Badiou, Alan, ve Elisabeth Roudinesco. 2016. Dün Bugün Jacques Lacan: Bir Konuşma. İstanbul: Metis Yayınları.

Baudrillard, Jean. 1998. Üretimin Aynası ya da Tarihi Materyalist Eleştiri Yanılsaması. İstanbul: Dokuz Eylül Yayınları.

Baudrillard, Jean. 2008. Simülasyon Kuramı Üzerine Not lar ve Söyleşiler. İstanbul: Hayal Et Kitap.

Baudrillard, Jean. 2016. Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

Foucault, Michel. 2001. Kelimeler ve Şeyler: İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi. Ankara.

Foucault, Michel. 2011. Entelektüelin Siyasi İşlevi: Seçme Yazılar 1. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Foucault, Michel. 2012. İktidarın Gözü: Seçme Yazılar: 4. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Foucault, Michel. 2014. Özne ve iktidar: Seçme Yazılar 2. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Lacan, Jacques. 2013. Psikanalizin Dört Temel Kavramı. İstanbul: Metis Yayınları.

Marx, Karl. 2011. 1844 Elyazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe. Ankara: Sol Yayınları.

Rockhill, Gabriel. “The CIA Reads French Theory: On the Intellectual Labor of Dismantling the Cultural Left”. Çeviren İker Kocael, 2017. https://medyascope.tv/2017/04/29/sartrea-karsi-foucault-fransada-radikal-solun-cia-destekli-tasfiyesi/.

Sokal, Alan, ve Jean Bricmont. 2002. Son Moda Saçmalar: Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları. İstanbul: İletişim Yayınları.

Tomsic, Samo. 2017. Kapitalist Bilinçdışı: Marx ve Lacan. İstanbul: Metis Yayınları.

 

Comments are closed.

0 %