İktisat

Prof. Dr. Özgür Orhangazi ile söyleşi

 Seyhun Sarıtaş

1980 sonrası emperyalizmin politikaları ekseninde adım adım dizayn edilen Türkiye ekonomisi bugün büyük sorunlarla karşı karşıyadır.

Kamu kurumlarının özelleştirilmesi ve gerek yerli gerek yabancı sermayedarların desteklenmesi ile başlayan süreçte 2000li yılların başından günümüze kadar yabancı sermaye girişlerine muhtaç, inşaat sektörü odaklı ve emeğe değil patronları destekleyen bir ekonomi inşa edilmiştir.

Bu politikalar ise doğrudan IMF gibi yabancı kuruluşların politikalarıdır.

Bugün yaşadığımız enflasyon, kur, işsizlik, dış ticaret açığı, gelir eşitliği gibi sorunların kökeninde bu politikalar vardır. 

Yukarıda bahsettiğimiz sorunların bizi nereye götüreceğini, düzen siyasetinde Cumhur ittifakının devreye soktuğu ekonomi politikalarının etkilerini, Millet ittifakının olası bir iktidar değişikliğinde ekonomi reçetesinin ne olacağını ve Dünyada yaşanan gelişmeler vesilesi ile ortaya çıkan Euro dolar paritesindeki değişiklik gibi soruları Prof. Dr. Özgür Orhangazi ile yaptığımız söyleşide yanıtlamaya çalıştık. İyi okumalar dileriz.

 

1-Yabancı yatırımcı çıkışlarıyla dolar kurunda yukarı yönlü büyük bir hareket meydana geldi. TCMB döviz satışları ile, hükümet KKM ve GES politikaları ile doların yükselişini önleme ve öteleme çabasına girdi. Aynı zamanda Türkiye’de kredilerin geri ödenmeme riski giderek arttı (CDS). Peki CDS’lerin yükselme sebebi tam olarak nedir? Çünkü yabancı yatırımcı için büyük bir gösterge CDS’ler. Yabancı yatırımcılar risk sebebiyle gelmiyor olarak değerlendiriliyor peki sizce bu risk politik mi yoksa ekonomik risk midir?

 

2021’in sonbaharında hükümet, faizleri düşürüp yeni bir kredi genişlemesiyle ekonomiyi canlandırma çabasına girişti. Faiz indirimlerinin kurda bir yükselişe yol açması bekleniyordu ancak sanırım bunun daha önce olduğu gibi arka kapı yöntemleriyle yapılan müdahalelerle kontrollü bir biçimde gerçekleşeceğini umuyorlardı. Ancak hem dış sermaye çıkışları hem de yurtiçinde yerleşiklerin hızlı bir biçimde dövize yönelmesi sonucunda kur kontrolden çıktı. Bunun karşısında da önce biz zaten kurun yükselmesini istiyoruz, bu sayede ihracatımız artacak ithalatımız azalacak ve cari açık kapanacak söylemi devreye sokuldu. Bu ise kurdaki kontrolsüz yükselişi daha da hızlandırdı çünkü resmi olarak kurun yükselmesini müdahale edilmeyeceği açıklanmıştı. Ancak bir süre sonra söylenenlerin tam aksine bir gece yarısı açıklanan kur korumalı mevduat uygulaması ve eşanlı olarak yapılan örtülü döviz müdahaleleri ile kur aşağıya çekildi. Bir anlamda küçük tasarruf sahipleri tuzağa düşürüldü.

 

Takip eden dönemde ise “yeni bir model”e geçildiği iddia edilerek TL’nin değer kaybının bir yandan ihracatı artıracağı bir yandan da ithal ikamesini teşvik edeceği ve kısa süre içerisinde ülke ekonomisinin dış dünyayla olan ticaret dengesinde fazla vermeye geçeceği öne sürülmeye başlandı. Ancak bu süreçte bir yandan dış ticaret açığı genişlerken bir yandan da yurtiçinde enflasyon kontrolden çıktı, kurdaki değer kaybı sürdü.

 

Böylesi bir ortamda, bir yandan da dünyadaki faiz oranları artarken, Türkiye’nin dış borçlanması daha pahalı hale gelmeye başladı. Genellikle borç üzerindeki risk primi olarak görülen CDS oranları da böylelikle arttı. Bu artışın arkasında bir yandan ekonomi politikalarının giderek öngörülemez hale gelmesi bir yandan da Türkiye’de gerek bankaların gerekse finansal olmayan işletmelerin yüksek dış borçulukları yatmaktaydı. Nitekim “yeni model”e geçildiğinden bu yana dış sermaye girişleri oldukça düşük seviyelere inmiş durumda. Portföy yatırımlar olarak adlandırılan kısa vadeli sermaye hareketleri ise çıkışa devam etmiş. Dolayısıyla politik risk ile ekonomik risk birlikte düşünülebilir.

 

Bu dönemde Türkiye ekonomisinde üretimin ithalata bağımlı yapısından ötürü ve bir yandan da enerji fiyatlarındaki artışın da etkisiyle oldukça yüksek bir cari açık vermeye devam etti Türkiye. Dış sermaye girişlerinin yavaşladığı bir dönemde bu cari açığı mümkün kılanın ne olduğu ise istatistiklerde henüz netleştirilmemiş olan ödemeler dengesinin “net hata noksan” kalemi olarak karşımıza çıktı. Yani, en azından şimdilik, kaynağı belirsiz girişlerle finanse edilen bir cari açık, önümüzdeki dönem için büyük bir risk teşkil ediyor. Ülkenin yeterli döviz bulamayıp yeniden bir ödemeler dengesi krizinin eşiğine gelmesi olasılığı da risk priminin yüksek seyretmesine katkıda bulunuyor.

 

Nitekim görünen o ki sert bir ekonomik yavaşlama ve/veya TL’nin çok daha fazla değer kaybetmesi (ve bununla birlikte sert bir ekonomik yavaşlama) olmadan kısa vadede, özellikle de hükümetin ekonomik büyümeyi devam ettirmek için kredi genişlemesini devam ettirmesi durumunda, cari açık kapanmayacak. Bu da yukarıda bahsettiğimiz risklerin artarak sürmesi anlamına gelecek.

 

2-Son dönemde küresel enflasyon, tedarik zincirlerinde oluşan sorunlar ve bölgesel savaşlar gibi parametreler dünya ekonomisinde kötü bir görüntüyü ortaya koyuyor. Böyle bir konjonktürde AKP’nin attığı adımlar ekonomik anlamda bir çözüme götürebilir mi?  Örneğin bütçe revize edildi, faiz düşürüldü sonra sabit tutulmaya devam etti, BDDK kararlar açıkladı, KKM ve GES gibi politikalar devreye sokuldu… FED faiz artışlarına devam ederken TCMB Eylül 2022 itibariyle faizleri 100 baz puan daha düşürerek %12 seviyesine indirdi.

KKM’nin oluşturduğu yük mevduat hacmindeki artışla birlikte artıyor. TÜİK’in verilerine göre bile işgücü ödemelerinde büyük bir azalış var… 

 

Şimdi burada şunu sormak gerekiyor. Atılan adımlar bir “çözüm” amacıyla mı atılıyor yoksa kısa vadede mümkün mertebe yüksek büyüme yaratmak, bu büyümenin meyvelerini küçük bir kesimin elinde toplamasına göz yummak ve seçimlere kadar da herhangi bir kriz çıkmamasına çabalamak amacıyla? Ben devreye sokulan politikaların hiçbirisinin zaten bir çözüm olarak görülmediği, sadece günü kurtarmaya yönelik olduğu kanaatindeyim.

Tüm bunlar olurken “yeni model” aynı zamanda bir bölüşüm şoku yarattı. Emeğin milli gelirden aldığı pay örneğin daha önce görülmemiş bir hız ve sertlikte düştü. Çalışan kesimlerin çok küçük bir kısmı hariç genel olarak reel gelirler korunamadı. Bunda da çalışanların bu şoka hazırlıksızlıkları ile birlikte örgütsüzlükleri büyük rol oynadı. Hatırlarsanız sene başında bazı çalışma alanlarında bu yüzden örgütlenme, bir araya gelme çabaları da hızlandı.

 

Nitekim bu tür yüksek enflasyon dönemleri bölüşüm mücadelelerinin de sertleşebileceği dönemlerdir. Yaklaşan seçimlerle birlikte önümüzdeki dönemde iktidarın bir takım sosyal harcama ve transferleri devreye sokarak ortaya çıkan yoksullaşmayı geçici olarak telafi etmeye girişmesini bekleyebiliriz.

 

Biraz uzun oldu hocam ama aynı zamanda millet ittifakının ekonomik anlamda pratik önerileri dünya ekonomisinin bu durumunda ne kadar başarılı olabilir?

 

Görebildiğim kadarıyla bu politika önerileri de Türkiye’nin dış sermaye girişlerine bağımlılığı ile üretimin ithal girdilere bağımlılığını sorunsallaştırmadan esasen ekonomi politikalarında bir ortodoksiye dönüş olarak tasarlanıyor. Faizlerin yükseltileceği, kamu harcamalarının düzenleneceği iktisat politikalarıyla birlikte olası bir iktidar değişikliğinin yaratacağı etkiyle dış sermaye girişlerinin yeniden başlayacağı ve bu şekilde cari açık vererek büyümeye devam edeceğimiz öngörülüyor.

 

Başka bir deyişle Türkiye ekonomisinin var olan ekonomik yapısı kabul edildiğinde politika çerçevesi de esasen dış sermaye girişlerinin nasıl sağlanacağı sorusu üzerinden şekilleniyor. Seçimler sonrasında hangi ittifak kazanırsa kazansın yeniden dış sermayeyi Türkiye’ye çekmeye çalışacak, böylece kur ve enflasyonun kontrolünü sağlayacak ancak bunun maliyetini de geniş kitlelere yükleyecek bir ekonomi programının devreye sokulması şaşırtıcı olmayacaktır. Örneğin, kısa vadede çalışanların reel gelirlerini restore edecek, kamunun sosyal hizmetlerini artıracak ve bunun maliyetini de rekor karlar elde eden sermaye kesimlerine ödetecek bir siyasi irade henüz ortada yok. Dahası, daha uzun vadede cari açıksız, yani ithalata ve dış sermaye girişlerine bağımlı olmayan bir ekonomik büyüme perspektifine ihtiyaç duyulacağı görülüyor. Ne yazık ki Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisine eklemlenme biçimlerini sorun eden, planlı, dengeli ve eşitlikçi bir büyüme perspektifine yönelen politikaların geliştirilmesi ve geniş destek alması içinse henüz bir süre daha bekleyeceğiz gibi görünüyor.

 

 

3-Son dönemde bir diğer gündem maddesi ise Euro Dolar paritesindeki değişiklik, Dolar Euro’ya göre değer kazandı. Bu durumun sebepleri nedir ve yansımaları sizce ne olur?

 

ABD’nin enflasyonla mücadele amacıyla faiz artışlarına devam etmesi ve hatta daha bir süre devam edeceklerini kesin bir dille ilan ediyor olmaları ABD dolarının diğer para birimleri karşısında değer kazanmaya devam etmesine yol açıyor. ABD’deki yüksek faiz oranları yatırımcılara diğer yerlerden daha yüksek ve daha az riskli getiri imkanları sunuyor. Avrupa ise bir yandan Ukrayna işgalinin etkilerini, özellikle de enerji fiyatlarındaki artışı, doğrudan hissetmesi bir yandan da Avrupa ekonomisinin daha zayıf görünümünden ötürü aynı hızda bir faiz artışına gitmedi. Faiz politikaları arasındaki bu ayrım da ABD dolarının gerek euroya gerekse pounda kıyasla değerlenmesine yol açıyor.

 

Bu gelişmenin Türkiye açısından en önemli sonucu şu ki ithal girdilerimizin büyük kısmını ABD dolarıyla alırken ihracat pazarımızın önemli bir kısmı Euro bölgesi. Bu durumda ihracatın kar marjı düşmekte, bu yolla da cari açık üzerinde olumsuz etkide bulunmaktadır.

 

4-Özgür hocam, “Türkiye Ekonomisinin Yapısı” kitabınızda dünyada hakim olan Keynesçi politikalardan neoliberal politikalara geçişin aşamalarını anlatmıştınız. Bugün yaşanan kriz ise hakim ekonomi politikasının ne olacağı sorularını beraberinde getiriyor. Kapitalizmin bu krizi bölgesel savaşlar ve yoksulluk getiriyor, enflasyon artıyor, tedarik sorunları yükseliyor…  Peki bu krizi ötelemeyi başarabilirler mi? Siz kapitalizmin geleceğine dair neler düşünüyorsunuz ?

 

Açık ki bu soruya çok kısa bir yanıt vermek mümkün görünmüyor ancak şu kadarını belirtmekle yetineyim şimdilik: Dünya ekonomisine 1980’lerden bu yana hakim olan neoliberal iktisat çerçevesi geldiğimiz dönemde ortaya çıkan sorunları sermaye açısından dahi yönetebilme kapasitesini yitirmiş durumda. Bir yanda şişkin finansal piyasalar ve nereden patlayacağı belli olmayan bir finansal kriz tehlikesi, bir yandan dünya ekonomisindeki durgunluk eğilimlerinin bir türlü aşılamıyor olması, buna karşın belirttiğiniz üzere pandemi dönemiyle birlikte tedarik zincirlerinde ortaya çıkan sorunlar, uzunca bir süre sonra yüksek enflasyonun yeniden bir sorun olarak dünyanın gündemine gelmesi vs. bunun çeşitli göstergeleri. Öte yandan giderek artan gelir ve varlık eşitsizlikleri ve yaklaşan iklim felaketi ile birlikte devletlerin çok daha müdahil oldukları bir ekonomik politikalar çerçevesine yöneleceğimiz kanaatindeyim. Bunu illaki eski Keynesçi politikalara bir dönüş olarak yorumlamak da gerekmiyor. Örneğin, giderek artan otoriter yönetimlerin giderek neoliberal makro politika çerçevelerinden çıkma eğilimleri gösterdiğini görüyoruz. Tüm bunlara ABD ve Çin arasında sertleşen teknolojik rekabetin etkilerini de eklediğimizde oldukça karmaşık bir dönemin bizi beklediğini söyleyebiliriz.

 

Comments are closed.

0 %