Sis Çanı

Sağım solum sobe!

Umut Kuruç

14 Mayıs’ta yapılacak seçimlere giderken bir karşı devrim sürecinin hızlandığı açıktır. 6 Şubat’taki depremle birlikte Türkiye’deki karşı devrim felaketinin sonuçları on binlerce insanın canını ve milyonlarcasının yaşam kaynaklarını kaybetmesiyle görülmüştür. Modern devlet kurumlarının tasfiyesi ve onları ikame eden bir rejimin kuruluşuyla karşı karşıya olduğumuz tablo ortadadır. Bu sürecin ortaya çıkardığı ağır tahribat büyük bir felaketle sonuçlanmıştır.

Felaketin boyutu devlet ve kurumlarının dönüşümünden ibaret değildir. Felaket çok boyutludur. Siyaset ve toplum da bu operasyondan nasibini almıştır. 

Çok ayrıntıya girmeden bazı hatırlatmalar yapmakta fayda var. 

  • 1923 Cumhuriyeti, emperyalist dünyanın istediği, tercih ettiği bir siyasal kuruluş olmamıştır. Tam aksine, bir çeşit istenmeyen, zaman içeresinde hizaya sokulacak bir ülke olarak kurulmuştur Türkiye Cumhuriyeti. Bugün bunun tasfiyesiyle karşı karşıyayız.
  • 1923’ün devletinin, toplumu, dolayısıyla hukuku ve temel kurumlarını oturttuğu zemin, ana norm laikliktir. Bununla birlikte ileri kazanımlar olan devletçilik, halkçılık, devrimcilik, birbirini tamamlayıcı temel değerlerdir. Laiklik kritiktir çünkü diğerleri için de aslında bağlayıcı normdur. Bugün Cumhuriyet değerlerinin tasfiyesini yaşıyoruz.
  • Karşı karşıya olduğumuz karşı devrimi anlamak için Cumhuriyet tarihi boyunca karşı devrim süreçlerini de gözden kaçırmamak gerekiyor. 1940’ların ikinci yarısından başlayan, 1950, 1971 ve bugünün startı olan 1980 ve devamında 2000’lerle birlikte yirmi küsur yıldır karşı karşıya olduğumuz süreç. 
  • 1980’lere kadar, her ne kadar sınırlı da olsa piyasanın varlığından bahsedilse de, sağlık, eğitim, bakım hizmetleri, sosyal güvenlik, kültür gibi kamu hizmetlerinde devletin ağırlığı vardır. Bu hizmetlerin devlet tarafından toplumsal hizmet güdüsüyle örgütlenmesi/üretilmesi toplumsal olarak da bir kamucu bilincin gelişmesini sağlamıştır. Bu hizmetler yurttaş haklarıdır. Bugüne gelindiğinde bu bilinç en hafif tabirle zedelenmiş, yurttaşlık nosyonu silikleşmiştir.  

1923 Cumhuriyet’inin ilk döneminde birikim rejimi devletçiliğe dayanmaktadır. Dolayısıyla, eğitim, sağlık, kültür, sanayi, enerji, iletişim, ulaşım devletin elindedir. 1960’lar sosyal devlet uygulamalarının yaygınlaştığı dönemdir. 1961 Anayasası ile birlikte toplumun ve özellikle de işçi sınıfının örgütlenmesinin önü açılmış, dolayısıyla emekçilerin örgütlü mücadele yoluyla da kazanımları artmıştır. Yine aynı Anayasa ile Üniversite ve TRT’nin özerkliği güvence altına alınmış, Devlet Planlama Teşkilatı Anayasa ile temel bir kurum haline gelmiştir. Yine Kamu İktisadi Teşekülleri (KİTler) 1961 Anayasası’nda yer almıştır.  

Toprak ve tarım meselesi 1980 öncesi çözülememiş olsa da (Toprak reformu – Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu -, ona eşlik eden Köy Enstitüleri ile birlikte 1940’ların ikinci yarısına tekabül eden karşı devrim sürecinde engellenmiş, 1950’lerle bu karşı devrim süreci “taçlanmıştır”) devlet bankası olan Ziraat Bankası’nın işlevi, tarımsal üretime sübvansiyonlarla, fiyatlarla vb verilen destek, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin kuruluşu, devlet üretme çiftlikleri, Köy İşleri Bakanlığı ile örgütlenen hizmetler devlet tarafından karşılanmıştır.   

1971’e gelindiğinde 12 Mart’ın darbeci generali Memduh Tağmaç’ın, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı, önünü kesmek gerekir. (…) Sosyal uyanışın temelinde ekonomik nedenler aramak komünistlerin uydurmasıdır. Tüm olaylar anayasanın özgürlükçü özünden çıkmaktadır. Bu anayasa ve özgürlüğe açık yasalar değiştirilmeden olayların üstesinden gelinemez” sözleri 1961 Anayasası’nın sağladığı zeminde emekçi sınıflar ve aydın hareketinin örgütlü yükselişine, yani sermaye açısından “tehlikeye” işaret etmektedir. 1980’lerle başlayan ve bugün sonuçlarını yaşadığımız karşı devrim süreci tehlikeyi bertaraf edecek şekilde yürütülen operasyonun sonucudur. 

Bu sayfalarda daha önce defalarca yazıldığı için yine ayrıntıya girmeden değinelim: 1970’lerin sonu, 1980’lerin başlarında aslına rücu eden kapitalizmin uluslararası düzeydeki krizi ile birlikte bütün ülkelerde, emekçilerin kazanımlarına dönük bir saldırı başlamıştır. Sermaye artık maliyetlerini en aza indirmek istemektedir. Dünyada bir yandan üretimin düzeyi yükselerek sermayenin kâr oranları, diğer yandan yoksulluk artmaktadır. Büyük özelleştirme hamlelerine örgütlü işçi hareketini yok etmek eşlik edecektir. Sendikasızlaştırma, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, esnek istihdam, kazanılmış toplumsal hakların gasp edilmesi, emeklilik haklarının kaldırılması, eğitim, sağlık, bakım hizmetleri, kültür-sanat, bilim gibi parasız olarak verilen hizmetlerin piyasa kalemi haline getirilmesi… 

Gasp edilen bu sosyal hakların yerini özel sigorta sistemleri ile sosyal devletten geriye yegâne kalan sosyal yardımlar almıştır. Sağlık, eğitim, emeklilik, sosyal güvenlik artık hak olmaktan çıkmış, bireysel olarak satın almak zorunda olduğumuz piyasa kalemleri haline gelmiştir. Bu süreç, artan işsizlik ve azalan reel ücretlerle birlikte emekçilerin hızla daha fazla yoksullaşmasını getirmiştir. 

Türkiye’de bunun adı 24 Ocak Kararlarıdır. Uygulanabilmesi için ise 12 Eylül ‘80 Darbesi gerekmektedir. 

Bugün, uluslararası sermaye ile ondan bağımsız olmayan ulusal sermayenin ihtiyaçlarına göre meyvesini veren bu kararların sonuçlarını yaşıyoruz. Yani 40 küsur yıllık bir süreçten bahsediyoruz. 

Zamana yayılarak yürütülen ve tamamlanma tarihi ne tesadüftür ki (!) 2023 olarak belirlenen bu operasyonun başarıya ulaşması için gerekli olan dönüşüm üç ana başlıkta sürdürüldü:

  1. Ayak bağı olan bir devlet yapılanmasının çözülmesi, tasfiyesi ve yeni bir devlet yapısıyla, rejimle ikamesi 
  2. Kamusal alanının tasfiyesi, özelleştirilen KİTler, piyasa kalemi haline gelen kamu hizmetleri
  3. Toplumun, onun kültürel ve ideolojik referanslarının dönüştürülmesi

Devletin dönüşümü

Türkiye’de üç temel devlet kurumunun TSK, yargı ve akademi olduğunu söyleyebiliriz. Liberal ağızların ve bu görüşün nüfuz ettiği kesimlerin iddia ettiğinin aksine bu kurumlar tasfiye edilmemiş, çözülmüş ve dönüştürülmüş, ele geçirilmiştir. 2000’lere kadar özellikle üniversitenin piyasa ile arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine dönük köklü adımlar atılırken, 2007, 2010 ve 2017 ile yargıdaki dönüşüm ve 15 Temmuz 2016’nın sonuçlarına baktığımızda TSK’nın dönüşümünü ve bütün bu süreç boyunca sermayenin yeni birikim rejimine uygun bir yapılanmanın hedeflendiği görülmektedir. Bu üç alanın ele geçirilmesi yeni rejimin temel kaynakları olmuştur. 

Bununla birlikte birçok kurum tasfiye edilmiş ve yeni rejime uygun bir yapıyla ikame edilmiştir. 6 Şubat depreminin sonuçlarını yaşarken karşılaştığımız tablo budur. Deprem sonrası refakatsiz çocuklarla yeniden gündeme gelen çocukların korunması ile ilgili olarak tasfiye edilen Sosyal Hizmet ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK),  şirketleşen Kızılay, COVID-19 salgınıyla karşı karşıya kaldığımız ve ne kadar yaşamsal olduğu bir kez daha ortaya çıkan aşı başlığında, kapatılan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü, Orman yangınlarıyla çok acı bir biçimde gördüğümüz kurum olmaktan çıkan Türk Hava Kurumu (THK), KİTler’in tasfiyesi devletin çekildiği ve piyasaya devredilen alanlara örnektir. 

1980’lerin ortasından bugüne kadar IMF, Dünya Bankası, OECD gibi emperyalist kuruluşların “teşviki” ve müdahalesiyle devlet sermayenin tam müdahalesine açılırken, devlet bez mi üretir, devlet, kâğıt mı üretir, devlet otel mi işletir diyerek şirketleştirme tüm hızıyla sürmüştür.

Devlet, sermaye ve sivil toplum kuruluşları bileşkesi olarak formüle edilen ve devlet yönetimine sermayenin gerek bizzat kendisinin, gerekse STK’lar aracılığıyla yer verilmesi olan “yönetişim” (governance) 2001 yılında Kemal Derviş’in Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile resmileşti. Yükselen liberal ideolojik saldırıyla bir demokratikleşme süreci olarak servis edildi.

Böylece, bu üçlü yönetişim yapısı bir yandan da sivil toplumculukla sadece emperyalist fonlar aracılığıyla uluslararası sermayenin değil, aynı zamanda bürokrasiye gerici yapılanmaların (tarikat ve cemaatler) yerleşmelerine de alan açmıştır. Bakanlıkların yıllar içinde sürekli değişen isimleri ve yetkileri, eklenen, tasfiye edilen devlet kurumları, sermayenin her şekilde devlet kurum, kuruluş ve kurulları içerisinde açıkça yer almasıyla devam eden bir süreçtir. 

Dolayısıyla, bugün “devlet yok” demek karşı devrimi yok saymaktır. Vardır ama yapısı değişmiştir. Adeta 300 yıl öncesinin Osmanlısına özenen bir yapı vardır karşımızda. Sınıf karakteri ve baskı aygıtları hiç olmadığı kadar güçlü bir devletle toplumsal haklar alanının ortadan kaldırıldığı, yerelleşmeyle birlikte piyasa güçlenirken işçi sınıfının ve toplumun örgütlülüğünün dağıtıldığı, böylece sermaye önündeki engeller bertaraf edilirken toplumun, yani aslında siyasetin ana öznesinin siyaset dışına itildiği bir Türkiye. 

Erdoğan’ın 2015 ve 2018’de tekrar ettiği “devleti şirket gibi yönetirsek netice alırız” sözlerini AKP’nin özlemlerinden ibaret olarak okumak, emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği rolün, sermayenin ihtiyaçlarının ve bu nedenle gerici ideolojilere duyduğu ihtiyacın üzerini örtmektir. Dinci gericilik, tarikatların gücü, toplumun cemaatleştirilmesi, bu operasyonun parçasıdır. 2000’lere gelindiğinde, en uygun aktör olarak AKP, bu şirketleşme operasyonunu layıkıyla yürütebileceği için iktidara gelmiş ve bugüne kadar sürdürebilmiştir. Şimdi emperyalizmin ve sermayenin ihtiyaçlarını karşıladığı sürece devam edecek, tükendiği noktada uygun aktörlerle ikame edilecektir. 

Bundan sonrasında bir aktör değişikliğine ihtiyaç olup olmadığı seçimlerle birlikte ortaya çıkacaktır. 

Kamusal alanın tasfiyesi

Sermayenin önündeki engellerin kaldırılması için devletin çözülmesi ve dönüştürülmesi, yani yeniden yapılandırılması tek başına yeterli değildir. Sermayenin omuzlarındaki yükten kurtulmasının önemli bir diğer ayağı kamusal alanın tasfiyesi, kamu varlıklarının sermayeye devredilmesi, kamu hizmetlerinin piyasa kalemi haline getirilmesi, vergi ve sosyal güvenlik yükünün kaldırılmasıdır. Eğitim, sağlık, bakım hizmetlerinin yanı sıra yerel yönetim hizmetlerinin piyasaya devredilmesi sermaye açısından önemlidir. İşin bir diğer yanı kamu personeli rejimidir. 

1980’lerle birlikte emperyalizmin başta IMF, Dünya Bankası, AB, devamında özellikle Kalkınma Fonu üzerinden BM gibi kurumları “yerel yönetimlerin özerkliği”ni birçok ülke gibi Türkiye’nin gündemine de soktu. Devletin görevi olan hizmetlerin yerel yönetimlere devredilmesi, mali ve idari özerklik ile birlikte kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve uluslararası sermayeye açılması, istihdamın parçalanması ve örgütsüzlük anlamına gelen bu saldırı sermayenin yerel kaynaklara sınırsız erişimi anlamına da gelmektedir.

Kamusal alanın tasfiyesiyle sosyal hakların yerini sosyal yardımlar ve özel sigorta sistemleri aldı. Sağlık, eğitim, emeklilik, sosyal güvenlik artık hak olmaktan çıktı ve bireysel olarak satın alınacak piyasa kalemleri haline geldi. Bu süreç, artan işsizlik ve azalan reel ücretlerle birlikte emekçilerin hızla daha fazla yoksullaşmasını getirdi. Sosyal hizmet kesintileri ile birlikte artan yoksulluğun yönetimi için Dünya Bankası, BM, çeşitli vakıflar, AB ve bağlı sermaye kurumları “yoksullukla mücadele programları” adı altında devreye girdiler. Bir yandan özellikle yerel yönetimler üzerinden mikro kredi programlarının finansmanı sağlanırken, bir yandan da yoksullara sosyal hizmetlerin dağıtımı için Sivil Toplum Kuruluşları (NGO/STK) aracılığı ile devletin elini çektiği alanlardaki boşluklar dolduruldu. Sosyal hizmetin ve hakların yerini piyasa ve sosyal yardımlar aldı. Bu “çözüm”e göre STK’lar sosyal sorunları çözerken mikro krediler de yoksulluğu azaltacaktı.

Kamusal alanın tasfiyesi yurttaşlık nosyonunun da tasfiyesini, diğer bir deyişle, kamusal bilinci de ortadan kaldırmaktadır. Üniversitelerin, eğitimin paralı hale gelmesi öğrencilerin kendilerine, velilerin çocuklarına “yatırım” olarak dayatılması, üniversitelerde bilimsel ilerleme yerine kariyer günleri, mikro kredi ağına düşen başta kadınlar olmak üzere “yoksulluktan kurtulma” ve “girişimcilik” safsataları, döner sermaye çarkını “şirketten pay alma, ortak olma” propagandası ile eğitim ve çalışma yaşamında performans ve rekabeti genel kabul haline getirilmiştir. Dolayısıyla, kamu hizmeti ve haklar da toplumun temel itkisi olmaktan çıkarılmıştır. Artık her şey, sermayenin, yani ekonominin hizmetine sunulmuştur. Haklar değil, piyasa toplumu şekillendirmektedir. Burada insanca, onurlu yaşam hakkı başta olmak üzere bütün toplumsal haklar kaybolmuştur. 

Depremde ortaya çıkan Kızılay skandalları tam da budur. Kızılay şirketleşmiştir. Yine en son depremle birlikte çok daha yakıcı bir biçimde ortaya çıkan, insanca ve güvenli barınma hakkı, nitelikli altyapı hakkı gibi hakların yerini piyasanın ve “kaderin” alması sürpriz değildir, ne yazık ki. Düzen cephesi ve iliştirilmişlerinin deyimiyle “asrın felaketinin” yine inşaat baronlarının refahına tahvil edileceği bu işleyiş en tepedekilerin de deyişiyle ülkeyi şirket gibi yönetme iddiasına tekabül etmektedir.

Dünya Bankası, IMF, AB ve çeşitli vakıf vb. fonlarıyla özellikle STK’lar ve yerel yönetimler üzerinden kamusal alanı ikame eden piyasa mekanizmalarının yanı sıra kurumların tarikat ve cemaatlerle imzaladığı protokoller, bunlara verilen yetkiler devletin görevi olan kamu alanının tasfiyesini gözler önüne sermektedir. Devletin görev ve sorumlulukları STK’larla, cemaat vakıfları, AB, DB, vb. tarafından fonlanan STK’lara ve böylece piyasaya devredilmiştir. Bir yanda parası olanın, ya da kredi çekeninin piyasadan satın alacağı “hizmetler”, diğer yanda, parası da kredi imkânı da olmayan emekçi halk kitlelerinin emperyalist kurumların piyasaya bağladığı mekanizmalar ile tarikat ve cemaat yapılanmaları üzerinden dağıtılan sadakalar…

Toplumsal dönüşüm

Devletin dönüşümü ve kamunun tasfiyesini tamamlayan bu büyük operasyonun bir diğer önemli ayağı toplumun, onun kültürel ve ideolojik referanslarının dönüştürülmesidir. 

Kapitalizmin dünya ölçeğinde 1970’lerin sonlarında başlayan krizi ile birlikte 1980’lerde başlattığı saldırı bir yandan sömürüyü büyütürken, diğer yandan ideolojik olarak buna karşı oluşacak tepkileri engellemek olmuştur. İdeolojik olarak “sınıflar bitti”, “ideolojiler öldü”, “ulus devletlerin sonu”, “sivilleşme” söylemleri sermayenin her şeyin üzerinde olduğunu, demokrasinin ise emperyalist merkezlerden geldiğini dayatmıştır. Burada, küreselleşme, sivil toplum, neo-liberalizm gibi kavramsallaştırmalar kapitalizme aittir ve bir yandan “yeni-muhafazakâr” (neo-con), diğer yandan “yeni-liberal” (neo-liberal) söylemin ortaklaştığı kavram setleridir. Burada dünya ölçeğinde gerici-liberal ittifak gözle görülür biçimde ortaya çıkmaktadır. Liberalizmin her iki kanalı da besleyen ana akım olduğunu not etmek gerekir.

Liberalizm, bu süreçte sosyal devlet uygulamalarının tasfiye edilerek sermayeye kaynak yaratılması ve pazar açılmasında kamu varlıklarının özelleştirilmesi ve kamu hizmetlerinin piyasaya devredilmesinde gerek iktisadi, gerekse siyasi ve ideolojik olarak önemlidir ve piyasa ile demokrasi ve özgürlük arasında mutlak bir ilişki kurmaktadır. Özellikle 1990’larla birlikte liberal ideoloji, kendi başına elde edemeyeceği başarıyı dinci gerici ideolojiler üzerinden sağladı. Toplumda piyasanın mutlaklığını, hakların tasfiyesini, örgütlülüğü ve Cumhuriyet’ten kalan ileri değerleri ve dolayısıyla sermayenin ayağına dolanabilecek bütün unsurların tasfiyesi bu işbirliği üzerinden sağlandı. Gerici ideolojilerin güçlenmesi ve toplumsal alanda yerleşmesi liberalizmin bu nüfuzu ile birlikte gerçekleşti. 2000’lere gelindiğinde emekçilerin elinde kalan yegâne refleks, endişe ve korkuydu. Bu da toplumu gerici ideolojik formlara daha fazla bağlayıcı bir işlev görmektedir. Siyaset, zamanla toplumun dışına çekilmiş ve sadece muktedirlerin alanına daraltılarak, emekçi kitleler için belli aralıklarla sandıktan ibaret bir algıya yol açmıştır. Sivilliğin alametifarikası da burada ortaya çıkmaktadır. Burada dönüşümün önemli kavramlarından biri sivil toplumculuktur. 

Devletin sağlaması gereken kamu hizmetlerinin ve toplumsal hakların tasfiye edildiği süreçte devreye sokulan sivil toplumculuk ve bu anlayışın kurumsallaşmış yapıları olan STK’lar emperyalizmin ve sermayenin önemli aygıtlarıdır. 

Toplumun örgütlenmesinin önünde büyük bir engel olan sivil toplumculuk ve onun aygıtları olan STK’lar, örgütlü mücadele karşısında aktivizm kavramının etkili hale gelmesinde önemlidir. Toplumun siyasi tepkilerini soğurup düzen içerisine kanalize ederken, siyasi mücadelenin önünde önemli bir engel haline gelmektedir.

Burada toplumsal mülkiyet, hizmetler ve haklar, toplumların algısında hak olmaktan çıkarak, yardım ve destek haline gelir. Özelleştirme ve piyasalaştırma meşrulaştırılırken, topluma ait olan her türlü ürün, hizmet, değer, varlık toplum tarafından hak ve mülkiyet olarak talep edilemeyecek bir hale getirilir.   

STK’lar toplumsal enerjiyi emerek depolitize ederler. İdeolojileri dışlayan sivil toplumculuk yaklaşım, siyaseti de toplumsal alandan çekerek, bunları vicdan, ahlak, iyilik gibi nosyonlarla ikame etmektedir. 

STK mekanizması, siyasi kavramları da emperyalizmin-kapitalizmin hedefleri doğrultusunda dönüştürmektedir. Liberalizmin bu süreçte bütünlüğü reddeden, tarihe, siyasete, devlet ve kurumlarına, topluma dönük parçacılığı gerici ideolojilerin güçlenmesiyle emekçi kitleleri hem siyasetin dışına atarak parçalamış, hem de piyasacı ve gerici ideolojilerin birbirini besleyerek toplumsal alanda güçlenmesini sağlamıştır. 

Toplumun referansları değişmiştir. Yurttaşlık, müşteri ve tebaayla ikame edilir hale gelmiştir. Yurttaşlık bilinci silikleştikçe haklar alanı da kaybolmaya başlamıştır. Toplumsal mülkiyetin ve kamu hizmetlerinin hak olduğu artık hatırlanmamaktadır. Eğitimin, sağlığın, bakım hizmetlerinin piyasa kalemi olması normalleşmiştir. İnsanca onurlu yaşamın ön koşulunun parayla satın alabilme gücüyle doğru orantılı olduğu kabul edilir hale gelmiştir. Bunun bir temel hak olduğu unutulmuştur. Geriye kalan hak borçlanma hakkıdır. Kredi kartlarıyla, banka kredileriyle borçlanma. Yurttaşlığın zemini kaybolduğu oranda eşitsizlikler de kabullenilir hale gelmiştir. Toplumsal hakların, yurttaş haklarının yerini sosyal yardımlar, sosyal sorumluluk projeleri, örgütlenme ve hak mücadelelerin yerini STK’lar, tarikat ve cemaat uzantıları ile çıkar çeteler etrafında öbekleşme almıştır. 

Devleti, kamusal alanı ve toplumu içine alan düzen sadece iktisadi değil, aynı zamanda siyasi, ideolojik ve kültürel bütünlüklü bir olgudur. İktisadi ve siyasi yapıdan, hukuka, yaşamı kavrama, kültür, sanat, tüketim ve beslenme alışkanlıkları, düşünce biçimleri, dil, toplumsal ilişkiler ile diğer birçok tercihi, alışkanlığı ve algıyı dayatır, dönüştürür. Dönüşümün ne kadar büyük bir hızla içselleştirildiği dille birlikte ortaya çıkmıştır. 

Bütün bu operasyon planlama nosyonunu da ortadan kaldırmıştır. Planlama sadece kaynakların eşit dağılımıyla sınırlı değildir. Devletin ve toplumun karşılıklı ilişkisinin ortaya çıkardığı bir haklar toplamının hayat bulmasıdır. Burada üretim vardır, insanca ve onurlu yaşam vardır. Çalışma ve üretme hakkı vardır. Nüfusun yerleşimi vardır. Yerleşik olduğu yerde üretebilmesi, çalışabilmesi, eğitim, sağlık, bakım hizmeti alabilmesi, insanca ve güvenli koşullarda barınabilmesi, altyapı hizmeti alabilmesi, kültür ve bilim hakkına, aklını geliştirme hakkına sahip olması vardır. Bir doğa olayıyla karşı karşıya kaldığında toplumun ve devletin önlem aldığını, bu önlemlerin neler olduğunu bilmesi vardır. 

Güçsüzün güçsüzlüğü ve yoksulun yoksulluğu kabullendiği, mülkiyet hakkının kutsallığının mutlaklık olarak dayatıldığı, bu kutsallıktan kaynaklanan gücün gerici ideolojilerle yeniden ve yeniden üretildiği bir karşı devrim sürecindeyiz. Burada toplumsal kurtuluş hedefi yok, insanlığın tarihsel kazanımları ve mücadele yok. İnsanların nesneleştirildiği, tarihin de siyasetin de toplumsal mücadelelerin de öznesizleştirildiği bir dayatma var. 

Kader seçimi mi, rıza seçimi mi?

Girişte de yazdığımız gibi, 14 Mayıs tarihinde halkın önünde seçim var. Karşı devrimin farklı cephelerinin yarıştığı bir sandık konacak önümüze. Yukarıdaki sayfaların seçimle ne alakası var denebilir. Zira ülkedeki egemen siyaset anlayışı yukarıdaki sayfalarda yazılanlardan kopuk, halkın siyasetle bağını tek bir günde sandık başına giderek vereceği oyla sınırlandırmanın derdinde. İktidarı ve muhalefetiyle aynılaşmış, olduğu gibi sağa kaymış, karşı devrimle eklemlenmiş bir siyasi aktörler toplamıyla karşı karşıya bırakıldığımız bir tablo var. Ne de olsa artık “sağ-sol yok, hepimiz aynıyız!”.

40 küsur yıldır üç koldan yürütülen çözme-tasfiye-dönüştürme operasyonu son düzlüğüne girdi. Bu operasyon siyaset algısını da ürün tercihine indirgedi. Siyaset, programlardan ziyade vicdan, iyilik, fizik, giyim gibi bir ürün teşhirine kadar geldi. Tıpkı Kanada Cumhurbaşkanı Trudeau’nun çorapları ve bisikleti gibi, Finlandiya ve Yeni Zelanda’nın kadın başbakanlarının güzelliklerine, Merkel’in mütevazı yaşam biçiminden ibaret siyaset dışı bir algıya kilitlendiği gibi… Kedi seven, mutfakta börek, iftar sofralarında el açan, camilerde secde eden, yer sofralarında görüntü, bıyıklı-bıyıksız, uzlaşma mesajları veren kibar ve hoşgörülü, iktidarın muktediriyle vasatta ortaklaşmış figürler toplamı baharların geleceğini müjdeliyor. Siyasette reklam kampanyalarının birbiriyle tokuşturulduğu ve bunun bir çıkış arayışına tekabül ettirildiği adeta bir Sodom ve Gomore içindeyiz… Yukarıda bahsettik, emekçi kitlelerinin bu tabloda en ehven ürünleri seçeceği bir karşı devrim süreci karşımızdaki. Emekçi kitlelere yaşamlarını son 40 küsur yılda cehenneme çeviren emperyalist sermaye programının yeni aşamasından başka bir şey değil sunulan.  Bunu son 21 yılla sınırlamak, toplumu karşı devrime ikna etmek demektir. 

Emperyalizmin ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda 40 yılı aşkın bir süredir yürütülen ve bugün sonuçlarını yaşadığımız, yukarıda anlatmaya çalıştığımız operasyonun üzeri örtülüyor. Tarih dışı, sürekliliği gözlerden kaçıran, parçalı ve birbirinden kopuk vaatlerin yanı sıra, toplumun iradesini devre dışı bırakan, sandık hesaplarına, pazarlıklara ve kişilere endekslenmiş kampanyaları seyreder halde buluyoruz kendimizi. 

Dolayısıyla, isimler ortaya çıktıkça herkes şaşkınlık yaşıyor. Şaşkınlığın nedeni bütünselliğin gözlerden kaçırılması. Büyük bir çoğunluğu bu operasyonun şu ya da bu şekilde ortağı, parçası olmuş olan siyasi aktörlere AKP karşısında mecburmuşuz gibi bir algı oluşturuluyor. 

Felaketin üzerine çöktüğü, artık nefes almakta zorlanan emekçi halkın içgüdüsel olarak da olsa beklediği değişimle uzaktan yakından alakası olmayan bir kumpanya seyrediyoruz. 

Yine biraz tarihe bakalım. 12 Eylül sonrası ilk genel seçimler, Kasım 1983. 12 Eylül’ü bir kurtuluş olarak ifade edecek olan TÜSİAD’ından, aydınına, 12 Eylül’ün Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı, 24 Ocak Kararları’nın imzacısı ve uygulayıcısı Turgut Özal’ın ANAP’ı, cunta karşısında “4 siyasi eğilimi birleştirme” sloganıyla ve demokrasi kahramanı olarak yüzde 45 küsur oyla tek başına hükümet oluyor. Cuntaya karşı demokrasi ve özgürlük için, cuntadan kurtulmak için “bizim çocukların” önemli ismi Turgut Özal… 2002’de ANAP’ından DYP’sine, gericisine, liberaline kadar “bütün eğilimleri birleştiren”, bir yandan “Türk-İslam sentezcisi” bir yandan sermaye ve emperyalizme en istikrarlı olma güvencesiyle işbirlikçi AKP bir kurtuluş olarak pazarlanarak iktidara geliyor. 21 yıl sonra, bu sefer, AKP’den kurtulmak için karşı devrim operasyonunu tamamına erdirecek bir “can simidi” bütün renkleriyle ve farklı ittifaklarıyla bir cephe olarak karşımıza getiriliyor. Ortada ciddi bir akıl yitimi var. Can havliyle karşı devrim sürecinin erken dönem referanslarına dönüşte bir zemin temizliği. 

1980’den beri yavaş yavaş sürdürülen, son 21 yıldır hız kazanan dönüşümü artık ayakları üzerine dikmek gerekiyor. Nefesi yetmeyen kimi unsurları tasfiye etmek, işe yarayacaklarla da kol kola girerek yola devam etmek gerekiyor. Aday listeleri de bunu açıkça gösteriyor. 

Karşı devrimin siyaset alanındaki bir diğer yansıması ise 1923’ün kadrolarının kurduğu parti oldu. Geriye adından başka bir Cumhuriyet ve halk kaldı mı bilmeyiz. Bizim konumuz da değil bir yandan. Ancak, operasyonun siyasi olarak en son düğümü burada çözüldü. Başını çektiği 6’lı masanın bileşenleriyle artık bir uyumsuzluğu kaldığını söylemek mümkün müdür? Laikliği, devletçiliği, halkçılığı ağzına almayan, tarihiyle arasına nedamet getirerek mesafe koyan, böylece değerlerinden koptuğunu ilan etmekte sakınca görmeyen, İslamcılık ve piyasacılık yarışında alanı boş bırakmayan, işbirlikçilik konusunda teminatını başta NATO olmak üzere bütün kurumlarına övgüler düzerek veren ve bu alanda müttefikleriyle kol kola AKP’yle yarışan, ilkel kabile yapılanması olan aşiretlerin ağalarını törenle üye kaydeden bir partiden bahsediyoruz. Yetmedi mi? Yine gelecek olan baharı yurtdışı gezilerinde bir araya geldiği “yatırımcılardan” sağladığı “300 milyar dolarla “zenginleşme ve yatırım” olarak müjdeliyorlar. Halkın üzerine yeni borç olarak çökecek, bugüne kadar gerici ve işbirlikçi sermaye iktidarının bulduklarından daha temiz tefeci parası…

Operasyonun hedefi olan Cumhuriyet’le en başından beri derdi olanlar bu kez görünür biçimde birlik fotoğrafı veriyor. Şaşırtıcı bulanlar var. Hiç şaşırtıcı değildir. Hepsi birlikte “sonuna kadar gidilsin!” dememiş miydi? Cumhuriyet’le en başından beri dertleri olduğunu gayet istikrarlı bir biçimde ilan etmiyorlar mıydı?

Laikliği merkezdeki bir grup elitin halkın dini değerlerini baskı altına alması olarak tanımlayıp, inançlara özgürlük bayrağı açarak Saidi Nursi, Şeyh Sait gibi işbirlikçi yobazları halk kahramanı ilan etmekle laikliğe küfrederek Cumhuriyet’in tasfiyesinde önemli görevler üstlenen, karşı devrimin kullanışlı YAE’çi apartçıkları arasında bugüne kadar bir ilişki olmadığını iddia etmek mümkün mü?

Laik ve bilimsel eğitimi ayaklar altına alan müfredata ek olarak yasalaştırılan ve medreselerin önünün iyice açan Diyanet Akademisi oylamasında TBMM’de bir tek “hayır” oyunun çıkmamasının sorumluları kimler?

2013 yılında Suriye’deki emperyalist savaş sırasında “Suriye’deki Kürt oluşumu, Lazkiye’yi de içine alırsa Kürtlerin büyük bir sorunu ortadan kalkar. Denize alışırlar.” diyerek Suriye’nin egemenliğini ortadan kaldırmak üzere saldıran ve halkını katleden işgalcilere ne mesaj veriliyordu? Peki, ABD ve NATO’nun bölgesel müttefiki kim?

Emperyalizmin kanlı suç örgütü NATO’nun genel sekreteri ile görüşme yapan HDP, daha önce de hem bu suç örgütüyle hem de AB’yle bizzat Brüksel’de görüşme yaparak, bu emperyalist kurumları barış süreci için aktif göreve çağırmamış mıydı? 

12 Eylül’le hepsi hesaplaşıyor. Bu hesaplaşmada, darbenin en önemli perde arkası olan, doktrini daha fazla egemenlik ve dolayısıyla daha fazla işgal olan NATO’yla hesaplaş(a)mıyorlar ama. Bu suç örgütünün genişlemesine çok önem verdikleri TBMM temsiliyetinde hiçbir “hayır” oyu çıkmaması tesadüf mü?

Anayasa’ya türbanı sokacak olan değişiklik için “biz de varız” diyenler kimlerdi? 

Hal böyle olunca, siyaset de birbirinden kopuk reklam tadında ve aslında aynı söylemin farklı varyasyonlarıyla çıkıyor karşımıza: Sınıflar dışı, toplum dışı, paramparça ve yaşanan gerçekliğin dışında bir tür distopya. Emekçiler kendilerini sorunların kaynağına ilişkin bir seçenekle değil, kişilerle özdeşleştirdikleri, sevmek-sevmemek, kızmak-kızmamak, iyi-kötü, ahlaklı-ahlaksız, güzel-çirkin gibi karşıtlıkların sunulduğu ürünler kampanyasıyla karşı karşıya buluyor. Ürünler arasında starlar, oyuncular, fonlardan beslenenler, patronlar, yobaz ve faşist katiller-onları aklayanlar, vb var. Bir de bütün bu operasyonun aparatçıkları olmuş, yeni dizilişte görev alanlar var. Arz ve talep diyalektik işliyor. Arz edenler, sundukları üzerinden talep oluşturmaya çalışıyor. 

Nefesi tükenmekte olan ve son kullanım tarihi çok da uzun olmayan bir zamanda geçecek olan mevcut iktidarın yerini, ortak noktası mevcut iktidarla benzer bir karşı devrim toplamı alacak. Güçlendirilmiş parlamenter sistem propagandasının uluslararası ve yerel sermayenin, emperyalizmin hedeflerinden bağımsız olmadığı, bu yelpazedeki aktörlerin bugüne kadar gerek meclis temsiliyetinde ortaya koydukları performanstan gerekse vaatlerinden ortaya çıkıyor. Gözlerden kaçırılan ise 40 küsur yıldır sürdürülen karşı devrim operasyonunun son düzlüğünde nelerle karşılaşacağımız. 

Allanıp pullananlar, bu kadar süre boyunca her yönüyle emperyalizmin ve sermayenin ihtiyaçlarına göre çözülmüş, tasfiye edilmiş, ele geçirilmiş ve dönüştürülmüş yapıyı yıkmaktan bahsetmiyor. Sınırı hesaplaşmakta çekenler, yıkmaktan bahsetmiyor. Sermayenin çizdiği sınırlar içerisinde, sanal bir çekişme. İktidar ve muhalefet arasında siyasi taraflaşmanın ortadan kalktığı, hepsinin birbirine benzediği, Erdoğan ve AKP’nin gitmesinin ötesinde bir gelecek seçeneği, farklı bir siyasi ve toplumsal programın olmadığı koşullarda çokça sarf edilen “istikrarın” esamesinin okunmadığı bir döneme giriliyor. Türkiye’nin emperyalist güçlerle ilişkilerinin “güvensiz ve istikrarsız” hale gelmesine, bir süredir homurdanan sermayenin ayağına değen taşlara muhalefet ötesinde bir program görünmüyor. Milletvekilliğini mecliste halkın sesi olmak iddiası taşıyanların ise halk düşmanı yasalar karşısında varlığını göremediğimiz de cabası. Milletvekilliği pazarlıkları ve seçim taktiklerine gömülmüş, ünlülerden ünlü beğendiren kampanya yürütenler emperyalizmin, sermayenin ayağına basmaktan imtina edenler… Ne de olsa “siyaset değil, haysiyet zamanı!” 

Siyasetin esas öznesi olan halkla siyasetin bağları bu kadar koparılmışken, emekçiler siyasetin dışına bu kadar atılmışken bazılarını “insanların mecburen siyasetle ilgilenmek zorunda kalması üzüyor” sözlerine de şaşırmıyoruz artık. Gerekçesi de gençlerin sanatla, edebiyatla, sinemayla ilgilenmesi, hayatını yaşaması gerekirken siyasetle ilgilenmek zorunda kalması. Bütün bunlar siyasetten bağımsız mı diye safça soralım sadece? 

Pekiyi, 12 Eylül destekçisi, YAEçi Sezen Aksu’ya hele bir de “karşıyım her şeye karşıyım var mı? rabbim adaletin bu kadar mı?” sözleriyle seçim şarkısı yaptırmaya ne demeli? 

Bütün örnekler çoğaltılabilir ama sayfalar yetmez. O nedenle burada keselim. Ne de olsa bu kumpanya daha çok akıl dışı gösteriler çıkaracak karşımıza. 

En hafif tabirle siyasetsizliğe tüy dikenler, düzenin değirmenine su taşıyanlar, sosyalizmi ağızlarına almamalıdır.

Herkes karşı devrimin ayakları üzerine oturtulması konusunda adeta hemfikir. Meselenin sadece AKP ve Erdoğan olduğu 20 küsur yıllık bir dönemden ibaret sunulması Türkiye’de yürütülen karşı devrim sürecini ve bu sürecin yaşadığımız sonuçlarının, yani felaketin üzerini örtüyor. 

Sol taviz verir mi?

Toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. Kahramanları tarafında olduğunuz sınıftır. Siyaset hangi sınıfın mücadelesini yürütüyorsanız onun ilkeleriyle belirlenir. Bu ilkeler siyasetin sağ mı sol mu olduğunu ortaya koyar. Sermaye sınıfının ise meşrebi geniştir. Siyasette, karşısındaki işçi sınıfını teslim alabilmek için en akla gelmez araçları üretir. Bütün geri formları bünyesinde barındırıp yeniden üretmekle kalmaz, masaya süreceği yeni kartları vardır. Sıkıştıkça bunları ortaya sürer. Özellikle yukarıdaki satırlarda anlatmaya çalıştığımız ve ‘80’lerle başlayan sürecin üzerinden geçtiği ve basınç karşısında ilkelerini silikleştiren solun büyük bölmeleri en hafif tabirle blöfü görememiştir. Zor olanı değil, kolay olanı tercih etmiş, gücünü toparlayabilmek adına ilkelerden başlamak üzere tavizler vermiştir. Taviz verdikçe, ilkeleri silikleşir. İlkeler silikleştikçe vasatlaşır, ezberlerin ötesine geçemez. 

Solun ilkeleri açıktır. Sınıflar mücadelesi sürdükçe kalın kırmızı çizgilerdir. Hiçbir taktik bu çizgileri silikleştiremez. Silikleşmesi, solun kişiliğini de ortadan kaldırır. İlkeler, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi gereken dönemlerde yaratıcı bir biçimde güçlendirilmelidir. Bunu yerine getirmeyen sol özneler “taktik” gerekçesini sunarlarsa stratejiyi de zayıflatırlar. Taktikler stratejiyi zayıflatırsa sermayenin basıncı onları giderek vasatlaştırır, kendine benzetir, kendisi için kullanışlı hale getirir. 

İlkeler açıktır: Amasız fakatsız sermaye/piyasa karşıtlığı, anti-emperyalizm, gericilik karşıtlığı… Emeğin çıkarları/iktidarı, bağımsızlık, laiklik… Bu ilkeler eğilip bükülemez, silikleştirilemez, pazarlıkların ve ilkesiz ittifakların konusu olamaz. Solun, sosyalistlerin bir diğer vazgeçilmez, önemli ilkesi siyasetin öznesinin emekçiler sınıflar olduğudur. O yüzden insanların siyasetle ilgilenmek zorunda kalması sosyalistleri üzmez, bilakis sevindirir. Bu nedenle örgütlü ve sürekli bir mücadeleden vazgeçmez sol. Kişilerden ibaret kahramanlar değil, kitlesel mücadelelerle kazanımlara ve zaferlere ulaşıldığını insanlık tarihi gösteriyor zaten. 

Bugün karşı karşıya olduğumuz tabloda solun büyük bölmeleri bu ilkeleri, en azından bazılarını ötelemiş, silikleştirmiştir. Vasatlığa teslim olmuş, adeta “sağ-sol yok, hepimiz aynıyız!”a fit olmuştur. Dolayısıyla, sermayeninkinden farklı olarak topluma sunacakları bir programları kalmamıştır. Çünkü program, özellikle ve belki en çok bugünün sermaye düzeninde her düzeyde paramparça edilmiş siyaset ve toplumsal yapının karşısına bütünlüklü bir seçenek koymaktır. Kabullenişi, siyaset dışı bütün yaklaşımları reddetmek, siyaset ve toplum arasındaki bağların yaşamsal olduğunu bilerek ideolojik mücadeleyle güçlendirmektir. Dükkânı kurtarmak değil, solun, sosyalizmin, yani emekçilerin tarihsel çıkarlarını merkeze yerleştirmektir. Bunun için de tarihsel kazanımlar asla göz ardı edilemez. Cumhuriyet bizim topraklarımızda tarihsel kazanımsa karşı devrim cephesine elinde tuzlukla koşmaz sol. 

Karşı devrim süreci böyle durdurulabilir, toplumun biricik kurtuluşu böyle sağlanır. 

Comments are closed.

0 %