Dosya

Üç Robot Kanunu, Kapitalistler ve İşçiler

Hakan Yurdakan

Pandemi sürecinde işçilerin yaşadıkları, Asimov’un “Üç Robot Kanunu”nu akla getiriyor. “Robotlar” yerine “İşçiler” ve “İnsanlar” yerine de “Kapitalistler” benzeşimini yaparsak, aşağıdaki hali alıyor:

İşçiler, kapitalistlere zarar veremez ya da eylemsiz kalarak onlara zarar gelmesine göz yumamaz.
İşçiler, Birinci Kanun’la çakışmadığı sürece kapitalistler tarafından verilen emirlere itaat etmek zorundadır.
İşçiler, Birinci ya da İkinci Kanun’la çakışmadığı sürece kendi varlıklarını korumak zorundadır.

Benzeşim sonrasında üç kanun; işçilerin işe gitmeyerek, iş sürecinde pasif direniş göstererek ya da greve giderek kapitalistlerin sermaye birikimini aksatamayacağını ve kârlarına zarar veremeyeceğini söylüyor. Ve işçiye, emek-gücünün artık kendisine değil, kapitaliste ait olduğunu hatırlatıyor. Nihayetinde, her iş günü makineleri çalıştırıp hammaddeleri işleyecek; çalışamayacak duruma geldiğinde ise yerine çocuğunu yetiştirecek kadar da sağlığına dikkat etmesi, “varlığını koruması” isteniyor. Kısacası, kapitalist sistemin işçilere, makinenin bir uzantısı şeklindeki bakışını sergiliyor.

Kovid-19 salgını, sistemin işçi sınıfına yaklaşımını daha da açık etmiştir. O kadar ki “kapalı devre çalışma” önerileriyle, adeta çalışma kampları özlemleri açığa çıkmıştır.

Kapitalist sınıfın işçileri zorla çalıştırma arzusu zaman ve mekân gözetmeden devam etmektedir.

1770 yılında burjuvazinin temsilcisi bir yazarın ticaret üzerine yazdığı bir denemede, “tembelliğin, sefahatin ve romantik hürriyet budalalığının kökünün kazınması ve çalışma ruhunun teşviki ve manifaktürlerde emek fiyatının düşürülmesi” için işçilerin bir “ideal çalışma yurdu”na kapatılması öneriliyor. Ve bu ideal çalışma yurdunun, işçilerin 12 tam iş saati çalıştırıldığı bir “dehşet yurdu” yapılması da belirtiliyor. Marx ise bu görüşler üzerinden “1770 yılında kapitalistin henüz ancak rüyasını gördüğü, sefiller için “dehşet yurdu”, kısa bir zaman içinde, bizzat manifaktür işçisinin kendisi için dev bir “çalışma yurdu” halinde büyüyüp azmanlaştı. Bunun adı fabrikaydı. Ve bu kez, ideal, gerçek karşısında solup gitti.” diyor.

Kapitalist sistemde, özgürlüğü, “salgından ölmek” ile “açlıktan ölmek” tercihi arasında kalan işçi sınıfı, yaşamak için emek-gücünü satmak zorundadır. Sermaye artık-değer hırsıyla, işçilerin gelişmesi ve sağlıklı kalması için gerekli zamanlarını gasp etmektedir.

Salgında izolasyonun sağlanmasına yönelik tam kapanma taleplerine, önerilerine karşı kapitalistler sağırdır ve buna mecburdurlar. Nasıl ki işçiler, işsiz ve aç kalma tehdidiyle çalışmaya mecburlarsa, kapitalistler de fabrikalarını açık tutmak, makinelerini çalıştırtmak zorundadırlar. Çünkü kapitalistler için, makinelerin durduğu, kullanılmadığı zaman, ölü bir zamandır, kaybedilmiş bir sermayedir ve buna tahammülleri bulunmamaktadır.

Marx, sermayeyi vampire benzeterek “Sermaye, vampir gibi ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emektir.” der.

Kapitalistler için risk, sadece makinelerin ve hammaddelerin atıl kalması dolayısıyla fiziksel değer kaybına, bozulmaya uğramaları değildir. Kapitalistlerin asıl kaygısı, “sermaye devir hızı”nın yavaşlaması (ya da “sermaye devir süresi”nin uzaması) riskidir.

Bilindiği gibi; sermayenin devir süresi, dolaşım ve üretim zamanlarının toplamına eşittir. Makinelerin durması, sermaye devir süresinin uzamasına, başka bir deyişle sermaye devir hızının düşmesine yol açacaktır.

Oysa diğer koşullar aynı kalırken sermaye devir hızının artması, kapitalistin aynı sermaye miktarını yıl içerisinde daha fazla çevirmesini ve dolayısıyla daha büyük bir artık-değer kütlesi ve oranı elde etmesini sağlayacaktır. Aksi durumda, kapitalist, rekabet gücünü yitirecektir. Sermaye devir hızının artırılması, kapitalistlerin, kâr oranının düşme eğilimine karşı aldığı önlemlerden biridir de aynı zamanda.

Öte yandan, kapitalistler arası rekabet ve teknolojik rantlar nedeniyle otomasyondaki artış ve yaygınlaşma, kapitalistlerin makine parkını daha hızlı değiştirmelerine yol açmaktadır. Dolayısıyla makineler fiziksel kullanım ömrünü doldurmadan önce teknolojik (ve ekonomik) olarak eskimiş olmaktadırlar. Bu da, kapitalistler üzerinde, mevcut makineler ile daha fazla artık-değer sızdırma baskısı yaratmaktadır.

Tüm bunlar, izlemiş olanların gözünde, Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” filmindeki üretim hattı sahnelerini canlandırmış olabilir.

İşçilerin çay ve yemek molalarına bile zor katlanan ve bunlar üzerine ince hesaplar yapan sermaye sınıfının, iki-üç haftalık tam kapanma taleplerine razı olmasını beklemek, biraz iyimser bir bakış açısı olacaktır.

Kapitalistlerin elindeki sermaye, geçmiş dönemlerde işçinin karşılığı ödenmeyen artık-emeğinden başka bir şey değildir. Ancak bu, işçinin karşısına, kendi emeğinden bağımsızmış gibi ve yabancı bir güç olarak çıkmaktadır. İşçi, kendi emeğine ve üretici etkinliğinin ürününe yabancılaşmıştır. Ne kadar fazla artık-değer üreterek sermayeyi büyütürse, kendisi o kadar yoksullaşmaktadır.

Şimdi, devam etmekte olan Kovid-19 salgın dönemini sermayenin nasıl değerlendirdiğine somut rakamlar ile bakmaya çalışalım. Ancak baştan söylemek gerekir ki artık-değer oranı, gerekli emek-zamanı ve kâr oranı gibi Marksist iktisat kategorilerine, işletme seviyesinde ulaşmanın kısıtları bir yana sektör ya da makro seviyede elde edilmeleri de önemli bir çaba gerektirir. Zaten bu da yazının sınırlarını ve kapsamını aşar. Bu nedenle aşağıda belirtilecek oranlar, emek saat büyüklükleri değil, parasal büyüklükler üzerinden hesaplanmış olup, örneklem olarak seçilmiş şirketlerin 2020-2019 yılları dokuz aylık (Ocak-Eylül) ortalamasıdır. (*)

İşçilerin ve emekçilerin yoksulluğa ve işsizliğe sürüklendiği dokuz aylık dönemde, sermaye, geçen yılın Kovid-19 salgınının henüz yaşanmadığı eş dönemine göre, cirosunu %11, üretim-kârı miktarını ise %22 oranında artırabilmiştir. Üretim-kârı oranını ise %26’dan %30 seviyesine yükseltmiştir (üretim kârı; pazarlama, yönetim ve finansal giderlerden önceki kârı tanımlamak için kullanılmıştır).

Marksist sömürü oranının parasal benzeri olan “bölüşüm oranı (kâr/ücret)” ise, yine aynı dönemler itibariyle %366’dan %403 oranına çıkmıştır. Başka bir anlatımla, “sömürü oranı”, 2019 yılının dokuz aylık ortalamasına göre, Kovid-19 salgınının olduğu 2020 yılının ilk dokuz ayında 37 puan artış göstermiştir.

Bu da, işçinin, 7.5 saatlik günlük çalışma süresinin yaklaşık 1.5 saatini kendi ücretinin karşılığı için, kalan 6 saatini ise kapitaliste artık-değer üretmek için çalıştığını göstermektedir. 2019 yılının dokuz aylık ortalamasında 1.6 saat olan günlük gerekli-emek zamanının, işçinin aleyhine kısaldığını da gözden kaçırmamak gerekir.

Kapitalist sistem ekonomik bir kriz içinde de olsa, sermaye, etkili bir işçi sınıfı direnişiyle karşılaşmadığı sürece, her türlü krizi lehine, yani bir fırsata dönüştürebilir. Yukarıdaki rakamlar da bunu ve krizin bedelinin işçi sınıfına yüklendiğini göstermektedir.

Öte yandan, Türkiye’deki kapitalist sistemin uzun zamandır içinde bulunduğu ekonomik krizi, iktidar ve yandaşlarının pandemiyle ilişkilendirme gayretleri bulunmaktadır. Oysa yaşanan, neo-liberal politikaların iflasına işaret eden 2008 krizinin sürmekte olan etkilerinin, pandemi ile birlikte hız ve yaygınlık kazanmış olmasıdır. Ülkemiz emekçileri, işsizliği, yoksulluğu ve güvencesizliği artan bir eğilimle uzun zamandır yaşamaktadırlar zaten. Bu da, bir gerçeği bir kez daha hatırlatmaktadır; ekonomik krizler kapitalizme içseldir ve yaşanmaları değil, yaşanmadığı dönemler istisnadır.

Bu durumda; üretim açısından ithal girdilere bağımlı, neredeyse sürekli dış ticaret açığı veren, döviz cinsinden borçları çok yüksek seviyelere gelmiş ve ayrıca ülke içi satın alma gücü epeyce zayıflamış bir kapitalist ekonominin, sermaye sınıfının ve devletin yapabilecekleri neler olabilir?

Neler yapabileceklerine bakmadan önce, nelerin yapıldığına kısaca bakmak yararlı olacaktır.

Disk Araştırma Merkezi (DİSK-AR) tarafından yapılmış olan araştırmalar, asgari ücretin artık ortalama ücret olmaya başladığını, asgari ücretin %20 fazlası ve altında ücret alan işçilerin, bütün ücretli çalışanların %50’sine yaklaştığını; özel sektörde ise söz konusu oranın %62 seviyesine yükseldiğini göstermektedir.

Yine DİSK-AR’ın bir başka araştırması, sanayide “ücret-verimlilik makası”nın ücretler aleyhine nasıl açıldığını ortaya koymaktadır; “2012’den bu yana saatlik işgücü verimi %51.1 artarken, işçilerin reel ücretinde sadece %14.8 artış yaşanmıştır.”

Son olarak, 2021 yılı için yapılan asgari ücret artışı da, gerçek enflasyonun %21.5 oranının çok üstünde olduğunun dolaylı olarak kabulü anlamına gelmektedir aslında.

O halde şunu net olarak söyleyebiliriz; kapitalist sistemde reel ücretler, emek üretkenliğinin ve gerçek enflasyonun üzerinde artırılamaz.

Yukarıdaki soruya tekrar dönersek; sermayenin ve devletin yapabilecekleri nelerdir? Yazının konusu çerçevesinde soru, ekonomik anlamdadır. Yoksa ekonomik, siyasal ve ideolojik süreçlerin ve olguların birbirinden bağımsız ve kopuk gelişmediği ortadadır.

Neredeyse tek bildiklerini yine yapmaya çalışacaklardır; artık-değer sömürüsünü artırmak ve üretimin tamamını satma gayretiyle de metaların içindeki artık-değeri realize etmek.

Artık-değer sömürüsü, ancak emek verimliliği yükseltilerek ve reel ücretler düşürülerek artırılabilir. Ancak sermayenin garantici yaklaşımı açısından, reel ücretleri düşük tutmak, emek verimliliğini artırmaya göre daha ön planda, tercih edilebilir ve uygulanabilir olmaktadır.

Reel ücretlerin düşürülmesi ve hatta asgari ücretin emek-gücü değerinin dahi altına çekilmesi durumunda da, yurt içi satın alma gücü daha da zayıflayacaktır. Bu da, bu kez, artık-değerin realize edilmesi sorununu; üretimin önemli bir kısmının satılamamasını doğuracaktır.

Çözüm ülke dışı pazarlarda aranacak, ihracat olanakları zorlanacaktır. Bunun yolu ise, yurt içinde üretilen ürünleri yabancı ülke paraları ve diğer ülkelerin ürünleri karşısında daha ucuz seviyeye indirebilmekten geçmektedir. Bunun için de kapitalistler, ilki devalüasyon (ülke parasının değersizleştirilmesi) ve diğeri ise reel ücretleri düşürmek olmak üzere iki seçeneği birlikte veya ayrı deneyeceklerdir.

Ancak, devalüasyon bir süre sonra, ithal edilen girdileri daha pahalı hale getirecek ve ithal girdilerin üretimdeki payları oranında da üretim maliyetleri ve dolayısıyla fiyatlar artacaktır. Oysa reel ücretlerin düşürülmesi yoluyla, bir yandan ülkede üretilen ürünlerin dış pazarlarda rekabet şansının artması sağlanacak, diğer yandan ise ithal girdiler nedeniyle maliyetlerin yükselmesi engellenmiş olacaktır.

Özetle; yurt içi sermayenin kâr oranının ve ihracatın artırılması, öte yandan yabancı sermayenin doğrudan yatırımlarının (fabrika) teşvik edilmesi için, reel ücretlerin düşük tutulması gerekmektedir.

Yardıma muhtaç halde bırakılan yoksullara yapılan bir parça yardımın siyasi ve ideolojik getirileri de, sermaye açısından işin cabası olacaktır.

Peki, işçi sınıfı? O da, sistemin robotlaştırma dayatmalarını kabul etmeyecek ve kendi yasalarını yaşama geçirecektir.

(*) Hesaplamalar, “Kamuyu Aydınlatma Platformu”, İstanbul Sanayi Odası’nın “2019 yılı 500 büyük kuruluş tablosu” ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın “Reel sektör istatistikleri” verilerinden yararlanılarak yapılmıştır.

Ciro ve üretim-kârı değişim oranları ile üretim-kârı oranı, ağırlıklı metal sektörü olmak üzere 36 şirketin ortalamasıdır. Bu 36 şirketin ciro büyüklüğü; Türkiye’nin en büyük 3067 sanayi kuruluşunun ciro toplamının %10’unu; 114.566 imalat şirketinin ciro toplamının ise %7.1’ini oluşturmaktadır.

Bölüşüm oranı (kâr/ücret) ve gerekli-emek zamanı ise, yine ağırlıklı metal sektörü olmak üzere 23 şirketin ortalamasıdır. Söz konusu 23 şirketin ciro büyüklüğü; Türkiye’nin en büyük 3.067 sanayi kuruluşunun ciro toplamının %5’ini; 114.566 imalat şirketinin ciro toplamının ise %3.3’ünü oluşturmaktadır. İlgili tablolar aşağıdaki gibidir.

  1. Bu benzeşim, I. Asimov, Ben, Robot, İthaki Yayınları, 2016 kitabından yararlanılarak yapılmıştır.
  2. K. Marx (2015), Kapital Cilt-1, Yordam Kitap, s. 269-270
  3. K.Marx, a.g.e., s. 230
  4. Buradaki bölüşüm oranı (kâr/ücret), Marksist sömürü oranının parasal benzeri, kâr oranı ise Marksist kâr oranının Keynesyen karşılığıdır. Karahanoğulları, Y. (2009), Marx’ın değeri ölçülebilir mi? Yordam Kitap , s. 106
  5. DİSK-AR, Salgın Günlerinde Asgari Ücret Gerçeği Araştırması-2021, http://arastirma.disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/12/2021-asgari-ücret-son.pdf (Erişim tarihi: 29.01.2021)
  6. DİSK-AR, Sanayide Ücret ve Verimlik Makası Açılıyor, DİSK-AR Bülteni-7 Ekim2020, http://arastirma.disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/10/verimlilik-reel-ücret-raporu.pdf (Erişim tarihi: 29.01.2021)

Comments are closed.

0 %