Okuma Notları

İslamcıların “Makûs Talihi”

Kitap ismiyle müsemma Soğuk Savaş yılları olarak tanımlanan dönem boyunca dinci gericiliğin ordu, sermaye ve Amerika Birleşik Devletleri üçgeninde Türkiye’deki varlığını tartışıyor.

Kitabın temel tartışması bu argümanları reddederek, İslamcıların ve liberallerin iddia ettiğinin aksine, “İslamcı siyasetin Soğuk Savaş dönemi ile birlikte ivme kazanmasında ‘aşağıdan yukarıya’ değil aksine planlı bir devlet politikası çerçevesinde, ‘yukarıdan aşağıya’ örgütlenmenin” önemli olduğudur.

Ekonomi politikalarının belirlenmesinde temel unsurun “Anadolu eşrafı ile laik sermaye çatışması” olduğunu savunanlara karşı kitapta “İslamcılaştırmanın sermaye sınıfının genel programı olduğu ve desteklendiği” vurgusunu görüyoruz.

Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni, Tekin Yayınevi tarafından ilk baskısını 2020, üçüncü baskısını 2022 yılında yapmış. Behlül Özkan ve Tolga Gürakar’ın hem derlediği hem de yazılarıyla yer aldığı kitapta Barış Doster, Barış Zeren, Burak Cop, Deniz Hakyemez, Fatih Yaşlı, İnan Rüma, Mehmet Ali Tuğtan, Okan İrtem de yazılarıyla katkı koymuş. Kitap ismiyle müsemma Soğuk Savaş yılları olarak tanımlanan dönem boyunca dinci gericiliğin ordu, sermaye ve Amerika Birleşik Devletleri üçgeninde Türkiye’deki varlığını tartışıyor. AKP’de cisimleşen siyasal İslam’ın adım adım bugünkü rejimi nasıl inşa ettiğini anlamamıza katkı sunan değerli bir çalışma. AKP’nin şu an sahip olduğu pozisyonu değerlendirmede sağ ideolojinin tarihsel süreç içerisindeki konumlanışını göz ardı edemeyiz. AKP bir yanıyla nevi şahsına münhasır özellikler barındırsa da nihayetinde Türkiye’de yıllardır varlığını sürdüren sağ ideolojinin bir aktörü. Üzerinde durmamız gereken nokta sağ ideolojinin nasıl bir işlev üstlenerek yıllar içerisinde varlığını sürdürebildiğidir. Gerek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde gerek Cumhuriyet’in kendini tesis ettiği ve adım adım Cumhuriyet değerlerinin tasfiye edildiği yıllar içerisinde sağ ideoloji Türkçülükten Türk-İslam sentezine dönüşmüş, bu süreçte Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) gibi önemli kurumlarda, orduda, sermaye kesimlerinde kilit noktalara yerleşmiştir. Yazarlar da aşağıdaki sorular çerçevesinde farklı açılardan Siyasal İslam’ı tartışmaktadırlar.

Anti-komünizm eksenli Soğuk Savaş ideolojisinin 1950 öncesi CHP içerisindeki nüveleri hangi iç ve dış siyasal dinamiklerle ideolojik karşıtlıklar temelinde hayat bulmuştur?
Devlet üst aklı, Soğuk Savaş stratejisinin bir gereği olarak İslamcılığı ne şekilde araçsallaştırmıştır?
“Tepeden inmeci” İslamcılaştırılma sürecinin küresel ve ulusal kapitalist sistem ile örtüştüğü politik-ekonomik bağlam nasıl analiz edilmelidir?
Siyasal İslamcılığın bir iktidar modeli var mıdır? “Türk tipi başkanlık” sistemi nezdinde hayat bulmuş rejim, II. Abdülhamit rejimiyle ne açıdan örtüşmektedir?
***
1923 Cumhuriyeti bağımsızlık, kamuculuk, laiklik fikirleri üzerine inşa edilmeye çalışılmış, bunun bir sonucu olarak da kuruluş aşamasında gericilikle, tarikatlarla mücadele etmiştir. Bugün ise belirli ölçülerde tarikatlar ve cemaatler eliyle yönetilen bir ülkeye dönüşmüş durumdayız. Bu dönüşüm sürecinde İslamcılar ve liberaller, İslamcıların “öteki” olarak yok sayıldığı, bu nedenle mağduriyet yaşadığı, bu durumun ise demokrasinin tesis edilmesi önünde ciddi bir engel teşkil ettiğini savunagelmişlerdir. Merkez-çevre paradigması bağlamında çevrede yer alan İslamcılar ile merkezde yer alan Kemalist elitler arasındaki gerilimler üzerinden, sınıfsal çelişkileri göz ardı ederek, kültürel kodlarla İslamcıların iktidarını açıklayan bir tutum içerisinde olmuşlardır. İslamcıların Türkiye’de bugünkü iktidarını buradan okumak Osmanlı’nın son dönemleri ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte değişen ekonomik yapıyı, dünya ölçeğinde emperyalist paylaşım savaşları ile değişen dengeleri dikkate almamak anlamına da gelmektedir. Kitabın temel tartışması bu argümanları reddederek, İslamcıların ve liberallerin iddia ettiğinin aksine, “İslamcı siyasetin Soğuk Savaş dönemi ile birlikte ivme kazanmasında ‘aşağıdan yukarıya’ değil aksine planlı bir devlet politikası çerçevesinde, ‘yukarıdan aşağıya’ örgütlenmenin” önemli olduğudur. Şerif Mardin’in öne sürdüğü merkez-çevre paradigması hem barındırdığı yapısal sorunlar açısından hem de yöntemsel olarak özellikle 1950 yılı sonrasında komünizme karşı ideolojik mücadelenin önemli bir taşıyıcısı olarak İslam’ın kullanılmasıyla İslamcıların “çevre” aktör olmaktan uzaklaşmaları nedeniyle eleştirilmektedir.

Türkiye bağımsızlık mücadelesi sonucunda kurulmuş, bu yanıyla emperyalist işgale karşı duruş sergileyen bir ülke olmasına, Sovyetlerle geliştirdiği ilişkilere rağmen iktisadi politikalar açısından her fırsatta sermayeye alan açan, kapitalist ekonomi ilkelerini benimseyen bir konumda olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, kapitalizmin devamlılığını sağlamak için kartları yeniden dağıttığında Türkiye’ye “sanayileşme çabalarının geri planda kaldığı, tarım ülkesi olarak” oyuna dahil olmak düşmüştür. Bu tablo “devletçiliğin tasfiyesi, yabancı sermayenin teşvik edilmesi” ile birlikte “bağımlılık içinde büyüyen” bir ülke ortaya çıkarmıştır. Merkez-çevre paradigması burada da devreye sokulmaktadır. Ekonomi politikalarının belirlenmesinde temel unsurun “Anadolu eşrafı ile laik sermaye çatışması” olduğunu savunanlara karşı kitapta “İslamcılaştırmanın sermaye sınıfının genel programı olduğu ve desteklendiği” vurgusunu görüyoruz.

İslamcılaştırma, Sovyetlerin varlığı ile birlikte fiilen hayata geçirilen sosyalizme ve bu deneyimin kazanımlarına karşı önemli bir araç olarak kullanılıyor. Burada gerek Cumhuriyet’in kurucu unsuru olan CHP’nin sağcılaşma sürecine gerekse çok partili hayata geçişle birlikte sağ partilerin koalisyon ortağı ya da tek başına iktidar olma süreçlerine bakmak gerekiyor. CHP’nin sağcılaşmasında “toplumsal dayanışmayı ön plana çıkarırken sınıfsal çatışmaları yok sayan, ekonomide devlet müdahalesini savunmakla birlikte serbest girişimi ve mülkiyet dokunulmazlığını gözeten” bir tutumun etkisi olduğu, bunun yansıması olarak da “anti-komünist, milliyetçi-muhafazakâr siyasetin biçimlenmesinde etkisi olan isimlerin partiye dahil olmaya” başladığı belirtilmektedir. Aynı zamanda Soğuk Savaş döneminde ABD’nin temel argümanının komünizme karşı mücadele olarak şekillendiği, “bu stratejide başlangıçta Türk Milliyetçiliği temel bir unsur olarak yer alırken Siyasal İslam’ın Türk Milliyetçiliğinin yanı sıra ikinci bir karşıt güç olarak konumlandığını” ve bunun Türkiye’deki karşılığının da Komünizmle Mücadele Derneği’ni, İlim Yayma Cemiyeti’ni gibi yapıların kuruluşu, 16 Mart, Bahçelievler, Maraş katliamları, Doğan Öz, Bedrettin Cömert, Necdet Bulut, Bedri Karafakioğlu gibi ilerici aydınların katledilmesi olduğunu görüyoruz. “Türkçülüğün İslamcılaştırılmasında” silahlı kuvvetlerin etkisi de yadsınamaz. Türkiye Kore’ye asker göndermesi ile NATO üyeliğine kabul edilmiş, bu tutumuyla da tartışmasız bir şekilde ekonomik, siyasi, askeri bağımsızlığını ABD’ye teslim etmiştir. Ordunun bu süreçteki işlevi özellikle solun görece güç kazandığı, işçi sınıfının örgütlenmesinin önünün açıldığı dönemlerde sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda alınması gereken ekonomik kararlara meclis dışı müdahalelerle alan açması olmuştur. “Resmi siyasi parti statüsünde bulunamasalar da” ordunun da siyasi partilerin ideolojileri doğrultusunda şekillendiği ve bu açıdan 12 Mart’ın Siyasal İslam’ın önünü açan bir tarih olduğu belirtilmektedir.

Son 5-10 yıllık sürece baktığımızda AKP’nin iktidarını tesis etmede bir dizi krizle karşılaştığını söyleyebiliriz. Bu krizlere karşılık olarak “Abdülhamit propagandasının” kullanılmaya çalışıldığı, bununla birlikte “Abdülhamit’e yüklenen anlamın bu dönemde yaşanan toprak ve egemenlik kaybı karşısında” etkili olmasının mümkün olmadığı, “bir kişi kültü yaratarak” bu süreci yönetmeye çalıştıkları belirtilmektedir. “Hamidizm, belli bir yönetim modeli olmayan, istikrarsız, belirsiz, kırılgan bir yapıya sahip bir rejimin metaforu” olarak kullanılarak AKP’nin bugünkü durumunu tanımlamakta ve “her türlü sorumluluktan kaçan ancak her alanda söz sahibi olmaya çalışan bir başkanlık sistemiyle” varlığını sürdürmeye çalıştığı ifade edilmektedir.

Bu tanıtım yazısında genel hatlarıyla değinebildiğimiz başlıklar, kitapta her bir yazar tarafından daha derinlemesine bir tartışmayla ve kaynaklarıyla birlikte ele alınmıştır. Türkiye gerek coğrafi konumu açısından Sovyetlere yakın oluşu gerek kuruluş aşamasında Sovyetlerle kurduğu ilişkiler gerekse Müslüman bir ülke olması itibariyle Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri noktasında ABD’nin sahipsiz bırak(a)madığı bir pozisyonda olmuştur. Bu sahip çıkma hâli hem ikili anlaşmalar üzerinden ekonomik bir bağımlılığı beraberinde getirmiş hem de siyasal İslam’ın iktidardaki pozisyonunu güçlendirerek dinci gericiliğin ideolojik bir mücadele aracı olarak kullanılmasını sağlamıştır. Son dönemde karşımıza çıkan ÇEDES projesi, Anayasa değişikliği ile laikliğin hukuken de ortadan kaldırılma girişimleri, Medeni Kanuna yönelik müdahaleler gericiliğin kendine açtığı alanlar olarak belirtilebilir. Her ne kadar dinci gericilik son yıllarda kendini daha yoğun olarak hissettirse de, dinci gericiliğin aslında uzun yıllara varan, planlı bir ideolojik saldırı olduğunu hatırla(t)mak gerekiyor. Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni de bu hatırlatmayı yapan bir kitap olarak titizlikle okunmayı hak ediyor. İyi okumalar dileriz.

Kitabın Künyesi
Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni
Derleyenler: Behlül Özkan-Tolga Gürakar
Tekin Yayınevi
3. Baskı, Ekim 2022
İstanbul
382 Sayfa

Comments are closed.

0 %