Gündem

Pahalı yaşamı kanıksayamayız 

İlker Cenan Bıçakçı

Gündelik yaşamda yinelenen olumsuz olayları bir süre sonra normalmiş gibi algılamaya başlıyoruz. Hoşumuza gitmeyen şeylere önce karşı çıksak da bunlar değişmeksizin rutin olarak bizi etkilediğinde duyarsızlık içine giriyoruz. Kanıksama kavramıyla açıklanabilecek bu durum, özellikle otoriter rejimlerde kamuoyuna yönelik bir algı yönetme taktiği olarak da kullanılıyor. Örneğin döviz kurları için sık sık duyduğumuz ‘tarihi zirve’ söylemi bir süre sonra kimsede şok etkisi uyandırmıyor. Benzer biçimde rutin olarak artan gıda ya da akaryakıt fiyatlarına karşı zamanla kayıtsızlaşıyoruz; yani duygularımız küntleşiyor. Yine de algı oyununu bozup kötü gerçekle yüzleşmek onu değiştirebilmek için büyük önem taşıyor. Olumsuzluklara alışmamak için öncelikle şaşırma duygumuzu korumaya çalışmalıyız. Öyleyse bazı istatistiklerin sonuçlarına bakarak hep birlikte şaşırma duygumuzu harekete geçirelim… 

TÜİK’in makyajlı 2022 Nisan ayı rakamları bir önceki yıla göre ÜFE için %121.82; TÜFE için de  % 69.97 olarak açıklandı. Biraz geriye bakarak oranlardaki çarpıcı değişimi görmek mümkün… 2021 Nisan ayının ÜFE rakamı  % 35.17; TÜFE rakamı ise  %17.14 olmuş. 2020 yılı Nisan ayı için ÜFE % 6.71; TÜFE ise %10.94 olarak açıklanmış.

Dünya genelinde enflasyon verilerini derleyen Trading Economics’in sıralamasına göre Türkiye dünyada enflasyonun en yüksek olduğu ülkeler arasında Zimbabve’nin hemen arkasından 6. sırada yer alıyor. Üstelik bu sıralama TÜİK rakamlarına göre yapılmış.

Ülkede hayat pahalılığını en önemli ekonomik sorun olarak görenlerin oranı da geçen yıldan bu yıla  yüzde 44’ten yüzde 70.2’ye ulaşmış. İnsanlara temel ihtiyaçlarını ne kadar rahat karşılayabildiği sorulduğunda yüzde 17,2’si hiçbirini rahat karşılayamadığını, yüzde 65,1’i ise çok azını/birazını rahat karşılayabildiğini belirtmiş.

Böylelikle yaklaşık yüzde 20’lik bir bölüm dışında Türkiye’de büyük çoğunluğun temel gereksinimlerini karşılayamadığı ya da karşılamakta zorlandığı görülüyor.  Sorunun  derinleşerek büyüyeceğini bizatihi Merkez Bankası’nın yıl sonuna ilişkin enflasyon beklentisini yüzde 46.44’ten yüzde 57.92’ye yükseltmesinden anlıyoruz. 

Ayrıca DİSK’in yaptığı araştırmaya göre Nisan ayında dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmesi için yapması gereken aylık harcama tutarı 4 bin 750 TL olarak saptanmış. Bugün çalışan nüfusun yarısından fazlasının asgari ücret ya da ona yakın bir aylık ücret aldığını biliyoruz. Yoksulluk sınırının 16 bin 431 TL’ye ulaştığı bir ülkede yaşanan sefaletin boyutları gün gibi ortada.

Bu tablo karşısında iktidar oyalama taktiği güderek  “Sıkıntıların her birinin farkındayız. Enflasyon Haziran 2023’te tek hane olur.” ;  “Önümüzdeki aylarda bu doğrultuda yeni adımlar atarak hayat pahalılığının insanlarımız üzerindeki yükünü azaltmayı sürdüreceğiz…” gibi ezberindeki beylik söylemlerle halkı avutmaya, muhalefet partilerini de susturmaya çalışıyor. Anlaşılan Temmuz ayında göz boyamak için ücretler bir miktar artırılacak. İktidar yine bir yapıp beş anlatarak kendine övünme fırsatı yaratacak. Muhtemelen kısa bir süre sonra gelecek yeni zamlarla ücretler bir kez daha hızla eriyip enflasyona yenik düşecek. 

Son yıllarda Türkiye’de piyasa kapitalizminin bir kısır döngü içine girdiği apaçık görülüyor. Dövize bağımlı üretim modeli nedeniyle oluşan maliyet artışları üreticinin belini bükerken tüketiciye de fahiş zam olarak yansıyor. Sıradan alışveriş ilişkileri bile giderek sürdürülemez hale geliyor. Alım gücü sistematik olarak azaldıkça gelir gruplarına yönelik sınıfsal tanımlamalar da anlamını yitiriyor. Kitlesel yoksulluk giderek kitlesel açlığa evriliyor. Erdoğan’ın elinde hiçbir çözüm reçetesi yok ama statükoyu korumak için ayak diriyor. Bu yüzden 20 yıl içinde kökleşen ekonomik paylaşım modelini alışageldiği gibi sürdürüp paydaşlarını mutlu etmeye çabalıyor. İktidar içinde çözülmeler olursa her şeyin biteceğini biliyor. Diğer bir deyişle halkın sefaletini artırmak pahasına saadet zinciri benzeri bir sistemi ite kaka yürütüyor.

Muhalefet ise hayat pahalılığı, işsizlik, yoksulluk gibi temel sorunların sebebi olan iktidarı çözümün adresiymiş gibi görmekten vaz geçmiyor. Sorun çözme niyeti ve iradesi kalmayan bir iktidarın hâlâ muhatap görülmesi daha önce kendisine oy vermiş seçmenleri ümitvar kılmaya yarıyor. Muhalefetin bu yapıcı tavırda ısrar etmesi özellikle kararsız seçmen kitlesinin AKP’den kopmasını önlüyor. Cumhuriyet Dönemi’nde ülkeye eşi görülmemiş bir ekonomik hezimet yaşatan Erdoğan’ın  şapkadan yine tavşan çıkaracağına inanan bir kitle var. Oysa muhalefet, siyasal iktidardan ekonomideki başarısızlığının sorumluluğunu alıp derhal istifa etmesini istemelidir. Halkı yoksulluğa mahkum ettiği için Cumhur İttifakı’nın meşruluğunu yitirdiği, dolayısıyla hemen sandığa gitmenin bir zorunluluk olduğu her gün dile getirilmelidir. Siyasal partilerin yanı sıra meslek odaları ve diğer kitle örgütleri de istifa talebini sahiplenerek iktidar üzerinde baskı kurmalıdır. Muhalif kesimler bu konuda kararlılık gösteremediği için toplum mevcut durumu kanıksıyor; bir şeylerin değişebileceğine inanmıyor. Özellikle AKP-MHP seçmenine yönelik şu soruyu hep gündemde tutmak gerekiyor: “Emri altındaki her tür iktidar aygıtını keyfince kullanan Erdoğan, halkın sorunlarını bugün çözemiyorsa yarın seçimleri kazandığında  nasıl çözecek?”  

Eski seçim vaatlerini yerine getirmemiş bir iktidara halkın yeniden kredi açması çılgınlıktır. Türkiye’nin önündeki biricik yol kamucu bir paylaşım düzeni kurmaktır. 20 yılın metal yorgunluğuyla AKP’den yeni bir  başlangıç beklemek eşyanın doğasına aykırıdır. Bu nedenle Türkiye fikren ve cismen iktidar değişikliğine hazırdır. Yeni bir ülke için tarımda ve sanayide üretim seferberliği başlatmak, kaynakların adil paylaşımının önündeki engelleri kaldırmak hedeflenmelidir. Daha önceki seçim kampanyalarında muhalefete yöneltilen “kaynağı nereden bulacaksın?” sorusu, özellikle hazineden uçup giden 128 milyar dolardan sonra kamuoyu nezdinde kısmen yanıtını bulmuştur. Yıllarca kaynak yaratan siyasi bir sihirbaz olarak topluma gösterilen Erdoğan’ın foyası ortaya çıkmıştır. Yurttaşlar, kendinden toplananlar ya da esirgenenler sayesinde kaynak yaratıldığını yoksulluğun ve açlığın pençesine düştükçe kavramaya başladı. Bugün Erdoğan’ın emrindeki Hazine, Varlık Fonu, Merkez Bankası şeytan üçgeninde halkın kaynakları iç ediliyor.  Zorbaca yapılan fahiş zamlara ve  salınan vergilere karşın devlet hazinesindeki kara delik gitgide büyüyor. 17-25 Aralık’tan bugüne değin kurumsallaşarak süren yolsuzluk düzeni halkı iliğine kemiğine kadar sömürdü. Ne acı ki ülkedeki büyük kalabalıklar yolsuzluk kavramını uyanıklık ya da işbilirlik olarak hafife alıyor. Şark kurnazlığı yolsuzluk ile yoksulluk arasındaki korelasyonu görmeye engel oluyor. Yani insanlar cebindeki parayı hırsızdan gözü gibi koruyor ama vergi ödediği devletin hazinesini sahiplenmiyor! 

Diğer taraftan Cumhur İttifakı kendine uygun bir konjonktür yaratıp acımasız sömürü düzenini kalıcılaştırmak için varını yoğunu ortaya koymuş görünüyor. Sınır ötesi operasyonlar dahil iç ve dış politik çatışmalarla ekonomik sorunlar ve seçim takvimi gündem dışına itilmeye çalışılıyor. Halkın yararına somut hiçbir adım at(a)mayan siyasal iktidar, klişeleşmiş karalama stratejisiyle kendini aklayıp muhalefeti bertaraf etmek istiyor. 

Son bir yıldır yüzbinlerce aile et, yumurta, süt ve süt ürünleri gibi protein kaynaklarına gereğince erişemiyor. İş kuyrukları, ekmek ve yağ kuyruklarıyla birleşiyor. Ne var ki halktan iyice kopan saray rejimi, bir yandan uzay fantezisi kuruyor, diğer yandan da millet bahçesi güzellemesi yapıyor. Unutmayalım ki AKP’yi kanıksamak, büyük sefalete davetiye çıkarmaktır.  

 

Comments are closed.

0 %