Dosya

1952 yılının ilk aylarında NATO, Demokrat Parti ve Basın üçgeni

Cengiz Kılçer

Dışişleri Bakanlığı yaptığı (18 Şubat) açıklamada, 70 yıl önce NATO’ya katılan Türkiye’nin soğuk savaş döneminde olduğu gibi sonrasında da ittifakın sorumlu ve öncü üyelerinden biri olduğu vurgulandı. Söz konusu açıklama tartışılmaz bir doğruya işaret ediyor. Bu yazımızda, Türkiye’nin NATO’ya katıldığı 1952 yılının ilk üç ayında Demokrat Parti (DP) iktidarının politik söylemleri ile basındaki NATO ve Amerikan yanlısı yorumlara bakarak geçmiş-şimdi arasındaki bağlantıları anlamaya çalışacağız.

Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 yılında iktidarı almasından iki yıl sonra, Türkiye’nin, Kuzey Atlantik Teşkilatı Örgütüne (NATO) katılmasına Dair Protokol ve buna bağlı Antlaşma, 18.02.1952 tarih ve 5886 sayılı Kanun ile onaylanıyor ve metinleri 19.02.1952 tarih ve 8083 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giriyordu. Bu süreçte, genelde Türk basını ve köşe yazarları DP iktidarının NATO’ya katılma çabalarını onaylayıcı ve teşvik edici bir rol üstleniyordu. 1950’li yıllarda ülkede öyle Amerika yanlısı (Pro-American) bir rüzgâr esiyordu ki tango şarkıcısı Celal İnce, ABD için “Dostluk Şarkısı” (The Song of Friendship) adlı bir beste bile yapmıştı. Şarkının ilk kıtası şöyleydi: “Amerika, Amerika/Türkler dünya durdukça/Beraberdir seninle/Hürriyet savaşında/Bu bir dostluk şarkısıdır/Kardeşliğin yankısıdır/Kore’de olduk kan kardeşi/Sönmez bu dostluğun ateşi.” Celal İnce’nin seslendirdiği “Dostluk Şarkısı” plağı ABD’nin uluslararası en büyük yayıncısı olan Amerika’nın Sesi (Voice of America) tarafından kaydediliyor ve dönemin Amerikan raporlarında bu plaktan 50 bin kopyanın ücretsiz olarak Türkiye’deki hanelere ulaştırıldığı yazıyordu.

“Türkiye olmasaydı Atlantik Paktı belki de kurulamazdı”

Amerikancı rüzgâr, basında ve siyasette tüm gözeneklere girmişti. 5 0cak 1952’de Ankara’ya tayin edilen ABD Büyükelçisi George McGhee gece saat 23.30’da Pan Amerikan uçağıyla İstanbul’a geliyor. Büyükelçi, Yeşilköy Havalimanı’nda Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay, Karşılıklı Güvenlik Teşkilatı Türkiye İcra Komitesi Başkanı Ortaelçi Russel Door, Amerikan Askeri Yardım Heyeti Başkanı General Arnold, ABD Başkonsolosu Elbert Methews, Amerikan Haberler Servisi Müdürü James Carter ve ABD askeri/deniz ataşeleri tarafından karşılanıyor. Bu karşılama heyetinde İstanbul’un Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın bulunması hiçbir resmi ve protokol teamüle uymuyor. Çünkü büyükelçiler atandıkları ülkenin resmi kurumlarınca karşılanmaz, diplomaside böyle bir kural veya zorunluluk yoktur. Büyükelçiler, temsil ettikleri ülke devlet başkanının imzasını taşıyan bir güven mektubunu, atandıkları ülkenin devlet başkanına özel bir törenle arz eder ve ancak bu törenden sonra resmen göreve başlamış olurlar; öncesinde sıradan kişidirler. Fahrettin Kerim Gökay’ın bu karşılamada yer alması DP’nin daha baştan ve hafifinden ulusal gururu ve kimliği nasıl bir kenara attığının göstergesidir. DP’li siyasetçilerin/bürokratların şaşaa ile karşıladığı ABD Büyükelçisi George McGhee, Türkiye’nin NATO’ya alınmasında büyük bir rol oynayacaktır. McGhee, Türkiye’deki görevi boyunca iktidar sahipleriyle samimiyeti aşan lâubâlî ilişkiler kurmuştur, o kadar ki, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve McGhee “Rüyam” adlı kotra ile Marmara’da deniz sefasına çıkarlar. Anlaşılan Büyükelçi McGhee’nin öne çıkmaya, kendini göstermeye eğilimi vardı. Metin Toker’e göre “(…) şovlarını sürdürüyordu: Eşi ve çocuklarıyla Rumelihisarı’ndan Kandilli’ye, Boğaz’ı yüzerek geçti. Çok alkışlandı. Büyüklerimizden tebrik aldı. Sanki Türkiye’de Amerika genel valisiydi.”

Türkiye’nin NATO’ya katılmasını öngören protokolün ABD Meclisi’nce kabulü üzerine ABD Büyükelçisi George McGhee yaptığı açıklamada, ABD Meclisi’nin Türkiye’nin NATO’ya tam üye olmasını sağlayacak uluslararası anlaşmayı onaylamasından memnuniyetini dile getiriyordu: “Birleşik Amerika Ayan Meclisi’nin Türkiye’nin Kuzey Atlantik Anlaşması Teşkilatı’na tam üye olmasını temin edecek milletlerarası anlaşmayı tasdik ettiğini öğrenmekle çok memnunum. Anlaşma diğer üye memleket Parlamentoları tarafından da tasdik edildikten sonra Türkiye Paktın üyesi olacaktır. Anlaşmayı tasdik hareketi Amerikan ve Türk halkları arasındaki dostluğu ve Türkiye’nin hür dünyanın savunmasında işbirliği yapmaya hazır olduğunu şaşmaz bir şekilde belirtmektedir…”. McGhee iki ay sonra yaptığı mühim beyanatında ise, “Türkiye olmasaydı Atlantik Paktı belki de kurulamazdı. Türk halkının manevî kuvveti, maneviyatı zayıfları teşci (cesaret) ve teşvik etmektedir.” sözlerinin doğruluğu ise hayli sorunludur.

ABD Büyükelçisi George McGhee, İzmir’de Amerikan Haberler Servisi binasında basın toplantısı yapıyor, gazetecilerle tanışıyor ve kendisine sorulan soruları yanıtlıyor. Gazetecilerden birinin “Komünizmin yaşamaması gayesiyle yapılan Amerikan yardımının Türkiye’de komünistlerin tutunamamasını temin ettiği kanaatinde misiniz?” sorusuna Büyükelçi George McGhee şöyle yanıt veriyor: “Şu herkesçe bilinen bir hakikattir ki, Amerikan yardımı Türkiye’de çok muvaffak olmuştur. Fakat Türkiye bu komünistleri bu yardım sayesinde barındırmamıştır şeklinde bir mütalaada bulunmak doğru olamaz. Zira Türkiye’ye Amerikan yardımı yapılmamış olsaydı bile, yine Türk milletinin ve hükümetinin bu memlekette yaşatmayacağından hiçbir şekilde tereddüt edilemez ve ben de etmedim.”

Ulus gazetesi yazarı Ahmet Şükrü Esmer “Türkiye- Amerika” başlıklı makalesinde ABD Büyükelçisi George McGhee’nin bütün manasıyla dost olan bir memlekete geldiğini, bu dostluğun samimi tezahürlerinin her adımda görüleceğini söylüyor, dostlar arasında çalışmanın zevkinden dem vuruyor ve farkında olmadan Amerikancılığının serüvenine ışık tutuyor: “Fakat Türkler Amerika ve Amerikalılar hakkında öteden beri hayranlık duyguları beslemişlerdir. Uzaktan da olsa Amerika’yı bir harikalar memleketi, Amerikalıları da iyi niyetli, iyi yürekli insanlar olarak tanımışlardır.”

***

Türkiye ile aynı gün NATO’ya üye olan Yunanistan Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Sofokles Venizelos’un bir heyetle Türkiye ziyareti kayda değerdir. Venizelos, kendisini karşılayan gazetecilere verdiği demeçte ziyaretinin gayesinin babası Eleftherios Venizelos tarafından kurulan dostluğu takviye olduğunu söyleyerek “Görüşülecek mevzular için bir gündem yoktur” diyor. Diyor ama hemen ardından, bunun özünde masumane bir dostluk ziyareti olmadığını sonraki sözlerinden anlıyoruz: “Türkiye ve Yunanistan’ın Atlantik Paktı’na tam üye olarak girmeleri çok yararlı bir hal şeklidir. Çünkü bu iki memleketin yalnız olmadıkları yolunda ve bilhassa yaşamasını seven hür milletler camiasına itimat telkin etmektedir.” 2 Şubat’ta Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ile yaptığı görüşmenin ardından bir muhabirin “Yunanistan’da komünistlik tamamen yok edilmiş midir?” sorusuna Venizelos şu yanıtı veriyor: “Bildiğiniz gibi Yunanistan’da komünizm işgal esnasında ‘Kurtuluş Hareketi’ adıyla organize edilmişti. Fakat komünistlerin asıl gayeleri hükümeti ele geçirmekti. 1949 Eylülü’nde bunlar tamamen tasfiye edilmiş ve bütün teşkilatları ortadan kaldırılmıştır. Ancak Bulgaristan ve Arnavutluk gibi memleketlere sığınan birkaç bin kişiden memleket içine belki ufak çete grupları sızabilir ki bunlardan korkumuz yoktur.” 

‘Amerika’nın Türkiye’ye alaka duyması için acı bir imtihan’: Kore

Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, Hariciye Köşkü’nde Sofokles Venizelos şerefine verilen akşam yemeğinde yaptığı konuşmada Atlantik Paktı’na değiniyor. Pakt içindeki karşılıklı taahhütlerle, hep birlikte umumi refah, dünya barışı için çalışacaklarını söylüyor ve sözü Kore’ye gönderilen askerlere getiriyor: “Bu ümitledir ki evlatlarımız (Türk ve Yunan) bizim için aziz olan prensip ve ideallerin müdafaası uğruna Kore’de silah arkadaşlığı halinde yan yana çarpışmaktadır.” Venizelos da Türkiye’nin fedakârlığının kendi ülkesinde iyi bilindiğini, Türk askerlerinin Kore’deki fevkalade kahramanlıklarının bütün dünyada yankılandığını ve bilhassa silah kardeşleri (Yunan) tarafından da takdirle karşılandığını anlatıyor. Hatırlanırsa Yunanistan, Kore Savaşı’na en çok asker gönderen beşinci ülkeydi. Türkiye ve Yunanistan’ın Kore Savaşı’na katılmaları, 1952’de NATO’ya üye olmalarının önünü açacaktı. Bu ön açma meselesi için edebiyat eleştirmeni Fevziye Abdullah Tansel, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün siyasi yaşamıyla ilgili şunları yazıyor: “İş başına gelir gelmez, Garb demokrasisine uygun siyasetiyle Şark’ın başlıca tabyası demek olan Türkiye’nin Atlantik Paktı teşkilatına alınması için, bu teşkilata mensup devletlerle siyasi münasebetlere girişti. Selefi Necmeddin Sadak tarafından ilk adım atılmıştı; ‘Amerika’nın Türkiye’ye alaka duyması için acı bir imtihan’ diye vasıflandırdığı ve Meclis kürsüsünde kendisinin de müdafaa ettiği üzere Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Askeri Kuvvetleri’ne Kore’de yardımı çok tesirli olmuştu.” Köprülü’nün ‘Amerika’nın Türkiye’ye alaka duyması için acı bir imtihan’ olarak değerlendirmesinde aslında samimi olmadığını söyleyelim.

***

Gazeteci Ahmet Emin Yalman anılarında, Kore Savaşı ve NATO’ya katılma sürecinin birbiriyle nasıl ilişkili olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ahmet Emin Yalman’ı makamına çağıran Adnan Menderes – yanında Fuat Köprülü de vardır – memleket hesabına çok mühim bir karar vermek durumunda olduğunu, bunu önceden bilmesini ve beklenen hücumlara karşı bir gazeteci olarak DP iktidarını anlayışla desteklemesini istiyor. Menderes, Yalman’a Birleşmiş Milletler adına Kore’de kızıl kuvvetlere karşı ortak bir cephe kurmak üzere Amerika’nın hür milletlere bir çağrısı olduğunu, ortak güvenlik ruhunu yürütmek ve Türkiye’nin itibarını yükseltmek bakımından “bizim hesabımıza yaman bir fırsattır (!) NATO’ya kabul edilmemize de köprü olabilir” diyor. “İngiltere ve diğer milletler bunu baştan savma karşılarlar ve suya düşürürlerse, fırsat bizim için de, hür dünya için de elden gider. İşte bu sebeple herkesten evvel çağrıya olumlu bir cevap vermek ve diğer milletleri olmuş, bitmiş bir durum karşısında bırakmak istiyoruz. O zaman İngiltere ve diğer devletler bize uymaktan kaçınamazlar, biz oraya bir Türk Birliği gönderince, onlar da Kore savaşına canla başla katılmak zorunda kalırlar. Fakat işin içinde Türk askeri yurt dışına göndermek davası olması dolayısıyla Meclis kararı almaya kalkışırsak, iş uzar, dedikoduların sonu gelmez. Bir saat bile kaybetmeden, sorumluluğu üzerimize alarak, karar vermek, kararı Birleşmiş Milletler’e ve Amerika’ya bildirmek zorundayız. Böylece hareket ettiğimiz takdirde, her taraftan yanlış hükümlere varılacağı, yaygaralar kopacağı muhakkaktır. Bunlara karşı basında anlayışla cephe kurulmasına ihtiyaç vardır.” Kore’ye Türk askerinin gönderilmesinin baş sorumlusunun Adnan Menderes ile Fuat Köprülü olduğu anlaşılıyor. 

Sahibinin sesi basın

Cumhuriyet Gazetesi, 1 Ocak 1952’de “Yeni yıla girerken” başlıklı yazıda Sovyetler Birliği’ni “Kızıl Çarlık” olarak nitelerken, bir yandan da Avrupa devletlerinin anti-Sovyetik tavır bağlamında işbirliği yapmamalarına hayıflanılıyor: “Bugünkü barış ile harp arası kuşkulu ve tehlikeli vaziyetin idamesinde, kendi ihtirası bakımından menfaat gören Kızıl Çarlığın tuttuğu yol, Avrupa sulhunu yakınlaştırmak şöyle dursun yıllar geçtikçe uzaklaştırmaktadır. (…) Batı Avrupa devletlerinin aralarındaki müdafaa paktına rağmen, bir türlü tam bir ittifak ve işbirliği yapamamaları kızılların cesaretini artırmaktadır.”

Zafer Gazetesi’nde M. Faik Fenik “Amerika’nın emniyeti ve Türkiye” yazısında, ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson ve ABD Kurmay Heyetleri Başkanı Bradley’nin Türkiye ve Yunanistan’ın Atlantik Paktı’na alınmalarını savunurlarken bunun stratejik önemi üzerinde özellikle durduklarını, hatta Acheson’un ayrıca bu kararın ABD’nin emniyetini de takviye edeceğini söyleyerek hakikate tercüman olduğunu aktarıyor. 

Dean Acheson önemli bir isim; 1949’dan 1953’e kadar ABD Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı ve görev süresi boyunca ABD emperyalizminin dış politikası üzerinde önemli bir etkisi oldu. Acheson, Soğuk Savaş’ın başlarında ABD’nin emperyalist politikasının şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. Bununla beraber Sovyetler Birliği’ni “Çevreleme Politikası”nı ve Truman Doktrini’nin ilkelerini desteklese de, Sovyetler Birliği’ni yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda ciddi bir jeopolitik rakip olarak da değerlendiriyordu. Zira uzun süre Türkiye’nin NATO’ya katılması için olağanüstü çabalar sergilemişti. Dean Acheson, Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmada “Türkiye ve Yunanistan’ın ekonomik problemlerini özgürlük yolunu seçmek suretiyle çözmelerinde kendilerine elimizden geldiği kadar yardım etmek, çıkarımız için hayatidir” diyor ve ekliyordu: “Türkiye ve Yunanistan’ın yıkılması ve iki ülkede totaliter rejimlerin kurulmasının Ortadoğu ülkeleri üzerinde etkisinin ne olacağını anlatmama gerek yok. Öte yandan, Yunanistan ve Türkiye’nin, özgürlük ilkelerini sıkı sıkıya bağladıkları ABD’den yardım gördükleri zaman bunun moralleri ve iç gelişmeleri üzerindeki etkisini bir düşünün. Türkiye ve Yunanistan’da elde edilecek sonucun Boğazlardan Çin Denizi’ne kadar olan geniş bölgede nasıl büyük bir ilgi ile izleneceğini söylemek çok abartılı olmaz.” 

30 Ocak tarihli Hürses Gazetesi’nde Cavit Oral, “Türk-Yunan münasebetleri” yazısında Yunan Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Sofokles Venizelos’un ziyaretini iki ülkenin şarkî Akdeniz’de müşterek bir tehlikeye karşı – Sovyet tehlikesi – müşterek menfaatleri olan iki milletin mesuliyet sahibi liderlerinin görüşecekleri meseleler olduğunu, bunların birisinin de NATO olduğunu söylüyor. Oral yazısında, Yunan tarafına Sovyet tehlikesini de hatırlatmayı kendine görev biliyor. Zira komünist tahriklerinin ve komünizm afetinin ne demek olduğunu, fırsat kollayan Sovyet tehlikesinin ifade ettiği mananın ne olabileceğini Yunanistan’ın geçirdiği kanlı tecrübelerden dolayı daha iyi takdir etmesi gerektiğini söylüyor. Cavit Oral’ın anti-sovyetikliği ve anti-komünistliğinin sınıfsal bir nedeni vardır: Cavit Oral, Adana’nın eşraf/toprak ağalarındandır. TBMM’de milletvekili olan büyük toprak ağaları Adnan Menderes başta olmak üzere,  Eskişehirli toprak ağası Mehmet Emin Sazak gibi bir takım milletvekilleri ile birlikte Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefet edip, CHP’den ayrılarak DP’yi kurmuşlardır.

Amerikancıların milli zaferi 

Necmettin Sadak Akşam Gazetesi’nde “Atlantik Paktı’na girerken” başlıklı yazısında, Türkiye ve Yunanistan’ın Atlantik Paktı’na girmelerinin onaylanması üzerine Türkiye ve Yunanistan’ın Kore savaşına katılmalarının önemine değiniyor: “Böyle ateşli bir harp hazırlığı durumunda Türkiye ve Yunanistan gibi kuvvetli ordulara sahip ve Doğu Akdeniz’e hâkim iki memleketin, Avrupa’nın müşterek emniyeti bırakılması mümkün değildi. (…)Türkiye ve Yunanistan’ı Atlantik Paktına aldırmak zorunda bırakan bir buçuk yıllık tehlikeli gelişmelerin yanında Türkiye’nin Kore harbine ehemmiyetli ölçüde asker göndermesinin Amerikan kamuoyunda bıraktığı tesir çok büyük olmuştur.”

Abidin Daver, Cumhuriyet: “Hükümetimizin kazandığı zafer.” Türkiye Cumhuriyeti Atlantik Paktı camiasına eşit haklar ve vecibelerle gerçekleşmiş bulunduğunu ifade ederek, DP’nin dış politikasının büyük başarısını iktidarın ve Adnan Menderes kabinesinin inkâr edilemez bir zaferi olarak değerlendiriyor. Daver, TBMM’de CHP üyelerinin de Menderes hükümetini tebrik etmelerinden yola çıkarak, NATO’ya katılmanın milli bir zafer olduğunu söylüyor.

“Meslektaşlarımız Türkiye’de mevcut komünizm düşmanlığına yakinen müşahede edeceklerdir”

NATO Başkomutanı General Eisenhower, 3 Mart’ta Ankara’ya geliyor; Türkiye’nin Atlantik Paktı’na iltihakından hemen sonra gelmiş bulunmaktan sevinç duyuyor. “Demokrat bir devlet olduğunu ispat eden Türkiye’nin Atlantik Paktı’ndaki stratejik durumu çok mühimdir (…) Türkiye ve Yunanistan’ın 13. ve 14. devlet olarak Atlantik Paktı’na iltihakları büyük memnuniyeti mucip” buluyor.” General Eisenhower, ziyaretinin ikinci etabı olarak İstanbul’a giderken yaptığı açıklamada, Ankara’ya askeri şahıslarla dostluk ve işbirliği için bir zemin kurmaya geldiğini, eşinin ve kendisinin seyahatten büyük memnuniyetini “Bizi krallara has bir şekilde karşıladılar sözleriyle ifade ediyordu. 

Dwight Eisenhower, 1959 Aralık ayında Türkiye’ye bu kez ABD Başkanı olarak ziyarete gelecektir.  Anıtkabir’den alınan ve Eisenhower’a tahsis edilen, Atatürk’e ait 1934 model Lincoln marka otomobil ile Hürriyet Gazetesi’ne göre 400 bin, Akşam Gazetesi’ne göre de yarım milyon yurttaşı selamlar. Eisenhower, “İkinci evimde gibiyim; Şimdiye kadar hiçbir yerde böyle karşılanmadım” diyecektir. 

ABD Başkanı Eisenhower’ın Ankara, İstanbul, Konya, Erzurum illerince fahri hemşehri ilan edilmesi, Türkiye Eski Muharipler Cemiyeti’ne fahri üye yapılması, Ankara Üniversitesi Siyasî Bilgiler Fakültesi’nin kendisine Siyasî İlimler Doktoru unvanı vermesi, sunulacak olan fahri doktorluk unvanı beratının yazılacağı kâğıdın ta Japonya’dan uçakla getirtilmesi, beyaz cübbe atkısının Ankara Kız Teknik Öğretim Okulu öğrencileri tarafından hazırlanması gibi olaylar, DP iktidarının ne kadar Amerikancı olduğunun trajikomik örnekleridir.

Amerika’daki çeşitli gazete, dergi ve radyolara mensup kadın ve erkeklerden oluşan 52 temsilci Almanya, Yugoslavya, Yunanistan’dan sonra Türkiye’ye adeta çıkarma yapıyorlar. The New York Times Gazetesi’nin de belirttiği gibi politik olarak muhafazakâr olan, ziyaretçi gazetecilerin heyet başkanı James Wick, “Türkiye Amerikalılar için birçok noktalardan ehemmiyeti haiz bulunmaktadır. Türk askeri Birleşmiş Milletlerin ideali uğrunda Kore’de yarattığı kahramanlık destanları, Amerika’da büyük hayranlık toplamaktadır. Kore’deki bütün askeri birlikler arasında en kahramanca çarpışan Türk askeri bugün Amerika’da bir semboldür. Bugün memleketinizi ziyaret etmekte olan meslektaşlarımız Türkiye’de mevcut komünizm düşmanlığına yakinen müşahede edeceklerdir.” diyecektir.

Dışişleri Bakanlığı’nın 21 Mart 1952’den itibaren uygulamaya koyduğu tedbirler, DP Hükümeti’nin bizatihi Soğuk Savaş’ın içinde nasıl canla başla görev aldığını ortaya koyar. Örnek verecek olursak, Sovyet Rusya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan elçiliklerinin sivil mensupları, bu devletlerin resmi memurları, bu devletlerin uyruğundaki müstahdemleri, konsolosluk resmi memurları ve Sovyet ticaret temsilciliği memurları, TASS (Sovyetler Birliği Haber Ajansı) temsilcileri ve söz konusu devletlerin resmi sıfata haiz olan-olmayan bütün vatandaşları, ikamet ettikleri şehir merkezinden 40 kilometre öteye gitmek istedikleri takdirde bunu yapma(z)dan evvel 48 saat önce, isimlerini, gidecekleri yerleri, oralarda ne kadar süre kalacaklarını, Türk Dışişleri Bakanlığı’na ayrıntılarıyla yazılı olarak bildireceklerdir. 

Sonuç yerine

Türkiye’de NATO’dan bahsedilirken DP’den, ABD’den, Kore Savaşı’ndan da bahsetmiş olursunuz. Dönemin Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, Akşam, Tasvir, Yeni Sabah, Yeni İstanbul, Hürses, Gece Postası, Vatan gibi belli başlı gazeteleri, DP’nin Pro-American politikalarına sıcak bakmaktan öte, canla başla desteklediler. Türk basınında ülkenin NATO’ya dâhil olması muazzam bir politik başarı ve zafer olarak yer aldı. Sürecin hem öncesinde hem sonrasında politika yapıcılar, köşe yazarları, gazete sahipleri tarafından NATO/ABD ile Türkiye’nin çıkar ve kazançları eşdeğermiş gibi kamuoyuna yansıtıldı, manipüle edildi. DP’nin 1950, 1954 ve 1957 seçim zaferlerinin ardında genel olarak basın desteğinin yattığını söyleyebiliriz. Elbette Adnan Menderes açısından basın desteğinden mahrum kalmamanın çeşitli yolları vardı ve bunlardan en önemlisi ise basını maddi manevi beslemekti; besleme basın yaratmanın başlıca aracı da elbette örtülü ödenekti. Cumhuriyet Gazetesi başyazarı Nadir Nadi o günleri şöyle anlatıyordu: “Adnan bey sağ olsundu. Bol ilan tahsisleri, karaborsada ‘nakde tahvil’ edilecek kâğıt istihkakları, nihayet gizli ödenek enjeksiyonları sayesinde gazete hiç okunmasa bile gerçekten ağalar gibi yaşamak mümkündü. Ancak bir kısım patronlar için doğru olan yukarıdaki hüküm bir kısım fikir (!) işçileri için de yanlış sayılmaz. Bunlar arasında da iktidara yanaşanlar, iktidardan menfaat görenler, iktidarın propagandasını yapmak pahasına örtülü ödenekten aylığa bağlananlar, milletvekili aday listesine kabul edilenler, hatta değme patronları kıskandıracak derecede matbaa ve tesis sahibi kılınanlar görülmüştür.”

Basınla ilişkilerde Adnan Menderes’in özel çabaları vardı. Ülkenin belli başlı gazetecileriyle periyodik olarak toplantılar yapmaya başlamıştı. İktidarın basınla ilişkilerden çok faydalanacağına emindi. Ülke sorunlarına ilişkin konularda gazetecileri devamlı şekilde “aydınlatmak” fırsatı bulacağından dolayı derin bir zevk duyacağını söylüyor; basına bizzat demeçler vermek yerine, gazetecilerin ortaya koyacakları sorunlar hakkında – onlara – açıklamalar yapmayı tercih ediyordu. Bu basın toplantıları alışılan tarzda basın toplantıları olmayacak, hükümet erkânıyla basın temsilcileri arasında fikir müdavelesi (alışverişi) sistemi niteliğini taşıyacaktı. Menderes etrafına topladığı gazeteci grubuna danışmanlar ve kamuoyunun nabzını gün be gün yoklamaya hizmet eden vasıtalarmış gözüyle bakmaya başlıyor, yurt içi ve yurt dışına yaptığı gezilerde bu gazetecileri yanında taşıyordu. Menderes’in basınla bu özel sıcak ilişkileri o denli ileri gitmişti ki, DP içinden “Memleketi gazeteciler mi idare edecek?” itirazları gelmeye başlamıştı. 

NATO’ya katılma sürecinin öncesinde ve sonrasında besleme basının içyüzünü yine Adnan Menderes’in şu sözleri ortaya koyuyor: “Hangi gazetelerden bahsediyorsunuz? Vatan mı? Ben yarın Yeni Sabah sahibi [İlhami] Safa ile Ankara Palas’ta bir yemek yiyeyim, Ahmed Emin [Yalman] yazılarından derhal vazgeçer. Nadir Nadi mi? Ben ona Şili gibi küçük bir sefaretten, hele hele Viyana’dan bahsedeyim, ertesi gün Nadir fanim istediğim gibi yazı yazar. Burhan Felek mi? Birkaç spor federasyon seyahati imkânına karşı mum olur. İçlerinde 20, 30 bin liralık paralara karşı kalemlerini satanlar da eksik olmaz.”

Ne diyelim…“Tarihin şeytani ironisi” işte!

Comments are closed.

0 %