Dosya

AKP’nin liberal demokrasisine karşı

Zafer Aksel Çekiç

Siyasal İslamcılık dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de yıkıcı bir rol üstlendi. AKP’nin iktidar yıllarına bakıldığında sağdan sola, yukarıdan aşağıya, soldan sağa, aşağıdan yukarıya nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin sonuçta elde kalacak budur. Ama bu yıkıcılık liberalizmin son 40 yıllık yolculuğunu bizlere unutturmamalı.

1970’lerin sonunda petrol fiyatları nedeniyle yaşanan büyük ekonomik krizin çıkışında liberalizm, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın elinde, yürütmenin güçlendirilmesi ve hızlandırılması, sosyal devletin küçültülmesi, özelleştirmeler gibi bir dizi öneriyle yeni bir ideolojik saldırı dönemini açıyordu. Bu dönemin öncelikli hedefleri Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm ile birlikte 1917 Büyük Ekim Devrimi, 1929 Büyük Buhranı ve dünya sosyalist sistemine karşı verilmek zorunda kalınan tavizler ve işçi sınıfıydı kuşkusuz.

1980’lerde emperyalist ülkelerde sürdürülen liberal saldırılar 1991’de reel sosyalizmin çözülüşüyle sistem içerisindeki bağımlı ülkelerle sisteme yeni eklenen eski sosyalist ülkelere yayıldı. Bu dönem Türkiye’de devlet bürokrasisi içerisinden çıkan ve 12 Eylül Darbesi öncesinde işçi sınıfı hareketi ve siyasetiyle bir düzeyde ilişkilenmiş aydınların direnciyle yavaş başlasa da 1999’da yaşanan iki büyük depremin ardından girilen ağır ekonomik krizde IMF yardımıyla 2000’li yıllarda AKP eliyle tamamına erdirildi.

AKP eliyle tamamlanan bir süreç olmakla birlikte “Avrupa Birliği’ne uyum süreci” adı altında Meclis’i önemli ölçüde devreden çıkartıp bir onay mekanizmasına indirgeyen Meclis İç Tüzük değişikliklerinden başlayarak bir mesih gibi ülkeye getirilen Kemal Derviş’e kadar uzanan bir altyapının DSP, ANAP ve MHP koalisyonu eliyle kurulduğunu da unutmamak gerekiyor.

Kısacası, “neo” diyerek liberalizmin kurtulamayacağını, en yıkıcı aktör de olsa AKP ile sınırlanamayacak bir süreçten geçtiğimizi, bu meselenin basitçe AKP ile bağlantılı bir rejim sorunu olarak ele alınmasının mümkün olmadığını da unutmamak gerekiyor.

AKP’li yıllar: Liberal demokrasinin hal-i pür melali

AKP yılları istikrar ve koalisyonların ne kadar kötü olduğu söylemleri ile kol kola yürüdü. 1999 ve 2001 krizlerinin ardından ana akım medyada sürekli olarak bu kavramların manşetlere taşınmasının etkileri bugün bile sokak röportajlarında kendisini gösteriyor. İşsizler, asgari ücretle geçinenler kendilerine uzatılan mikrofonlara istikrar gerek diyebiliyor, koalisyonlardan çok çektik diye dert yanabiliyor.

AKP’nin de 2002’de ilk iktidara gelişinden bu yana koalisyon karşıtlığı ve istikrar söylemlerinin dalgasına binerek ilerlediği tartışmasız. Oysa sürekli olarak tarikatlar koalisyonu halinde ilerleyen AKP’nin ilk büyük koalisyon ortağının FETÖ olduğu ve bugün de bu koalisyonların MHP ile devam ettiğini görmezden gelsek bile istikrar söylemlerinin tam karşılığı olan “Türk tipi başkanlık sistemi”nin nasıl bir sorun kaynağı haline geldiğini saklamak mümkün değil.

AKP’nin 20. yılını dolduracak iktidar macerasının başında Kemal Derviş ve IMF’nin istikrar programını virgülüne dokunmadan uygulayarak elde ettiği ruhsatı, 2008 krizi sonrasında dünya piyasalarındaki bol ve ucuz dolar sayesinde sağlanan ucuz finansman ile geleneksel sağcı bir ekonomi çözümüyle tüketimi teşvik eden bir model üzerine yerleştirmekte kullanmıştı. Bu modelin en çok bankalara kazandırdığını ve bu arada ancak inşaat sektörü ve perakende ticaretin geliştiğini tespit edebiliyoruz.

Bugün bu model duvara toslayıp dağılınca AKP’nin gerçek sınıfsal kökenleri de çok açık bir şekilde ortalığa saçılıyor. Artık Hükümet ve Meclis çok açık bir şekilde patronların isteklerinin onaylandığı kurumlara dönüşmüş durumda. Kur korumalı mevduat uygulamasından başlayıp tüketicinin cayma hakkının kaldırılmasına kadar büyüğünden küçüğüne her gün yeni bir düzenleme ile tek dert patronların ve zenginleri karları olmuş durumda.

Öyle ki, bu durum artık bakanların ağzından dökülen “Sen maaş alıyorsun. En fazla neyini kaybedersin? Enflasyonun altında ezilirsin. Ama ben bütün varlığımı kaybederim. Ben babadan görme bir insanım. Babamın bana bıraktıklarını kaybederim” ile başlayıp “Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar” ile devam eden bir açıklıkta da ifade ediliyor. Bu türden cümleler, hem AKP’nin sınıfsal aidiyetini hem de bu aidiyetin AKP hükümetlerinin alamet-i farikası sayılması gereken tüccarlar hükümeti olma özelliği nedeniyle ne denli organik olduğunun da göstergesi.

Öyleyse bugün gelinen noktada AKP’nin sürdürdüğü yıkıcı dönüşümler incelenirken bu sınıfsal bağlamı unutmadan hareket etmeliyiz. Karşımızda gericiliği geniş kitlelerin bu sömürü düzenine boyun eğmesi için kullanan bir sermaye sınıfı iktidarı bulunuyor.

Bu çerçeveden bakınca 1970’lerin sonundan başlayan liberal demokrasinin yürütmeyi güçlendirme, hızlandırma ve yasalar yerine idari işlemlere ağırlık verme eğiliminin Türkiye’de “Türk tipi başkanlık sistemi” ile tam karşılığını bulduğunu ifade etmek gerekiyor.

Türkiye’nin AKP’nin eski koalisyon ortağı FETÖ’nün kanlı kalkışmasının bastırılmasıyla girdiği süreçte faşist MHP’nin can simidiyle gündeme yeniden gelen ve güçlükle geçirilen yeni sistemine yakından baktığımızda parlamenter rejimin görece daha yumuşak kuvvetler ayrılığının giderek yürütme lehine bir tekleşmeye gittiği görülüyor. Zaten çok önceden beri sembolik bir rol üstlenen Meclis’in bu niteliğinin giderek artmasının yanı sıra AKP’nin daralan kadrolarıyla artık şahsi bağlılık ilanı noktasına varan görevlendirmelerle her şeye tek elden karar verilen bir hal almaya başladı.

Bu yöntem başlangıçta hızlandırıcı sanılsa da giderek tüm kararların kendilerine tensip buyrulmasını bekleyen bir bürokrasi hantallığına dönüşerek bizzat sermaye sınıfının da şikayetlerine neden oluyor. Dahası tarih boyunca en önemli siyasi mücadele başlıklarından birini oluşturan merkezi ve yerel idareler arasındaki yetki tartışmasını da körüklüyor.

Bu açıdan Türkiye’de düzenin gerek Irak ve Suriye’deki gelişmeler nedeniyle bir Kürt devleti kurulması ihtimaline karşı sınırlarını koruma kaygısı gerekse ekonomik kriz nedeniyle duyulan ihtiyaç ile merkezileşmeden yana en uca kadar çubuğu bükmesinin ülkeyi taşıyabileceği sınırları da görüyoruz.

Tekleşen yürütme

İstikrar ve koalisyon karşıtlığı dalgasına binen liberalizmin hızlı karar alma sevdasının geldiği noktada “demokratik özünü” tüm çirkinliğiyle faş ettiğini söyleyebiliriz.

Bugün birkaç grup başkan vekilinin elini kaldırıp kaldırmadığına bakan bir mebus zümresiyle bakanlıklarda hazırlanan kanunlar için bir prosedürü tamamlamak üzere basit bir noterlik gibi işlev gören bütçe yetkisi budanmış, gensoru veremeyen, varlığı cumhurbaşkanlığı ile sınırlandırılmış bir Meclis ile karşı karşıyayız.

Bakınca yine tarihsel olarak yürütmenin denetlenmesinde en keskin başlıklardan biri olan bütçe yapma de yetkisinin basit bir onay mekanizmasına indirgendiği görüyoruz. Meclis’ten bu onay alınmadığında dahi basit bir yeniden değerleme işlemiyle yürütmenin kendi bütçesini oluşturmasına olanak verilen bir sistem söz konusu. Ayrıca konu AKP’liler olunca çoğu zaman işlevsiz ama muhalefet partileri olunca bir siyasi silaha çevrilmekten çekinilmeyen Sayıştay denetimi de bunun tuzu biberi oluyor. Böyle bir sistemde on yıla yakın bir süredir Türkiye’de bütçelerin gerçekten ne olduğunu, nerelere harcandığını bilemediğimiz bir başıbozukluk ile karşı karşıyayız.

Yasama faaliyetinin AKP iktidarının günlük ihtiyaçlarına indirgenmesi Avrupa Birliği uyum süreci kapsamında ortaya atılan temel kanun ve torba kanun uygulamalarının istisnai olmaktan çıkıp kural haline gelmesine neden oluyor. Öyle ki artık belirli bir kanun adıyla başlayıp “… ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” başlığıyla aynı anda 5, 10, 15 kanunda bir arada değişiklik yapılması sıradanlaşmış durumda. Bu haliyle de yasama faaliyeti ve bu faaliyetin dışarıdan takip edilebilmesi önemli ölçüde karmaşıklaşmış oluyor. Bu karmaşık faaliyet sonuç olarak bakanlık bürokrasilerinin insafına terk edilmiş oluyor.

Yine Meclis’in yasama faaliyetinin hızlandırılması kapsamında konuşma ve verilecek önerge sayılarının kısıtlanması, konuşma sürelerinin daraltılması gibi uygulamalar artık tartışılmıyor bile.

Böylece bir oylama pratiğine indirgenen yasama faaliyetinin “Türk tipi cumhurbaşkanlığı” rejiminde gensoru hakkının tamamen kalkması, seçimlerin cumhurbaşkanlığı seçimleri ile bağlanması, soruşturma ve inceleme yetkilerinin kullanılmasının güçleştirilmesi ile bu açıdan da işlevini yitirmiş ve yürütmenin yanında tali bir role indirgenmiş bir yasama gücü görüyoruz.

Yasama sistemi böyle olan ülkenin yargısı da maalesef daha iç açı bir görünüm sergilemiyor. En tepesinden en alt düzeyine yargı sisteminin bir bütün olarak hukuki zeminden kopuk bir işleyiş ile hukuk güvenliğinin artık konuşulamadığı bir yöne girmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Öyle ki, İçişleri Bakanı’nın ekonomik hakları için eylem yapan özel okul öğretmenlerinden birini “terörist” ilan ettiği gün Anayasa Mahkemesi sendikanın çağrısıyla eyleme katılan kişinin gözaltına alınıp idari para cezası verilmesinde Anayasa’nın ihlal edildiğine hükmetse de bu karar gündem dahi olmuyor ve açıkça suç teşkil eden bir açıklama mahkum edilmek yerine sırf bir bakanın ağzından çıktığı için tartışılmaya devam ediyor.

Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinin içerisinde AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından atanan üyelerin sayısının çoğunluğa geçmesiyle Anayasa Mahkemesi’nin AKP döneminden öncesini bırakın AKP döneminde dahi sürekli olarak iptal konusu olan düzenlemelerde dahi Anayasa’ya uygunluk kararları verilebiliyor. Öyle ki, Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan gibi bir figür bile, sürekli olarak kendi mahkemesinin kararlarına muhalefet şerhi yazan bir başkan konumuna gelmiş durumda.

Anayasa Mahkemesi’nin Basın İlan Kurumu’nun AKP iktidarı elinde bir siyasi cezalandırma aracına dönüştürülmesine veya erişim engellemesi kararlarının bir siyasi sansür mekanizmasına çevrilmesine ilişkin sistematik ihlaller olduğu sonucuna vararak pilot kararlar vermesinin bir karşılığı da olmuyor.

Böyle bir ortamda, bir ABD’li rahibi alıp götürecek uçağın daha duruşma başlamadan meydanda beklemesi de AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmayarak kişilerin cezaevinde tutulmasının da ancak duruşmadan duruşmaya hatırlanan haller olarak kalmasına şaşmamak gerekiyor.

Yargıyı hızlandırmaktan ve maliyetleri düşürmekten bahseden AKP döneminin sonunda vardığı noktada icra dairelerini banka alacakları ve iletişim ve enerji tekellerinin abonelik sözleşmelerine yönelik özel icra daireleri kurulmasıyla taçlandırılması da yine AKP’nin yarattığı düzenin sınıfsal karakterini göstermesi açısından manalı sayılmalı.

Eskiden sandığa atfedilen mutlak meşruluk ise seçimler kaybedilmeye başlanınca bir yandan seçim çevrelerini değiştirme, bir yandan belediye meclislerinin üyelik sayıları ile oynayarak gelişmiş kalabalık nüfuslu ilçelerin temsilini orantısız şekilde kasaba boyutlarındaki küçük ilçeler lehine zayıflatıp bozma ve talimatla seçim yenilemeye varacak şekilde unutulmuş durumda.

Bu haliyle, ülkenin en büyük şirketinin genel kurulunun gece yarısında Resmi Gazete’nin mükerrer sayılarında arka arkaya yayınlanan kanun hükmünde kararname, buna göre yazılan tebliğ gibi düzenleyici işlemlerle müdahale pratiğiyle gelen AKP’nin bugün de ülkeyi Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yönetmek istemesi çok özel görülmemeli.

Yine ABD’deki kabine sisteminden bile geri bir uygulamayla her işlemin izni, oluru, kararının tek bir kişiden beklendiği bir sistemde neden bakanlık gibi bir makamın ihdas edildiğini de tartışmak da bu kadar zor olmamalı.

Çözüm parlamenter rejime dönüş mü? Çare sosyalizm!

AKP karşısında kurulan Millet İttifakı’nın iddiası parlamenter rejime geri dönüş yapılacağı. Ancak bu durumda esasında sembolik kalacak bu geçişi yönetecek bir cumhurbaşkanlığı görevi için adaylığın bu kadar tartışılmasında bir gariplik yok mu? Ama daha önemlisi Türkiye’nin sorunları böyle bir geri dönüş ile çözülebilir mi?

Bu noktada öncelikle meselenin yukarıda ifade ettiğimiz sınıfsal kökenini hatırlatmak gerekiyor. Başkanlık sisteminin sermaye sınıfının 40 yıllık rüyası olduğu düşünüldüğünde bu yeni rejimin o ya da bu yönden makulleştirilecek bir düzeltmeden öte bir geçmişe dönüşe izin verilmesinin sürpriz olacağını söyleyebiliriz.

Esasında yapılacak değişiklikler, ister bugün sorun yaratan kimi yönlerin makulleştirilecek şekilde törpülenmesi ister daha kapsamlı ve yeni bir rejim yaratacak kadar köklü olsun son tahlilde ancak sisteme yeniden rıza üretilmesini sağlayacak düzeyde kalacaktır. Dolayısıyla öncelikle düzenin sahibinin değişmesi gerektiği ve işçi sınıfının, emekçi halkın iktidar sahibi haline gelmesi gerektiği açık.

Bu ön koşulun gerçekleştiği durumda bugün gerek yerel gerekse merkezi düzeyde yurttaşların temsilinin esas alınacağı bir sistemin kurulması mümkün olacaktır. Bu açıdan hem TBMM’nin hem de belediye meclislerinin hem de bunların yanına eklenecek diğer temsil mekanizmaları ile yurttaşların her düzeyde katılımının sağlanmasının esas olması gerekmektedir. Ancak böyle bir sistem gerçekten halkın ihtiyaçları için, halk adına ve halk yararına işleyecek ve denetlenebilecektir.

Bu açıdan yasama faaliyetinin tüm halkın katılımını ve tartışmanın bir parçası olmasını sağlayacak şekilde takip edilebilir kılınmasının da önemli bir yeri olacaktır. Özellikle Meclis’teki süreçlerin şeffaflaştırılması ve tartışmaların kısıtlanmasının önüne geçilmesi gerekiyor. Bu çerçevede en üst denetleme organı olarak da meclislerin yeniden soruşturma ve inceleme yetkileri işlevlendirilmesi bir başka gereklilik olarak öne çıkıyor.

Dahası bugün gelişen teknolojinin yanı sıra bir yandan sokak ve mahallelerden başlayarak yukarıya doğru diğer yandan meslek örgütleri gibi yapılar içerisinde örgütlenecek mekanizmaların da bu açıdan halkın yönetime doğrudan katılımını sağlayacağı roller edinmesi önemli olacaktır. Bunun bir örneğini emperyalist ülkelerin medya organlarının dahi reddedemediği şekilde yurttaş toplantılarından başlayarak örgütlenen bir süreçte tartışılan ve referandumda kabul edilen yeni Küba Anayasası’nın yapılması sürecinde görmüştük. Milyonlarca Kübalı Anayasa’nın hazırlanması sürecinde tartışmalara doğrudan katılarak taslak metne etki etmiş ve neticede o metin oylanmıştı.

Zaten, bu şekilde güçlendirilen temsil organları olmadıkça dengelerin yürütme lehine bozulmasının engellenmesi de mümkün görünmüyor.

Bundan sonraki aşama ise liyakat sahibi ve yetkin kadroların kamu görevlerini üstlenmelerinin sağlanması olması gerekiyor. Yurttaşlar arasında bir fark gözetmeksizin tek kriterin mesleki yeterlilik olmasının sağlanacağı bir sistemde kamu görevlilerinin yargıcından savcısına, amirinden memuruna niteliklerinin ve güçlerinin artması gerekiyor.

Bunun üzerine kuşkusuz yargının da etkin bir denetleyicilikle hareket etmesi, yürütmeden bağımsızlığı ve tarafsızlığının da özellikle hukuk güvenliğinin olmazsa olmazı olduğunun altını çizmek uygun olacaktır.

Düzen muhalefetinin vaat ettiği güçlendirilmiş parlamenter sistemin özünde bunları vaat etmediğini, ancak bu görüntüyü sağlayacak kadarını göstereceklerini tahmin etmek zor değil.

Sonuç olarak hayalimizdeki gibi yönetilmek istiyorsak yönetim işini birilerine tevdi etmek değil, ele almak geliyor. Bunun için de iktidarın dar zümrelere, azınlıklara değil, işçilere, emekçilere, geniş halk kitlesine ait olması zorunlu.

Ve unutmamak gerekiyor. Bu dahi ancak başlangıç olacaktır. Ancak halk iktidardaysa kendi sorunlarını çözmeye başlayabilecektir.

Comments are closed.

0 %