Dosya

Üç perdelik düşünsel gösteri: Batı Marksizmi ve yeni sol

Gazi Can

Birinci perde

Birinci emperyalist paylaşım savaşının (1914-1918) süreç ve sonuçları bakımından öncelikle Avrupa’nın ekonomik-siyasal ve sosyal tablosunda her şeyi köklü bir dönüşüme soktuğu herkesçe kabul edilen gerçektir. Bir tarafta imparatorluklar çöküyor, yeni ulus devletler ortaya çıkıyor, Avrupa’nın siyasal haritası birçok tartışmalı alanı da devralarak değişiyordu. Diğer tarafta ise Marksizm, Rosa Luxemburg (1871-1919) ve Lenin’in (1870-1924) ellerinde devrim stratejisi boyutlarını da kazanıyor, Alman ve Rus coğrafyasında devrimi arıyordu. Almanya’da devrim trajik bir yenilgi yaşıyor; Rusya’da Marksist sınıf mücadelesi teorisi, Lenin tarafından örgüt ve taktik düzeyinde sistemli biçimde kurularak Bolşevik Partisi öncülüğünde siyasal iktidarı fethediyordu. 

Sosyalist devrim, Sovyet coğrafyasında karşı devrimcileri bertaraf edip toplumsal ve ekonomik sorunlarla boğuşmaya girişmişken, David Riazanov’un (1870-1938) önderliğinde Moskova’da kurulan Marks-Engels Enstitüsü’nde, Marks ve Engels’in tüm çalışmalarını gün yüzüne çıkarıp bir araya toplamaya çalışmıştır. Hiç şüphesiz bu da azımsanmayacak büyük değere sahip entelektüel katkıydı. Ancak kapitalizmin, en yüksek aşaması emperyalizm çağında ilk paylaşım savaşını yaşanmış, üretici güçler, üretim araçları ve ilişkileri daha gelişkin seviyeye çıkmıştı. Haliyle bu nesnellikte Marksizmin yeni düşünsel aranışları Avrupa’nın batısına kaymıştır.

Batı Marksizmi, Avrupa Marksizmi ya da Euro Komünizm olarak adlandırılan yeni tür Marksizm aranışını şekillendiren ilk evrenin sahnesi böyleydi. Yazının devamında, coğrafi sosyo-politik nedensellikleri de tanımlayabildiğini düşündüğümüz için Batı Marksizmi adlandırmasını kullanacağız. 1920’li yıllarla birlikte ilkin Almanya ve İtalya’da yoğunlaşan Batı Marksizmi, ikinci savaş sonrasında açılacak ikinci perdede ise Fransa ile öne çıkmaya başlar. 

Oluşumundan günümüze kadar hiçbir dönem bütünlüklü ve birbiriyle süreğen etkileşimli Batı Marksizminden bahsedemeyecek olsak da ilk kaynaklar ve “kurucusu” diyebileceğimiz üç isim öne çıkar: Georg Lukacs (1885-1971, Macaristan), Karl Korsch (1886-1961, Almanya) ve Antonio Gramsci (1891-1937, İtalya). 

Bu üç devrimciyi diğer Batı Marksistlerinden ayıracak en önemli şey ise Batı Marksizminin karakteristik ana özelliklerinden olacak olan siyasal pratikten kopukluğun aksine, her birinin ülkelerinin komünist partilerine üye ve yönetici olmaları, devrimci hareketlerin pratiği içinde yer almış olmalarıdır.1 Bu üç isim dışında siyasal pratikten kopukluk, sonraki hemen hemen tüm Batı Marksistlerinde hakim olan karamsarlık, neredeyse noir sinema tadına varan üslup, sınıftan uzak şifreli ve ağdalı dil 1968’e kadar olanca ağırlığıyla kendini hissettirir. 1968 baharı sonrası ise Batı Marksizmi için üçüncü perde açılacaktır.

 

Gramsci sahnede: sivil toplum ve hegemonya

Kanımca, her şeyden önce Gramsci, Mussolini faşizminde cezaevindeki direngenliği ve yaratıcılığı ile Batı Marksizmi içerisindeki yerini daha bir ayrıksılaştırır. Ama bu ayrıksılaşmanın elbette ki tek nedeni faşizme karşı direngenliği, sınıfı ve partisi için kendini “feda” etmesi olamaz. Bundan belki de çok daha önemli olan Batı Marksizminin kurucu figürlerinden olan bu devrimci teorisyenin, daha sonraki Batı Marksistlerinden farklı olarak sınıf ve sınıf mücadelesi zemininden kopmayıp, düşünsel çabalarını sınıfın siyasal faaliyetlerine ve bir bütünlük olarak toplumsal yapıya yöneltmiş olmasıdır. 

Şöyle de diyebiliriz; Marks’ın takipçisi bu devrimci siyaset adamı, Marks’ın düşüncesinde olduğu gibi felsefe, kuram, ideoloji, toplumsal tarih, siyaset ve ekonomi konularında bir bütünlük içinde kalmaya çalışmıştır. Bunu ne kadar yapıp yapamadığı bir başka tartışma konusudur. Ha keza ondan sonraki Batı Marksistlerinin bu bütünlükçü yöntemi göz ardı ederek ilgilerini, incelemelerini, ekonomik ve politik olana değil de daha çok felsefi olana odakladıklarını, üst yapılar alanında kültür, eğitim ve ideoloji alanlarında düşünceler öne sürdüklerini görürüz.   

Bunun da nedeni kimilerince pek tabi olarak Gramsci’nin diğerleri gibi okuldan filozof ya da felsefe profesörü olmayıp, parti ve örgütle yoğrulmuş siyasetçi olmasına bağlanabilir, doğrudur da. Nitekim Batı Marksistlerinin gerçeğin ardındaki özü ya da görünür olanın ardındaki gerçeği ararcasına, Marks’ın büyük kuramının ardında onu hazırlayan düşünsel kaynakları ararken, kimi Hegel (1770-1831), kimi Spinoza (1632-1677) gibi kendileri gibi felsefecileri bulurken; Gramsci bu geçmişi kendisi gibi bir siyasetçi olan Machiavelli’de (1469-1527) bulmuştur.2 Diyalektik tarihsel materyalizmi Marks ve Engels yerine, Marks’ın düşüncelerini belirleyen düşünürleri yeniden yorumlayarak Marks’ı bu yorumlarla anlamaya çalışmak, tüm Batı Marksistlerinin kendilerini teorisizme saplamalarına neden olan temel yanılgıları olurken, Gramsci bu toplam içinde kendisini bu yanılgıdan sıyırabilen yegane isim olmuştur.  

Gramsci’yi diğerlerinden ayrıştıran son bir nokta ise, diğerlerinde kimilerince faşizm koşullarının da tetiklediği varsayılan, bizce ideolojik ve yapısal olan insana, topluma, insanlığın kurtuluşuna dair kötümserliğin, “faşizmin zindanlarında esir” olsa da onun yazdıklarında ve teorisinde yer bulamamış olmasıdır. O, faşizm ile beraber kapitalist iktidarın çok güçlü yapılar kazandığını ve buna karşı çok uzun bir yıpratma savaşı verilmesi gerektiğini ve dolayısıyla umutsuzluğu, teslimiyeti değil mücadeleyi çağırmıştı. Söz konusu faşizm koşulları Gramsci’de hapishanede yazdığı defterlerdeki şifreli bir dil kullanmasına, dolayısıyla anlam kapalılığına yol açmış olsa da bu zorunlu bir tercihti. Oysa diğerlerinin eserlerinde özellikle Frankfurt Okulu mensupları ve çok sonraları Althusser’de dildeki ağdalılık, karmaşıklık, zor anlaşırlık böyle bir zorunluluktan kaynaklanmamıştı.

Hegemonya kavramı ilk olarak Georgi Plehanov (1856-1918) tarafından kullanılırken, Lenin tarafından geliştirilmişti. Rusya’da proletarya önderliğinde diğer sömürülen katmanlarla ortak mücadele oluşturulması için siyasal bir kavramsal araç olarak kullanılırken, Gramsci’de de bu siyasal tonundan geri kalmamış ve hatta onun teorisindeki ana çözümleyici kavram haline gelmiştir. Gramsci, emperyal batı toplumunda devletin sivil toplum tarafından kuşatıldığını, sivil toplum tarafından da aşılabileceğini vurgular. Önemli olan sivil toplum alanının genişletilerek iktidarın hegemonyasını dağıtmaktır. Ona göre hegemonya Rusya’da toplumsal ittifaklar çerçevesinde ele alınmıştı, batıda ise bu kavram burjuva iktidarların yapısal sorunlarına yönelik ele alınmalıdır. Batı için şu mücadele modelini düşünür: sivil toplum alanını genişletmek, mevzi alanını geniş ve derin kılmak, işçi sınıfı içinde hegemonya oluşturmak. Bu kullanım modeli siyasi ön kabulle üretilmiş olsa dahi daha sonra kavram, 1974 sonrası şekillenecek olan “yeni sol” elinde bu özelliğinden tamamen soyundurulmuştur. Büyük bir devrimci teorisyenin ortaya koyduğu kavram setleri için hazin bir son, tıpkı Batı Marksistlerinin son büyük temsilcisi de sayılabilecek olan Althusser’in ortaya koyduğu teoride kullandığı kavram setlerinin başına gelecek olan gibi. Sınıf ve sınıf siyaseti için, cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiş oluyordu. 

 

İkinci perde öncesi Frankfurt (Okulu) Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü

1923 yılında Frankfurt’ta bağımsız bir toplumsal araştırma enstitüsü kuruldu. Enstitünün ilk müdürü “klasik Marksist” olan yaşlı bir hukuk tarihçisi Carl Grünberg’di. Grünberg 1920’ler boyunca enstitüyü yönetti. Hatta Moskova’daki Marks-Engels enstitüsü ile düzenli ilişki kurup oraya arşiv malzemeleri de gönderdi.3 Bu esnada savaş sonrası takvimler 1929’a geldiğinde kapitalist ekonominin büyük buhranı, önce Avrupa’da daha sonra da tüm dünyada yeni bir evreye girildiğinin habercisiydi. Bolşevik devrim sonrası kurulan Üçüncü Enternasyonal’in Avrupa egemen devletlerinde yaratmış olduğu ürküntü, derinleşen ekonomik buhranın yarattığı sosyo-ekonomik durumla birleşince İtalya (1922), Almanya (1933) ve İspanya (1939) faşist diktatörlükler kurulmuştu. 

1930’da filozof Max Horkheimer (1895-1973) enstitünün müdürü olurken “enstitü çalışmalarının büyük oranda yeniden yönlendirileceğini belirtmiştir. Tarihi maddeciliğin bir bilim olarak ele alınmasından çok, ampirik araştırmalarla desteklenen bir toplumsal felsefe olarak geliştirilmesine önem verileceğini söylemişti. 1932’de enstitü Sosyalizmin ve İşçi Hareketlerinin Tarihi arşivinin yayınını durdurdu; yeni yayın organı Toplumsal Araştırma dergisi gibi ılımlı bir ad taşıyordu.”4 Bu gelişme Batı Marksizmindeki bu ekolün tehlikeli değişiminin ilk ve ciddi ayak sesiydi. Nitekim bu gelişmelerin yıllar içerisinde geleceği yer, çalışmalara artık daha çok “Freud psikanalizinin kavramları ve tezleri(nin) yerleş(mesi)… teorik araştırmaların büyük bir bölümünün temel kaynağı olmuş” olmasıdır.

Nazilerin iktidara gelmesinden bir yıl sonra 1934’de, enstitü New York’daki Columbia Üniversitesine bağlanarak ABD’ye taşınır, enstitü burada Amerika Sosyoloji araştırmalarına yönelir. ABD yılları enstitü için grift ilişkilerin doğduğu yıllardır da üyelerinden Theodor W. Adorno (1903-1969), Aydınlanmanın Diyalektiği (1947)5 adlı çalışmada her ne kadar Kuzey Amerika liberalizmi ile Alman faşizmi arasında hiçbir fark olmadığını yazsa da. Takvim 1950’yi gösterdiğinde enstitü tekrar yuvaya, Frankfurt’a döner. O tarihten sonra da Okul olarak anılır.

Frankfurt Okulu temsilcilerinden filozof Walter Benjamin (1892-1940) Alman faşizmi tarafından katledilir. Diğer temsilciler Horkheimer, Adorno, Herbert Marcuse (1898-1979)’ün filozofik maceraları tıpkı dilleri gibi karamsar, anlaşılması güç, dolambaçlı yollarla uzun süre devam edecektir.

 

İkinci perde 

Batı Marksizminin düşünsel gösterisinde ikinci perde, ikinci emperyalist paylaşım savaşının bitimiyle açılır. SSCB, faşist Almanya’yı yenmiş, Avrupa’nın doğusunda ve balkan coğrafyasında yeni sosyalist cumhuriyetler kurulmuş, batı Avrupa’da ise parlamenter burjuva demokrasisi bu kez genel oy hakkıyla birlikte yeniden tesis edilmiş, ABD emperyalist hiyerarşide en üst basamaktaki yerini, Japon İmparatorluğunun şehirleri Hiroşima ve Nagazaki’de milyonlarca insanın ölmesine ya da sakat kalmasına neden olan atom bombalarını deneyerek kendisinin sadece ekonomik olarak değil aynı zamanda teknoloji ve silah sanayinde de en üstün olduğunu göstererek koparıp almıştır. ABD tüm dünyanın kapitalist sınıfları için garantör olurken, SSCB tüm dünya emekçileri için bir tür garantör konumuna gelmiştir. SSCB’nin halklar üzerinde artan prestiji, gücü, “tehdidi”, 1929 ekonomik buhranından da çıkarılan derslerle birleşince, savaşın bitimine az bir süre kala, 1944 yılında Bretton Woods Konferansında, iktisatçı J.M. Keynes (1883-1946) tarafından sunulan Keynes Planı’nı burjuva iktisadında uygulamaya girmiştir. Böylece emperyalist kapitalist sistemin döngüsel buhranlarını önlemek adına, ekonomide devlet, para politikaları, maliye politikaları ile yatırım ve harcamaları artırarak milli geliri artırmayı, işsizliği azaltmayı dolayısıyla tüketim daralmalarını önlemeye çalışmıştır. Bu ekonomi politikası emperyalizmin bağımlı ülkelerindeki dolaylı sömürüsüyle birleşince, elbette batı dünyasında emekçi sınıfların da göreli bir varlık artışına dolaylı olarak yol açmıştı.

Bu nesnellik içerisinde Batı Marksistleri, kafalarını pek de felsefi problematiklerden kaldırmaya niyetleri yokken, üstüne üstlük kapitalizmin geldiği yeni evrede toplumda oluşan yeni hayat tarzlarını, kültürü anlamaya ve çözümlemeye daha çok önem vermişler, ekonomi ve siyasete dönük hiçbir düşünsel çaba içerisine girmemişlerdir.

Bu düşünürler, SSCB’nin “tek ülkede sosyalizm” siyaseti eleştirisi üzerinden Üçüncü Enternasyonel’den hızlı bir uzaklaşma yaşamışlar, kendilerinin kurama yaklaşımlarımdaki yöntemsel hatalardan kaynaklanan ulusal alana sıkışma halini de günah keçisi olarak reel sosyalizm deneyiminin politikalarında görmüşlerdir. Esasında bu tavır ve eleştiri kendilerini yadsımaktan öte bir şey değildir.

İkinci perdede Marksist kuramı, canlı devingen kılacak olan pratikten yalıtık tutup, sınıf mücadelelerinden kopuk bir şekilde ele almak yapısal hasar olarak devam eder. Bu durumda ekonomi-politik, siyasal sorunlar ve devrim stratejisi gibi alanlar kaçınılmaz biçimde inceleme alanı dışında bırakılır. İlgi hep psikoloji, kültür, felsefe, birey-varlık sorunları, modernizm, modern hayat görüngüleri üzerine yoğunlaşmıştır. Tüm bunların üstünde ise ikinci perdenin ana motifi olarak reel sosyalizme karşı hasmane eleştirellik vardır.

İkinci perdede yeni yıldızların doğduğu diyar: Fransa

Fransa’da Nazi işgali boyunca SSCB yardımıyla da direnişte büyük fedakarlıklar, kahramanlıklar gösteren partizanların yarattığı etkiyle Fransız Komünist Partisi (FKP) işçi sınıfının çoğunluğunun örgütü haline gelir. Bu durum elbette Fransız entelektüellerinin parti etrafında toparlanmasına ve hatta doğrudan partiye katılmalarına neden olur. Hal böyle olunca Batı Marksizmi için Fransa’da da sahneye çıkma vakti gelir.

Düşünür-yazar Jean-Paul Sartre (1905-1980), filozof Henri Lefebrve (1901-1991), felsefe profesörü Louis Althusser (1918-1990) ilk elde sayabileceğimiz isimlerdir.

Sartre, Diyalektik Aklın Eleştirisi‘nde (1960), Marksizmin, “çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu” saptamasını yapar. Sartre’a göre; bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Sartre “insanlık tarihinin tek geçerli yorumu”nun Marksizm ya da diyalektik materyalizm olduğunu söyler. Ancak Sartre’a göre Marksizm esas itibarıyla varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Sartre, Marksizm’in yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin dediğinin aksine, Marksizm’in özünde hümanist olduğunu, hatta Marksizm’in hümanizm olduğunu iddia eder.

Lefebvre, 1928’de FKP’ye katılmış. 1940’da direniş hareketinde de yerini almıştır. Nitekim savaş sonrasının on yılında partinin en önemli aydını olmuştur. 1947 yılında Gündelik Hayat eleştirileri yayınlandığında azımsanmayacak bir entelektüel etki alanı oluşturmuştur. Çalışmalarında modernizmin yarattığı gündelik hayatın görünüm ve örüntüleri çözümlemelerine, kent ve mekân sorunlarına felsefe, psikanaliz, dilbilim vs. araçlarıyla multidisipliner yaklaşım geliştirmeye odaklanır. 

Sovyetler Birliği’nin Macaristan’daki karşı devrime müdahalesi sonrası 1956 da Sartre ile FKF’nin yolları ayrılırken, 1958’de Lefebvre partiden atılır. Daha sonraki yıllarda New Left dergisinin yayın kuruluna katılarak entelektüel faaliyetlerine devam etti.

Fransız Batı Marksistlerinden Althusser’e bakmadan önce, Frankfurt Okulunun ikinci savaş sonrası istikametini görmeliyiz.

 

İkinci perdede Frankfurt Okulu: Eleştirel Kuram, Kitle Toplumu, Kültür Endüstrisi, Tek Boyutlu İnsan

Frankfurt Okulu düşünürleri ve geliştirdikleri eleştirel kuram, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine ve toplumsal formasyonun yapısının katmanlaşmasına paralel olarak bir taraftan tarihsel araştırmayı diğer taraftan ekonomik çözümlemeyi yadsıyınca keskin bir şekilde Marksizm’den ayrışmıştır.6 Bu ayrışma, temelde tüm eleştirelliklerini kültüralist bir bakış açısına oturtmalarına yol açmıştır. Frankfurt okulu teorisist bir sapmadır. 1966 yılında yazdığı Negatif Diyalektik kitabıyla Adorno “pratiğin kendisi her şeyden önce teorik bir kavramdır” diyerek bu teorisizimi perçinler. 

Friedrich Nietzsche (1844-1900) gibi kötümser seçkinci diyebileceğimiz bu düşünürler esasta proletaryanın devrimci gücüne güvensizlik ve reddiye telkin ederek, totaliter bir devlete doğru gidildiği sonucuna varmışlardır. Frankfurt Okulu düşünürleri kitle iletişiminin totaliter doğasından bahsederek teknolojinin modern kapitalist toplumda egemen olduğunu, işçi sınıfının edilgenleştiğini, yeni orta sınıfın oluşup siyasal ve toplumsal yapıya tamamen eklemlendiğini, otoritenin ve meşruiyetin sorunsuz olarak korunduğunu söylemektedirler. Kitle toplumu kuramına göre ekonomik–teknolojik gelişimin hızı karşısında geleneksel toplumun kurumları zayıflamış, insanın kendi emeğinin ürünü olan nesnelerin kendi kontrolleri dışında gözüken bağımsız güçlere dönüşmüş, tekelci kapitalizmde özgül biçimlerde baskı, yaratılan kitle kültürünce toplumu belirleyen olmuştur. Kapitalist toplum kitle toplumu olarak modelleştirilir ve ideoloji, kitle kültürü üzerinden tek taraflı hareket eden, yığınların bilincine nüfuz ederek onları atıllaştıran tutucu bir güçtür.7 Özellikle Adorno ve Horkheimer’ın kültürü bu bağlamda ele alış biçimleri tek yönlü bir belirleyen şeklindedir. Bu yaklaşım her daim mutlak bir akıl tarafından yönetilmeye mahkûm dünyanın edilgen insanları manzarasını karşımıza çıkarmaktadır.8 “Halkın, kültür sanayi sistemini sözüm ona ve gerçekten kayıran haleti ruhiyesi sistemin bahanesi değil, bir parçasıdır.”9 İnsan artık kendi eylemleriyle yarattığı bir sistemin tutsağı, edilgin alıcıları olmuştur. İnsan sistemin kendisidir. Adorno ve Horkheimer insanın doğadan kopuşunu kurtuluş için gereken ilerlemeyi getirmemiş olduğunu aksine teknolojik ilerlemenin bugüne kadar ancak baskı aygıtlarının mükemmelleşmesine yol açtığı sonucuna varırlar. Bu karamsar vaazlar, sistemlerin aynılığından dem vurur. Kültür endüstrisi tüm zamanı ve coğrafyaları kaplamıştır zira. Artık teslim olma, eklemlenme vaktidir. Nitekim, Horkheimer’ın “eleştirel kuramı” sosyalist dünya görüşüyle tüm bağlarını koparır sonunda. Hayatının son baharında kapitalizmi zaten açıkça savunur olmuştur. 

Öte yandan Marcuse ise 1964 yılında yayınladığı Tek Boyutlu İnsan kitabıyla10, işçi sınıfının kapitalizmle bütünleştiğini, dolayısıyla “sosyalist düşünce ile proletaryanın eylemi arasındaki uçurumun aşılmazlığının teorisini” üretir. İşçi sınıfının hiçbir etkin potansiyel gücünün olmadığını savunur. Marcuse’a göre günümüzde bireyin topluma uyumu değil, öykünmesi, birey-toplum özdeşliği söz konusudur. Birey toplumun dayattığı yaşam biçimi karşısında eleştirelliğini yitirmekte ve tek boyutlu insan haline gelmektedir. Ona göre ileri sanayi toplumlarında özgürleşme istekleri bastırılır, bu düşüncenin içi boşaltılır, zararsız bir sözcük haline getirilir ve böylece toplumda yaygın bir özgürlüksüzlük durumu oluşur. Bireyler, tüketim ile birlikte aslında toplumun dayattığı dizgeyi satın alarak sisteme bağlanır ve tek boyutlu düşünce ve davranış kalıbı oluştururlar.

Marcuse ve Adorno, Horkheimer’dan biraz ayrışarak, sınıfların varlığını inkâr etmemekle birlikte, sınıfların artık tarihsel dönüşümün aracıları olarak görünmediklerini, onların kitle toplumu içerisinde özellikle kültür endüstrisinin kitle kültürü aracılığıyla çökertildiğini düşünmektedirler. Bu toplumda artık başat olan yönlendirici teknolojidir ve hatta bu teknoloji her şeyden bağımsız başlı başına bir özne olarak rol oynayabilmekte ve belirleyen konumuna yükselebilmektedir. Özellikle Marcuse, Tek Boyutlu İnsan’da toplumdaki esas iki sınıfın, etkili tarihsel olarak kaybolduklarını göstermeye çalışmıştır. “Tarihin sonu”nun müjdecisidir bir nevi.

Teknolojik ussallığın belirleyiciliği düşüncesi esasında açıkça Weberyen bir etkilenmedir. Bu ironiktir. Şöyle ki; aydınlanma ve modernleşme eleştirisi bu düşünürlerce kıyasıya eleştirilirken, modernleşmeci kuramların en önde gideni ile bu türden bir akrabalık doğar.

Sonuçta Frankfurt Okulu üstyapı alanının ekonomik temelle en dolaylı karmaşık ilişkisi olan kültür alanına odaklanarak, toplumsal siyasal çözümlemede kültürelciliğin ilk taşlarını döşemiştir. Öte yandan Adorno’nun doğayla ilgili olan çalışmaları sonraları ekolojik hareketlerde ve tartışmalarda yeniden canlılık kazanmış, Marcuse’ün cinsellikle ilgili çözümlemeleri de sonraları 1968 baharıyla birlikte özellikle ABD’de kendisine alan bulmuştur.11 Bu okul neo-marksizm önemli bir ayağını kurmuştur.

 

Ve sahne Althusser’in

İkinci savaştan sonra 1948 yılında, 30 yaşındayken komünist partiye katılan Althusser, esas kalıcı etkisini 1965 yılında yayımladığı Kapital’i Okumak ve Marks İçin adlı eserleriyle bırakır. Althusser’in eserleri Batı Marksistleri arasında üslubun ve dilin çetrefilliği konusunda nirvanaya ulaşacak kadar dolaylı ve karmaşıktır.

Yapısalcı marksizmin kurucusu kabul edilen Althusser’in kalkış noktasında yapı olarak “düşünce”nin şekillenmesi sorunu yatmaktadır. Buradan hareketle üstyapı sorunlarını inceleyebilmek için ideoloji ve eğitim üzerine odaklanır. Toplumsal formasyonu ele alırken bütünselcidir ve parça-bütün ilişkisini çözümlerken kullandığı “üst-belirlenim” kavramı, günümüz devrimci marksizminin formasyonun sosyal-siyasal çözümlemelerinde kullanabildiği teorik kavramsal bir değerdir. Fakat bu kavramı temeldeki (altyapı) ekonomi yerine ideolojiye (ideolojik olana) bir kavramsal araç olarak verip de ekonomik (temeli-altyapıyı) olanın son kertede belirleyen olarak ele alınca, siyaset alanını boşa düşürmekte, böylece Althusser de teorisist çerçevenin dışına çıkamamaktadır. İdeolojiye tanıdığı bu üst-belirleyen etkisi ve erki, onun teorisinin anti-tarihselciğinden kaynaklanır. 

Diğer bir ifadeyle, Althusser, belirli bir toplumsal formasyonun “Ekonomik Yapı, Siyasal Pratik ve İdeolojik Düzey” olmak üzere üç temel yapıdan oluştuğunu söyler.  Ancak toplumsal formasyonun belirleyici unsurunun ideolojik düzey olduğunu belirtir. Sonuçta ekonomik yapı ve siyasal pratik unsurları ideolojik düzey üzerine inşa edilmektedir. 

İdeolojik düzey, insanın kendi hayatıyla kurduğu ilişkisini yansıtan tasarımların dönüşümüdür ve toplumsal oluşumun sürekliliği için gereklidir.12 Althusser, Marks’tan aldığı yeniden üretim kavramını kullanarak, ideolojik düzeyin “yeniden üretim” aracılığıyla gerçekleştiğini öne sürer. Toplumsal formasyonun sürekliliği için ideoloji kendini yeniden üretmelidir. Bu sayede sistem de yeniden üretilir. Her toplumsal formasyon var olmak ve üretebilmek için hem üretmek hem de üretim koşullarını “yeniden üretmek” zorundadır. Üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi Devletin İdeolojik Aygıtları (1970) ile olmaktadır. Günümüzde üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ise okullar ve diğer ideolojik aygıtlar aracılığıyla gerçekleştirilir.13

Althusser, Freud’un “Bilinçdışı öncesiz sonrasızdır” tezi ile ilinti kurarak “ideolojinin tarihi yoktur” tezini ortaya atar. Bütünün parçalarının hepsi birlikte-varoluş içinde verilmişlerdir, bütün kendisi de zaten onların içsel özlerinin dolaysız varlığıdır, dolayısıyla bütün dolaysız olarak onların içinden okunabilir.14 Althusser’de yapılar kendi özerklikleri içerisinde kendi tarihlerini yaşadıkları için bütün anti-tarihselcidir, bütünden ayrı olarak incelenebilir ve bütünle dolayımlanmayan yapılar kendi özerk alanlarında siyasal, ideolojik üretim etkinliği alanları olarak değerlendirilmeye başlanır. Althusser’de ideoloji her parça gibi ayrı bir yapı olduğu için diğer parçalara dışsaldır ve bu nedenle yapılar içinde ideolojik mücadele anlamsızlaşır.15

Althusser tarihselciliği eleştirirdi; ona göre tarihselcilik “toplumu, kendini döngüsel bir biçimde dile getiren bir bütünsellik; tarihi, zamanın homojen bir akışı; felsefeyi, tarihi sürecin bilincine varılması; sınıf mücadelesini, kolektif öznelerin savaşı; kapitalizmi, yabancılaşma ile açıklanabilecek bir dünya; komünizmi de, yabancılaşmanın aşıldığı gerçek hümanist bir düzen olarak gören bir ideolojiydi.”16 Oysa İnsanlar ideoloji aracılığıyla başat üretim tarzına yarattığı nesnel durumlara uyarlanarak topluma bağlı kalabiliyordu. Sınıfsız bir toplumda bile bir yanıltma ve aldatma düzeni olarak ideoloji yaşamını devam ettirecektir. Toplum düzeni olarak komünizm bile bireylere tüm çıplaklığıyla görünmeyen bir düzen olarak kalacak ve bireyler özgürlük yanılsamasıyla aldatılmaya devam edecekti. Çünkü ideoloji kültürün unsurlarıyla iç içe bir haldedir. Yani adetlerle, gelenek ve görenekle bir bütündür. Toplumda bu gelenekler, adetler devam ettiği sürece onlara içkinleşmiş olan ideoloji de varlığını sürdürmeye devam edecektir. İçkinleşmiş ideolojinin kültür aracılığıyla geçişken yaşamı, onun kurduğu siyasal yapısalcılığın doğrudan antropolojik yapısalcılıktan etkinlenmesinin bir sonucuydu.

Athusser’e göre gerçeklikle ideoloji arasındaki ilişki bir yansıtma ilişkisi değildir. İdeoloji yoluyla kendilerini özne olarak gören insanlar, aslında gerçeklikle kendi aralarındaki ilişkiyi ideoloji içinde tasarlamaktadırlar.17 Bütün insan toplumları ideoloji salgılarlar.18 “İnsanlar ideolojileri bir bilinç biçimi olarak değil, kendi ‘dünya’larının bir nesnesi olarak-kendi ‘dünya’ları olarak yaşarlar… Bir ideolojinin sınıf işlevinden söz edildiğinde, egemen ideolojinin egemen sınıfın ideoloji olduğunu ve yalnızca sömürülen sınıf üzerinden tahakküm kurmasına değil, dünyayla yaşanan ilişkisini gerçek ve doğrulanmış olarak kabul ettirerek kendini de egemen sınıf olarak oluşturmasına yaradığını anlamak gerekir.”19

Althusser kendi yapısalcı kuramının dışında kalan diğer tüm Batı Marksistlerini bir blok olarak değerlendirir ve onları Hegelci olmakla eleştirirken, yalnızca kendisinin Marks’a bağlı kaldığını düşünür. Hegel etkisinin en çok olduğu Frankfurt Okulu ile ideolojinin mas edici güçleri konusunda aynı noktaya düşmeleri Batı Marksizmi içinde tarihsel bir ironidir. Fakat yine de Althusser’in haklılık payı vardır. Althusser yapısalcılığı, Hegel egemenliğine girmez, Marksizmin bilimsel niteliğinde ısrarcıdır ve Kapital’e öncelik tanır, Lenin’i ve Leninizm’i vurgular, klasik Marksizmin tezlerin birçoğunu yadsıyan akımlara karşı durur.

Fakat bunu yaparken de Marksizm’e dair yine sorunlu bir alanın kapısını aralar. Çünkü karşısında durduğu akımları Marks’ı Hegelci perspektifle ele almakla eleştirirken, kendisi Marks’ın gençlik eserleriyle olgunluk eserleri arasında olgun Marks’ın genç Marks’dan epistemolojik olarak kopuş yaşadığını ileri sürer. Ona göre Marks’ın Kapital’de tamamladığı tarihi maddeciliğin bilimsel teorisi, Ludwing Feurbach (1804-1872) ile genç Marks’tan köklü kopuşla temellendirilir. Bu epistemolojik kopuş tezi kendisinden sonraki yıllarda da uzun süre entelektüeller arasında tartışma alanı bulacak; kendisi politik olanı öncelemeye çalışırken, tezinin tartışmaları felsefeyi önceleyen tartışmalardan sıyrılayamacaktır.

 

Üçüncü perde: yeni sol’un doğuşu son perde mi?

1968 baharında yaşanan eylemlilikler ve gençlik hareketleri, Batı Marksistlerinin teknik dilleriyle siyasetten uzak içrek bir bilim dalı haline getirdikleri Marksizm yorumlarının çoğunlukla yine dışarda kalarak sessizlikle geçirmelerine şahit olsa da Sartre’ın varoluşçu marksizmi ile Marcuse’un umutsuzlar mezarlığının ilgisinin bir nebze de olsa siyasete çekebilmeyi başarmıştır. Fakat Marcuse devrimci nosyonunun kalmadığını söylediği işçi sınıfı yerine bu kez yeni toplumsal hareketleri görmeye ve onu teorize etmeye çalışmıştır.

Nitekim Marksist teoriyle yığınların mücadelesini birleştirmekten ziyade Marksizm hakkında yöntem ve söylem üzerine yoğunlaşan Batı Marksistleri, marksist kuram ile burjuva toplum arasında inceden inceye düzenli bir yeni ilişki kurmuşlardır. Çoğu kez amaç ve iradelerinden bağımsız olsa da. Olan şey egemen ideolojinin kültürün yeniden üretimiyle yeni bir ideolojik eklemlenme üretmenin teorisini kurmak oldu. 

1974’de yaşanan ekonomik duraklama artık siyasal-teorik alanda yeni bir dönemi aralar, bu dönem neo-marksist, post-modernist söylemlerin siyasal alanda yeni-sol’u oluşturduğu dönemdir. Artık kapitalizm karşıtlığı bütüncül büyük teorilerden, köklü değişimlerin toplumsal siyasal öznelerinden azade edilerek, salt muhalif olma temelinde kurgulanarak ve kapitalist toplumsal formasyondaki çelişkileri bütünün dolayımından uzak değerlendirilerek, muhalefeti yerel olanla, parça ile sınırlandırıp ekolojik sorunlar, çevre, kadın, gençlik, cinsel özgürlükler, vs. gibi yeni toplumsal hareketler üzerinden yapmaktadır. Buna göre demokratizm, serbest piyasa koşullarının tekelleşmemesi koşuluyla sürekliliği, evrensel insan hakları, devlet ve ideoloji-siyaset alanı dışında kamusal ilişkiler arasında belirlenmiş tuhaf bir sosyalizm anlayışı türetilmiştir. 

İşçi sınıfının gerçek kurtuluşu ve özgürlüğü için üçüncü perde yeni-sol’un kitleleri selamlamasıyla kapanmamalıdır. Devrimci, geleneksel Marksizm teori-siyaset-ideoloji düzlemlerinde yeni sol ile hesaplaşmasını adımlarını hızlandırarak ve büyüterek atmaya devam etmelidir. Yeni-sol ile doğru bir hesaplaşma için, tarihsel süreci içerisinde onun feyz kaynakları halini almış olan Batı Marksizmini de öğrenerek, eleştirmek ve hesaplaşmak gereklidir.

 

1 Perry Anderson, Batı Marksizm’i Üzerine Düşünceler, çev. Bülent Aksoy, Birikim Yayınları, İstanbul, 2004

2 Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev. Adnan Cemgil, Belge Yayınları, İstanbul, 1997

3 Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev. Ünsal Oskay, Belge Yayınları, İstanbul,2005

4 Perry Anderson, Batı Marksizm’i Üzerine Düşünceler, çev. Bülent Aksoy, Birikim Yayınları, İstanbul, 2004, s.64

Max Horkheimer – Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev. O. Özügül, Kabalcı, İstanbul, 1996

6  Tom Bottomore, Frankfurt Okulu, çev. Ahmet Çiğdem, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1989, s.85

7  Alan Swingewood, Kitle Kültürü Efsanesi, 1996

8  Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak, Metis, İstanbul, 1998

9  Max Horkheimer – Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev. O. Özügül, Kabalcı, İstanbul, 1996

10 marcuese tek boyutlu insan

11 Perry Anderson, Batı Marksizm’i Üzerine Düşünceler, çev. Bülent Aksoy, Birikim Yayınları, İstanbul, 2004

12  Louis Althusser, Yeniden Üretim Üzerine, Çev. A. Işık Ergüden, İthaki Yayınları, İstanbul, 2005

13 Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. Yusuf Alp, Mahmut Özışık, İletişim, İstanbul, 1994

14  Louis Althusser, “Marksist Tarih Anlayışı”, Çev. Murat Belge, Birikim dergisi, 3.sayı, İstanbul,1975, s.16

15 Metin Çulhaoğlu, Bin Yılın Eşiğinde Marksizim ve Türkiye Solu, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1997, s.230 

16 Perry Anderson, Batı Marksizm’i Üzerine Düşünceler, çev. Bülent Aksoy, Birikim Yayınları, İstanbul, 2004, s.111

17 Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. Y. Alp, M. Özışık, İletişim, İstanbul, 1994

18 Louis Althusser, Marx İçin, Çev. Işık Ergüden, İthaki, İstanbul, 2002, s.283-286

19 Louis Althusser, Kapital’i Okumak, Çev. Celal A. Kanat, Belge Yayınları, 1995

Comments are closed.

0 %