Akademi

Boğaziçi Direnişini Tartışıyoruz

Üniversiteler bilimsel temellerle ve toplumsal faydayla akademik üretimin yapıldığı, eleştirel, ilerici düşüncelerin var olabildiği, sahip olduğu bu misyonla gelecek kuşakları yetiştiren kurumlar olarak uzun bir süredir AKP iktidarının hedefinde. Tayyip Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesine “rektör” olarak Melih Bulu’nun atanması da bu müdahalenin bir sonucu olarak karşımıza çıkmıştır. Bununla birlikte akademisyenlerin, öğrencilerin direnişi bir kez daha birlikte mücadele etmenin önemini göstermiş ve direnişin kazanımı olarak Melih Bulu yine bir gece yarısı kararıyla görevinden alınmıştır. Bununla birlikte vekaleten rektörlük görevine atanan Naci İnci’nin ilk icraatı da ders verdiği bölümün, fakültenin görüşünü almaksızın öğretim görevlisi Can Candan’ın görevine son vermek olmuştur.

Yeni Ülke Dergisi olarak akademisyenlerin ve öğrencilerin Boğaziçi Direnişi sürecine dair görüşlerine yer vermek istedik.

Sorularımız:

# Tayyip Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesine “rektör” olarak Melih Bulu’nun atanması ile başlayan ve bir kazanımla sonuçlanan Boğaziçi direnişi sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Boğaziçi Üniversitesi’nde şu anda rektörün seçimle belirlenmesi ile ilgili tartışmalar başladı. Bundan sonraki süreçte nasıl bir yol izlenmeli?

* Akademinin özerk yapısını ve kültürünü tahrip eden bu ideolojik müdahalelere karşı durmak için nasıl bir mücadele yürütülmelidir?

 

Prof. Dr. Cem Say

# Daha sonuçlanmadı tabii ama ben de Bulu’nun gitmesi kazanımdır diyenlere kızanları anlayamayanlardanım. Süreç çok doğal bir şekilde başladı, “yok artık!” duygusunun ve %100 haklılığın verdiği enerji ve Boğaziçi geleneği olan sakin, neşeli, tümüyle yasal ve barışçı tavrın birleşimiyle yürüdü. Alışılagelmiş “damgala ve kriminalize et” yöntemlerinin hiçbiri işlemedi, “fetih” projesi kurum içinden hiç destek bulamadığından bir türlü meşrulaştırılıp yutturulamadı ve planları gerçekleştirmek için giderek daha saçma adımlar atmak zorunda kalındı. Olağanüstü kötü bir seçim olan Bulu’nun “altı ay” öngörüsü de tutmayınca kendi süresi dolmuş oldu.

Rektör olabilmek için ne gerekir?

  1. O okulun hocası olabilecek düzeyde akademik liyakat sahibi olmak,
  2. Üniversitenin rızasını alabilmek.

Yeni rektör atama sürecinde bu ölçütlere uygun adaylar saptayıp kamuoyuna duyurmak mümkün. Her makul insanın onaylayacağı başarılı, sevilen, güvenoyu alabilen isimler dururken yine bir “fatih” adayı atanmaz herhalde.

* Bir kurumun özerk olabilmesi için üyelerinin buna inanması gerek. Boğaziçi’nde gerçekten birbirleriyle neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan “beş benzemez” bir topluluk, üniversitenin özerk olması gerektiği ve Boğaziçi’nin yıkılmaktan korunması gereken bir değer olduğu konularında hemfikir olabildikleri, meşhur “Boğaziçi kültürü” de böyle farklı insanların birbirleriyle kalıcı kırılmalar yaratacak kavgalar etmeden gerektiğinde bir araya gelebilmelerini mümkün kıldığı için uygar kişilerin, gerçek kurumların bir yanlışa nasıl itiraz edebileceklerine dair bir örnek ortaya konuldu. Bu akademinin geri kalanına yaygınlaştırılabilir veya uyarlanabilir mi, onu da akademinin geri kalanı düşünsün.

 

Prof. Dr. İzzeddin Önder

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ, AKP ZİHNİYETİ VE AKADEMİ

Boğaziçi’ne yapılan kasıtlı rektör ataması, AKP açısından kısa dönemde gündem oluşturma, uzun dönemde ise yaygın cehalet oluşturma projesinin bir aşamasıdır. Dayatmayı bu denli yukarı taşıyan siyasi erk toplumun ve akademinin sinir uçlarını tetikleyerek, derin gaflete karşı bir nebze de olsa uyarıcı etki oluşturmuştur. Boğaziçi olayını, Gezi Direnişi’ne benzer yönü ile, hem AKP’ye ve gerici cehalete karşı mücadele yöntemini göstermesi, hem de umut ışığını yakması açılarından olumlu buluyorum.

Türkiye giderek netleşen bir kadere sürüklenmektedir. Emperyalizmin havuzunda sürüklenen bu kaderi AKP çizmemiş, fakat tam bir cehalet ve gaflet ile emperyalizmin yemine tav bir siyasi hareket olarak hızlandırmıştır. Yüklendiği görevi başarıyla ifa eden siyasi erk, böldüğü ülkeyi ancak bulabildiği kapasitesiz elemanlarla gütmeye çalışırken, şimdilerde de tehlikeli dış maceralarla seçim sonrası cehenneminden kaçma siyasetine yönelmiştir. Boğaziçi’ne yapılan abes rektör ataması da, bir yönüyle, bu projenin anlık “gündemi meşgul etme ya da değiştirme“ amacını güder. Nitekim Boğaziçi’li hocaların ve öğrencilerin azimli dik duruşları günlük siyaseti oldukça meşgul etmiştir. İlgisiz şahsın görevden alınması ise, bazı çevrelerce cumhurbaşkanına “demokratik” görüntü kazandırmış olabileceği gibi, genç nesli AKP oy tabanına eklemleme amacına yönelik olarak da görülebilir. Ancak akademi olarak, keşke geri çekme olayı da, atama olayı gibi kurumun özerkliğine müdahale olarak algılansaydı! Keşke atanmış rektör de kendi iradesiyle istifa edip, hem gururunu, hem de, son anda da olsa, akademiyi kurtarmayı yeğleyebilseydi! Olmadı; zira cari yönetim zihniyeti özgür iradeyi dışlar! Nitekim Boğaziçi ve tüm akademi üzerindeki baskının organik amacı da, tek adam yönetiminin her alanda yansıdığı biçimine uygun şekilde, akademiyi de özgür iradeden uzak ve denetim altında tutmaktır. Ne hazindir ki, durum bu denli açık iken, hâlâ bu anlayışı işselleştiremeyen hoca kılıklı bir dizi insan yeni atama için kuyrukta yerini almaya, belki de öne geçmenin siyasi yollarını denemeye yeltenmektedir. Zihniyetin bu olduğu akademik yapı karşısında siyaset niye farklı davransın ki! Bu anlayışı kırmaya çalışan özgür ruhlu Boğaziçi hocalarımı ve öğrencileri kutluyorum!

Emperyalizmin cehaletle birleştiği tarihsel kesitte AKP’nin amacı, her ne kadar yaratacağı sonucun derinliğini anlayamasa da, siyasi tabanını üretmeye, beka sorunu adına hiç değilse aksi gelişmeleri engellemeye çalışmaktır. Tek adam rejimine uygun “kurşun asker” nesli üretmeyi şiar edinmiş olan siyasi erk bazı kaleleri almaya çalıştı, kendi kaleciklerini dikti, alamadığı ODTÜ ya da Boğaziçi gibi mevzileri de ufalamaya çalışmaktadır. FETÖ’cülerin dincilikle ulaşmaya çalıştıkları amaca, AKP yandaş yerleştirme politikasıyla ulaşmaya çalışmaktadır.

Boğaziçi rektörünün geri çekilmesinde, dinmeyen dirençlerin yurt dışı yankılarından çekinme yanında, son NATO toplantısındaki gözlemcisiz görüşmenin de etkisi olabilir. Ülke koşulu nitelikli mezunlar düzeyinin gerisinde kalınca, gelişmiş merkezlere beyin göçü hızlanır. Bu durum emperyalistin amacına uygundur; ilk maliyeti yüklenmeden nitelikli elemanın merkeze alınışı da beyin üzerinden gerçekleştirilen emperyalizmdir. İngiliz sömürgeciliği neticesinde Hindistan ve Pakistan’da yaygınlaşan İngilizce dili yanında, yüksek kapasiteli elemanlar İngiltere, ABD ve diğer gelişmiş ülkelere yerleşmişlerdir.

Boğaziçi sorunu bizi 1982 YÖK uygulamasına kadar geriye, sorunun merkezine, yani siyasilerimiz eliyle emperyalizmin akademiyi düzenleme girişimine taşır. YÖK sistemidir ki, henüz tomurcuklanan üniversite özerkliğine ve bilimsel özgürlüğe kelepçe vurmuş ve akademi üzerinde siyasi hâkimiyetin yolunu açmıştır. Tarihsel süreci kahramanlarla değil de, geniş resimde, üretim ilişkileri bağlamında okursak, Özal iktidarı da, tüm icraatı ile, büyük oluşumun yansımasından başka bir şey değildir. Merkez sermaye Türkiye’yi sömürü amaçlı yakın yörüngesine çekerken, emperyalist politikalara suhuletle uyumun sağlanmasının yolu akademinin terbiye edilmesinden geçiyordu. Artık ne Ankara Üniversitesi’nde ne de İstanbul Üniversitesi’nde solcu hocaların serbest atış yapmalarına yer yoktu. Aynı şekilde, neoliberalizm de Thatcher ve Reagan marifetiyle oluşturulmadı; bu iki kişinin de kaderi, yükselen merkez sermayenin gereksinimi doğrultusunda gelişen küresel dayatmalarda işbaşına gelmiş olmalarıdır. Siyasetçinin işlevi, biraz genellemeyle, sermayenin emrini uygulamaktan ibarettir. Bilinçsizce sürüklendiğimiz bu atlı-karınca düzeninde, düzenin aracı YÖK’le başladığımız macerada buralara gelecektik. Akademi işin başında duruma karşı çıkamadı, çünkü genellikle “sistemin organik üst-yapı kurumu” niteliğinde idi. Keşke, Cambridge’in kuruluşuna yol açan Oxford üniversitesine müdahalenin, yani fermanla üniversiteyi yönetmeye kalkmanın ne denli yüz kızartıcı olduğunun hikâyesini bilebilseydik!

Akademinin “bizden olmayan rektör” mantığı, akademik özgürlükler açısından fazla anlamlı olmadığı gibi, üniversitenin gelişmesi açısından uzun dönemde yararlı da görülemez. Konu, atanan elemanın üniversite içinden ya da dışarıdan meselesi olmayıp, bizzat atama işleminin akademiye saldırı oluşturmasıdır. Akademide “kan değişimi” amacıyla rektör de, dekan da pekala dışarıdan olabilir. Ancak, kurumsal özerklik ilkesi çerçevesinde siyasi atama kabul edilemez! Boğaziçi’li hocalarımın ve öğrencilerin de bu konuda farklı düşünmediğini sanıyorum. Makul sistemde, üniversitede bir seçim heyeti oluşturulur. Seçim heyeti, içeriden ya da dışarıdan başvuran adaylarla görüşür, tartışır, üzerinde karara varılan adayı, ilgili üniversite kurumu görevlendirir.

Akademinin bilimsel temelini, üretim ilişkisinin sermaye-yanlı üst yapı kurumu olma niteliği değil, halka dönük üretim sürecinin organik bileşeni olarak yükselme özelliği oluşturur. Her alanda olmakla beraber, özellikle de sosyal bilimler alanında, gerek konuların ele alınışındaki yansızlık görüntüsü altında güdülen örtülü yanlılık, gerek kullanılan kavramlar bağlamında gözlenen sistem yanlılığı akademinin kurumsal özerkliğini ve bilimsel özgürlüğünü baltalamaktadır. Örneğin, iktisat konularının kesinlikle “kapitalizm” sıfatı kullanılmadan işlenişinde yansızlık değil, tam tersi, yanlılık başattır. Çünkü, işsizlik de kapitalizmin işsizliğidir, enflasyon da kapitalizmin enflasyonudur, yoksulluk da kapitalizmin yoksulluğudur. Kavramlar o denli çarpıtılmaktadır ki, “hak çatışması” yerine zayıflatılmış ifadesiyle “çıkar çatışması”, “sömürü” yerine “kâr”, “patron” yerine ”işveren” kavramları, hatta olması gereken “halka yönelik üniversite” yerine “üniversite-sermaye işbirliği” kavramları yeğlenmektedir. Hele de hukuk ya da çalışma ekonomisi alanlarında konuların ele alınışı ve işlenişi ise tamamıyla sermaye yanlısı ve sömürü kapsamlıdır. Konuların işlenişinde tarihsel sistem dinamiği öne çıkarılmadan, analitik sorgulama yapılmadan, bilimsel görüntü altında, sistem perdelenmekte ve yüzeysel sosyolojik görüntü sahneye sürülmektedir. Bu yaklaşım kesinlikle üniversitenin yansızlığının değil, tam tersi, yanlılığının çok net görüntüsüdür. Siyasi organın sermayenin organik tamamlayıcısı olmasına analojik, akademinin de sermayenin organik bütünü olarak işlev görmesi, akademinin akademiye tasallutu anlamına gelir.

Akademinin gücü, üretim ilişkilerinin üst-yapı olgusunu sosyolojik yaklaşımla salt görüntüsel değil, derin ve felsefi sorgulama ve tarih bilinci çerçevesinde analitik yöntemle ele alınmasından gelir. Marx’ın filozoflara siteminin de ötesinde, akademi olay ve olguları analiz dahi etmiyor, salt tanım ve tasnifle yetiniyorsa kendi varlığına ihanet ediyor, demektir. Üniversitenin bir üst-yapı kurumu olduğu doğrudur; ancak sorgulanması gereken üniversitenin ne tür bir sistemin üst-yapı kurumu olması gerektiğidir! Üniversite kapitalist sistemin organik üst-yapı kurumu mu, yoksa insan-odaklı sistemin bilimsel üst-yapı kurumu mu olmalıdır, sorunsalının yanıtı akademiye etiksel doku ve güç kazandırır. Ancak, bu koşullarda üniversite topluma yararlı olabilir ve halkla birleşmiş olarak, siyasetin zulmüne karşı koyabilir. Meseleler, rektörü kim atadı gibi şekli konulara fazla takılmadan, yeni tanımlamalarla, akademi nedir, nasıl bir işlevle yükümlüdür gibi derin kavramsal yönelişlerle yeni tartışma boyutuna taşınmalıdır. Konunun merkezinde, akademinin, sistemin ruh bileşeni konumunda sermaye-odaklı olmaktan çıkarılıp, insan odaklı bilim merkezi haline getirilmesi yatar.

 

Prof. Dr. Rıfat Okçabol

# Bu süreç, Cumhurbaşkanı’nın, kayyım rektörün, Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) öğrenci ve akademisyenlerinin tutum ve davranışlarıyla gelişen bir süreç olmuştur.

Bilindiği gibi tek parti döneminde 1946 yılında çıkarılan 4936 sayılı Üniversite Kanunu’na göre, üniversitenin seçtiği kişiyi bakan rektör olarak atamıştır. 12 Eylül 1980 darbecilerinin 1981’de çıkardığı 2547 sayılı yasayla rektör adaylarını belirleme yetkisi YÖK’e, atama yetkisi de cumhurbaşkanına verilmiştir. BÜ akademisyenlerinin 1992’de ‘kendi rektör adayımızı kendimiz belirlemek istiyoruz’ girişimini başlatması üzerine, yasa değişikliği ile üniversitelere seçimle 6 rektör adayını belirleme, YÖK’e bu adayları üçe indirme ve cumhurbaşkanına da son üç adaydan birini rektör olarak atama yetkisi verilmiştir. Cumhurbaşkanı, BÜ’nün 2016 Temmuz’unda yüzde 86 oyla seçtiği aday gibi istemediği kişileri rektör atamak zorunda kalmamak için, bir OHAL KHK’siyle 29 Ekim 2016’da üniversitelerde aday belirleme seçimini kaldırmıştır.

Demokratik ve akademik alışkanlıkları göreceli olarak pek çok üniversiteden daha fazla içselleştirmiş olduğu görülen BÜ öğrencileri, 4 yıl önce seçilmiş rektör adayı değil de aday bile olmamış ve bir AKP milletvekilinin kardeşi olan kişi rektör yapılınca, “Kayyım rektör istemiyoruz” diyerek haklı bir tepki göstermişlerdi. BÜ akademisyenleri ise, atanan rektör siyasal eğilimi öne çıkmamış ve ortak değerlere sahip bir arkadaşları olunca, seçtikleri rektör adayına sahip çıkmayıp bu atamaya ses çıkarmamışlardı. Ancak M. Bulu gibi neredeyse fanatik bir AKP’li rektör olarak atanınca, öğrenciler yanında bu kez akademisyenler de tepki göstermişlerdir. Dolayısıyla BÜ’deki süreç, Cumhurbaşkanı’nın tercihiyle başlayan bir süreçtir.

  1. Bulu, kendi meşrebine uygun kayyım niteliğindeki yardımcılarıyla, neredeyse bir işgal komutanı gibi keyfi ve acımasız bir yönetim göstermiştir. Bulu’nun tutum, davranış ve intihalleri ortaya çıktıkça, geçeklerle bağdaşmayan ya da insanı kışkırtan açıklamalarıyla, akademik hiçbir değere ve BÜ’nün 150 yıllık birikiminin ürünü olan geleneklerine aldırmayarak, öğrenci ve akademisyenlerin üniversiteye girmelerini yasaklayarak, akademisyenleri ve öğrencileri mağdur ederek, adeta tepkilerin devam etmesine çanak tutmuştur.

Dolayısıyla bu sürecin 6 ay gibi çok uzun bir zaman sürmesinin baş aktörü bir türlü istifa etmeyi beceremeyen Bulu, diğer aktörü de kendisine direnen BÜ bileşenleri olmuştur.

  1. Bulu’nun kayyım olarak atanması sonrasında, akademik değerlere bağlılık bakımından BÜ öğrencilerinin ve akademisyenlerinin tutum ve davranışları, hem akademik umutları yeşertmiş hem de tüm Türkiye’ye, hatta dünyaya örnek olmuştur. Çünkü BÜ’lülerin tepkileri, haklı olduğu kadar demokratik ve demokratik olduğu kadar da anlamlı, göze, kulağa ve kalbe hoş gelen yaratıcı eylemleri içermiştir. Haklı oluşları, başta özerklik olmak üzere akademik ve demokratik değerlere bağlılıkları, onların direnmelerini ve değişik kesimlerin desteğini almalarını kolaylaştırmıştır.
  2. Bulu’nun görevden alınması, tabii ki onu istemedikleri için tepki gösteren BÜ bileşenlerinin başarısıdır. Bu başarı, haklı bir dava için demokratik süreçlerle direnişte bulunanlara örnek olacak ve cesaret verecek bir başarıdır.

Ancak bu başarının kalıcı ya da geçici olması, Cumhurbaşkanı’nın bundan sonraki tercihine bağlıdır.

Bu sürecin esas sürprizi, Bulu’nun kayyım rektör atanması ya da BÜ’lülerin gönüllere su serpen tepkileri değil, kayyım rektörün görevden alınmasıdır. Bu sürpriz, Bulu’nun görevden alınmasıyla ilgili pek çok bilinmeyeni içermekte ve ilginç yorumların yapılmasına yol açmaktadır. Bulu bir işgal kuvveti komutanı gibi davranmış olsa da, ‘yeterince sert davranmadı, BÜ’yü sindiremedi’ diyenler vardır. Yaşamsal konularda Türkiye’ye istediğini yaptırabilen Amerikalı için bu konu yeterince önemli olmasa da, ‘Amerika’nın uyarısıyla bu kararın verildiğini’ düşünenler de vardır. AKP laiklikten, özerklikten, bağımsızlıktan, barıştan, … söz eden gençlerden hoşlanmasa da, görevden alınmayı ‘gençleri daha fazla kaybetmek istememeye’ bağlayanlar da vardır. Resmen intihal cezası almış başbakanlık müsteşarının bakan yapıldığını unutup ‘intihal yapmış olması nedeniyle görevden alındığını’ söyleyenler de vardır. Bu yorumların her biri gerçekle ilişkili olabileceği gibi, Bulu havalara girip zülfüyara dokunmuş da olabilir. BÜ’deki tepkilerin diğer üniversitelere yayılmasını önlemek için de olabilir. Sedat Peker’in açıklamalarıyla yeterince yıpranmış olan iktidarın bir de bu konuda yıpranmaması düşünülmüş de olabilir.

Süreç konusunda söylenebilecek son söz ise, ne yazık ki bu sürecin henüz bitmediğidir. Çünkü Cumhurbaşkanı, BÜ yönetiminin Ocak 2016’da barış bildirisini imzalayan akademisyenlerine ceza vermediğini unutmamaktadır ve BÜ hakkında çok yanlış bir izlenime sahiptir: BÜ’nün, “Bu ülke ve bu milletin değerlerine yaslanamadığını”  söylemektedir (Hürriyet Gazetesi, 7 Ocak 2018). Bu nedenlerle yeni atanacak rektörün de AKP’ye yakın kayyım niteliğinde bir rektör olması olasılığı yüksektir. Bulu görevden alınınca, Bulu’nun tüm kötülüklerinde pay sahibi olan kayyım rektör yardımcılığını kabul etmiş Prof. Dr. Naci İnci’nin vekil atanmış olması, bu olasılığı güçlendirmektedir. Üstelik N. İnci’nin, BÜ’nün hiçbir geleneğine aldırmadan, vekaleten yürüttüğü görevinin hemen başında, çalışmaları nedeniyle üniversitenin en başarılı akademisyenlerinden, ödüller almış ve üniversite bileşenlerinin en çok sevdiği akademisyenlerden biri olan Can Candan’ı keyfi bir gerekçeyle kurum dışı bırakması, bu olasılığı daha da artırmaktadır.

Atanacak rektörün niteliği, Cumhurbaşkanı’nın niyetini ortaya koyacaktır. BÜ bileşenlerinin tutum ve davranışlarını anlayışla karşılarsa, BÜ bileşenlerinin içlerine sindirebileceği bir rektör atayacaktır. AKP’li kimliği öne çıkmış ya da N. İnci gibi BÜ’nün akademik ve özgürlük gibi geleneklerine saldıracak bir kişiyi rektör ataması halinde, büyük olasılıkla BÜ direnişi bir şekilde devam edecektir.

Rektörün belirlenmesi konusunda, bilimsellik ve özerklik bağlamında en geçerli yol üniversitelerin kendi yöneticilerini kendilerinin belirlemesidir. Herhangi bir yüksekokul mezunu, seçimle belediye başkanı, başbakan ve cumhurbaşkanı olabilirken, seçilen akademisyenin rektör/dekan olamayacağını düşünmenin bir geçerliği yoktur. Vakıf üniversitelerinde akademisyen olmayan kişilerin de üye olabildiği 15-20 kişilik mütevelli heyeti kendi rektör adayını belirleyebilirken, yüzlerce akademisyenin rektör adayını belirleyemeyeceğini düşünmek de anlamlı olmamaktadır. Geçmişte, oyların çoğunu alan kişilerin rektör olarak atandığı üniversitelerde pek sorun yaşanmazken, seçimde ilk sırayı alamayanların rektör yapıldığı üniversitelerde sorunlar olduğunu da unutmamak gerekmektedir.

AKP’nin YÖK’te kadrolaştığı 2008’den ve de özellikle Ekim 2016’dan bu yana, yalnızca yandaş kişiler rektör yapılmaktadır. Bu durumun, üniversitenin AKP’lileşmesi dışında, akademik işlevler açısından bir işe yaramadığı görülmektedir. Akademik nitelik düşmekte, üniversiteler içine kapanıp toplumsal işlevlerinden uzaklaşırken birilerinin çiftliğine dönüşmektedir. Oysa üniversitenin kendisini geliştirmesinin ve toplum yararına hizmet verebilmesinin ön koşulu, bu kurumun siyasal etkilerden bağımsız-özerk bir kurum olmasıdır.

Ancak başkanlık sistemi devam ettikçe şimdiki rektör belirleme sisteminin değişmesi olasılığı yok denecek kadar azdır. Bu nedenle, BÜ’de yaşanan sıkıntıların yeniden yaşanmaması, rektör belirleme süreciyle ilişkili kişilerin tutumuna bağlı kalmaktadır. Bu bağlamda sistem değişine kadar, bazıları romantik olsa da, şu çözümler akla gelmektedir:

  • Akademisyenler, meslektaşlarının desteğini alıp yalnız kendi çalıştığı üniversitenin rektörlüğüne aday olmalıdır.
  • Özellikle intihal yapmış, adı yolsuzluklara karışmış, bir siyasal partiyle içli-dışlı olmuş ya da akademik değerlere aldırmayan kişiler, rektör adaylığı için başvurmamalıdır.
  • YÖK, intihal yapmış, adı yolsuzluklara karışmış, akademik ahlak konusunu önemsememiş, siyasete karışmış ya da akademik değerlere aldırmayan -kifayetsiz muhteris- kişileri rektör adayı olarak cumhurbaşkanına sunmamalıdır.
  • Cumhurbaşkanı, rektör atarken AKP lideri olarak orada kadrolaşıp partizanca dönüşümleri gerçekleştirmek için değil de, tarafsız bir cumhurbaşkanı gibi, bir şekilde üniversitelerin eğilimini de göz önüne alarak üniversiter değerleri yükseltme olasılığı olan ve çalıştığı üniversite için başvurmuş adayı rektör olarak atamalıdır.
  • Toplumların aklı, beyni ve vicdanı niteliğinde olması gereken üniversiteler, akademik değerlere sahip çıkabilmelidirler. Her koşulda görüşlerini açıklayabilmelidirler. İstenmeyen gelişmeler karşısında da, demokratik yollarla tepkilerini dile getirebilmelidirler.
  • Günümüzde rektörü belirleme konusunun yetkili kişi cumhurbaşkanıdır. Onun tercihine bağlı olarak mağdur olabilecek kesim de üniversite bileşenleridir. Bu nedenle, mağdur yaratmamak için üniversitenin eğilimine değer verilmelidir.

* Öncelikle mücadelenin yapılabilmesi için, temel sorunun ne olduğunun gerçekçi bir şekilde saptanması gerekir. Bu bağlamda temel sorun, “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” anlayışında olanlar, Taliban’ın yaptıklarına sempatiyle bakanlar, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını benimseyenler ve benzeri düşünce sahipleri için, akademinin özerkliğinin ve kültürünün bir değeri olmamasıdır. Onlar için üniversite, diğer tüm kurumlar gibi, yukarıda örneklenen anlayışların hayata geçirilmesi için kullanılacak bir kurumdur.

Dolayısıyla yürütülecek mücadelenin nihai hedefi, bu tür düşüncelere kendilerini kaptırmamış siyasal partilerin meclise girmesini sağlamaktır. Ne yazık ki bugünün Türkiye’sinde bu iş, aşağıda örneklenen gerçekler nedeniyle hiç de kolay değildir:

  • Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki uygulamalar nedeniyle toplumun bir bölümü, piyasacı alışkanlıklar kazanmış, muhafazakarlaşmış ve bencilleşmiştir.
  • Yürürlükte olan piyasacı ve gerici eğitim bu durumu besleyip yaygınlaştırmaktadır.
  • Sedat Peker’in videolarından herkesin haberli olduğu sanılırken, araştırmalar toplumun önemli bir bölümünün (büyük olasılıkla yalnız yandaş medyaya kulak verenlerin) bu videolardan haberdar olmadığını göstermektedir. Türkiye yıllardır ekonomik kriz içinde yaşamaktadır. İşsizlik ve hukuksuzluk tavan yapmış durumdadır. Siyaset-mafya-ticaret ilişkilerinden kaynaklanan yolsuzlukların akıl-almaz boyutlara ulaştığı görülmektedir. Yargı ve medyanın çoğunluğu tarafsızlığını yitirmiştir. Ülkenin dış itibarı kalmamıştır. Yine de yapılan araştırmalar, bugün seçim olsa, iktidar bloğunun yüzde 40’lar dolayında oy alacağını göstermektedir. Bu durum bir bakıma yurttaşların önemli bir bölümünün ülkede ve dünyada olup bitenler hakkında sağlıklı bilgi alamadığının kanıtı gibidir. Gerçeklerden haberi olmayanların akademik özerklikten ve kültürden haberdar olmaları olasılığı da düşüktür.
  • Daha da önemlisi, resmi eğitim kurumları yanında, tarikatlar ve kaçak kurumlar eliyle de insanımıza gerçek olmayan bilgiler gerçekmiş gibi öğretilmektedir. İnsanımızın gerçekle olan bağı koparılmaktadır.

Bu nedenle akademik özerkliğe ve kültüre önem verdiği kadar laik, bilimsel ve demokratik yaşama da önem veren partileri mecliste çoğunluğa sahip olması için, gerçeklerden haberdar ve çağdaş değerlere sahip bilinçli yurttaşların çoğunlukta olması gerekmektedir. Bunu sağlamak için de, cumhuriyetin aydınlanmacı değerlerini içselleştirmiş yurtseverlerin-duyarlı kesimlerin- örgütlenerek, iş ve güç birliği ile planlı ve programlı bir şekilde hareket etmeleri gerekmektedir. İktidarın tutum, anlayış ve uygulamalarının sonucu olarak ortaya çıkan güncel sorunlar yumağı, aynı zamanda duyarlı kesimlerin mücadelesini ve başarısını kolaylaştıracak fırsatları içermektedir.

İçinde bulunduğumuz koşullarda akademinin özerk yapısına ve kültürüne yönelik güncel saldırılara karşı yapılacak mücadele ise, BÜ’nin yaptığı gibi, öncelikle kazanılmış haklarla demokratik haklara her durumda sahip çıkma becerisini ve iradesini göstermektir. Bir kesimin haklı ve demokratik tepkisine, tüm demokratik kitle örgütlerinin destek vermesidir. Diğer kesimlerin de desteklediği haklı demokratik tepkilerin genelde başarıya ulaştığı unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken bir başka durum da, korkunun ecele faydası olmadığıdır.

 

Dr. Barış Zeren

# Her şeyden önce, Melih Bulu’nun görevden alınmasının bir kazanım olarak görülmesi çok önemli. Moda tabirle “algı yönetimi” nedeniyle değil, gerçeğin ta kendisi olduğu için. Melih Bulu, Ocak ayında bir siyasi pervasızlık gösterisi olarak atandı. Öyle bir pervasızlık ki, aslında AKP saflarını bile rahatsız etmiş, ama ses çıkaramamışlar. Tepeden, bir milletvekilinin devreye girmesiyle, diye okuduk, Melih Bulu gibi, Boğaziçi rektörlüğünü de bırakalım, ortalama bir akademik kariyer için bile yetersiz birisi atanmış.

Arkasındaki siyasi hesapları da küçümsemeyelim. Melih Bulu yalnızca Ayasofya’nın fethi gibi AKP tabanına bir zafer sinyali değil, seçim ittifaklarını sınamak açısından da önemli bir figürdü. Bakın pek dikkat edilmedi, Boğaziçi’nde bir sergiyi bahane edip ortalığı provoke eden kesim, Saadet Partisi’nin gençlik teşkilatıdır. Bunlar Oğuzhan Asiltürk’e yakın olmakla, aslında Beştepe-Saadet yakınlaşmasının bir ufak provasını yapmış oldular. Yani Bulu basit bir fırsatçılık vakası da değil. Üstelik, kurumların, teamüllerin, hukukun bir kenara atılıp Beştepe’nin parmak şıklatmasıyla gerçekleşmesi bakımından da cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denen ucube yönetimin bariz örneğiydi. Aynı yöntemle de gitti zaten.

Çok kimse sustu ama Boğaziçi öğrencileri susmadı. Boğaziçi’nde hem doktora yaptım hem on yıl arayla, iki kuşak öğrenciye kitle dersleri verdim, ayrıca uzun bir İstanbul Üniversitesi geçmişim var, dolayısıyla öğrenci profilini iyi, hatta karşılaştırmalı olarak yorumlayabilecek durumdayım. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, nadir görülebilecek düzeyde bilinçli, inatçı, direngen ve dinamik bir öğrenci muhalefeti ortaya çıktı. Çok sorunları var tabii, sorunsuz hareket olmaz. Ama bu profil, gelecek için müjdecidir.

Hocalar ise, Bulu’nun atanmasıyla Boğaziçi’nin kendilerine sunduğu konfor alanını kaybetmişlerdi. Dile kolay, gençliğini yurtdışında okuyup çalışıp geçireceksin, sonunda bin bir emekle bu okulda bir yer bulacaksın. Bu arada, Türkiye çapında üniversite sisteminin acınası hali düşünüldüğünde, Boğaziçi’nde öğretim üyesi olmanın statü değeri daha da artıyor. Melih Bulu’nun vaat ettikleri ve istila kapısı gibi iki fakülte açması, bu önemli statünün de elden gideceğine işaretti. Yani zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyleri vardı, biraz ironik, Fransız Devrimi’ni tetikleyen aristokratlara benzetiyorum izninizle.

Dolayısıyla, bir önceki Mehmet Özkan vakasında kayyım yöntemine rıza gösteren hocalar, bu kez direnmeyi seçtiler. Çok da iyi yaptılar. Ama öğrenciler ilgi ve nabzı yüksek tutmasaydı, hocalar daha durağan, hatta sönümlenmeye yatkın bir yol tutturmuşlardı, kabul edilmeli.

Bir de mezunlar çok ciddi bir seferberlik içine girdiler. Ana mezun derneği BÜMED çok pasif kalınca, başka mezun inisiyatifleri kol kol ayrılmaya ve sürece dahil olmaya çalıştı. Bunları yakından biliyorum, inanılmaz bir örgütlenme, çaba, efor, hâlâ da sürüyor. Bulu atamasına, istila fakültelerine, öğrencilere uygulanan şiddete, hepsine karşı suç duyurusu ve davalar, öğrencilere maddi manevi destekler, mezunlar okula alınmamalarına rağmen direnişin belkemiği oldular.

Ve basına yansıyor ki, 15 Temmuz’da Melih Bulu’nun gönderilmesinde de böyle bir mezun inisiyatifinin etkisi olmuş. Bulu üç nedenle gönderildi: Biri daha makro politik, iktidarın genel haliyle ilgili. Bunu şimdilik açmayalım, zira diğer iki neden olmasaydı bu da atıl kalacaktı. İkinci neden, şu ana kadar pandemi nedeniyle kampüste olmayan geniş bir öğrenci kitlesinin güz döneminde okula gelecek olmasıydı. Basına yansıyan bilgiler, hükümet cenahının gelecek öğrenci kitlesinden çekindiğini açıkça yazıyor. Bunlar hiç kuşkusuz Bulu’nun acınası piyasa vizyonuna değil, bir türlü susturulamayan direnişe destek vereceklerdi. Üçüncüsü, ilginç biçimde ertelenen bir işi mezunlar bitirdi: Melih Bulu’nun intihal olayı. Bu intihali belgeleyen iki uzun rapor mezunlar tarafından hazırlandı ve Bulu’nun atanmasının altıncı ayı dolmadan YÖK’e şikayet dilekçeleriyle gönderildi. Hepi topu yirmi dilekçedir bu arada. Direnişin üzerine bir de bu dilekçeler: YÖK neyle karşı karşıya olduğunu anladı, savunulacak bir yanı yok. Zaten Bulu’ya da mesafeliler, bunu Bulu’yu görevden alma fırsatı bildiler. Konu budur.

Başa dönelim, bu bir kazanımdır ve iktidarın geri adım atmasıdır. Kendi tabanına ve muhalefeti bölmek üzere Saadet tabanına sinyaller verme girişimi, direniş sonucu püskürtülmüştür. Bunu iktidar cenahı da böyle anladı ve hocalara “şimdilik istediğiniz oldu, ama Erdoğan sizi not etti” yollu tehditler savurmaktan geri kalmadılar. Bunu öğrenci, mezun, hoca, bütün bileşenler, üstelik bin bir sorun ve görüş ayrılığına rağmen başardılar. İktidarın Gezi ve 7 Haziran seçimlerinden sonraki en aşikâr yenilgisidir.

Şu anda bu seçimin nasıl gerçekleşeceği epey belli oldu. Boğaziçili hocaların zaten rektör seçmek üzere bir teamülü ve altyapısı vardı. Direniş sonucunda öğrencilerin ve mezunların da bu seçime katılma ihtimali belirdi, ama bunun altyapısının kısa sürede kurulamayacağı söylenerek mezun ve öğrenci katılımı düşük profil tutuldu. Ama işin kötü yanı, aslında bunları anlattığım tarih, 25.07.2021 itibarıyla hocalar da eski söz haklarından feragat etmiş durumdalar. Rektörlüğe adaylığını koyacaklara yönelik bir güven oylamasından ibaret olacak. Direniş geçmişinin YÖK ya da Beştepe’yi okuldan güven oyu almamış bir hocayı atmaktan alıkoyacağı hesaplanıyor. Hocalar inisiyatifi aldılar ama direnişe ve başarısına layık bir konum aldıkları söylenemez. Dediğim gibi, şimdilik.

Öğrenciler şimdiden hocaların diğer iki önemli bileşeni, yani öğrenci ve mezunları dışlamalarına, eski statülerini –hatta onun da taviz verilmiş bir biçimini– dayatmalarına tepki gösteriyorlar. Bu tepkide haklı nedenler de var. Öğrenciler bir ilkeler metni ortaya koydular ve bu metnin rektör adayı kabulü için kriter olmasını önerdiler. Hocalar bunu göz ardı etmiş ya da kabul etmemiş görünüyor. Gerilimi düşürecek ve akademik çalışmalarına dönmelerine izin verecek bir ara figürü rektör olarak kabul edip bu işi bağlamak istiyorlar. Bir nevi sıtmaya razı olma durumu yani.

Buradan eleştirdiğim anlaşılmasın, üniversite bir politik parti değildir. Akademisyen de politikacı değildir. Tek bir üniversite politikleşebilir, politik yaşamı belirleyebilir, tarihimizde de olmuştur, bundan sonra da olacaktır, hatta bu Boğaziçi olabilir, o ayrı. Ama bunun için öğrenci hareketinin niteliği gibi bazı önkoşullar var.

Nitekim Boğaziçi’ndeki öğrenci hareketinin bu noktadan sonra kurulmakta olan dengeleri nasıl değiştirebileceğini bilemiyoruz. Zira örneğin bir Boğaziçi Dayanışması yer yer ülkeye yönelik büyük sözler ediyorsa da, bu iddiaları taşıyacak programatik, örgütsel yapıya sahip değil. Radikal demokrat bir dev-genç havası var ki, biraz kendi kendini çelmeleyen bir konum. Dahası, öğrenci kitlesi içinde henüz geniş bir meşruiyet sağlayabildiğini de sanmıyorum. Dolayısıyla, iktidar Boğaziçi camiasını tekrar karşısına almak istemez, hocaların da kabul edebileceği bir aday atarsa, mevcut vektörler konunun böyle bağlanacağını gösteriyor. Ama bu, ortada çok örnek bir başarı olduğu gerçeğini gölgelemez.

* Buna kısa yanıt verebilirim: Türkiye’de akademi bitmiştir, adı var kendi yoktur. Şu anda Boğaziçi gibi bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda okul bir üniversite profili veriyor belki ama üniversiteler, iktidar ve sermaye eliyle birer yüksek liseye çevrilmiş ve tasfiye edilmiştir. Sermaye, daha TÜSİAD’ın Kemal Gürüz’e sipariş ettiği 1994 üniversiteler raporundaki süslü çerçeveye sokulmuş, bir yanda öğrenci deposu olan okullar, diğer yanda dökülen bir piyasaya kadro yetiştiren araştırma üniversiteleri halinde, çarpık bir ayrımla evrensel bilgi ve kültürden koparılmış durumda. Hatta artık iktidar arpalığı olmaktan başka işe yaramayan paralel bir üniversite sistemi var. Bu kurumlar özerk olsalar ne olacak? Artık 90’lardaki özerk bilimsel eğitim talebinin biraz daha sivri biçimde revize edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yapılması gereken, 1933’teki üniversite reformunun gelişmiş bir örneğidir. Üniversiteleri tümüyle kapatıp mevcut kadroların tasfiyesi ve üniversiter sistemin planlı bilim politikaları doğrultusunda yeniden kurulmasıdır. Öğrenci hareketini toplumsal hareketle yeniden bağlayacak köprü bu perspektiften geçiyor kanımca.

 

Aykız Reçber-Boğaziçi Üniversitesi Öğrenci

# Öncelikle direnişin bir kazanım elde etmiş fakat hala sonuca varmamış olduğunu söylemeliyim. Kazanımı yok sayamayız; ne yazık ki yeterli de sayamayız.

Direnişin altı buçuk ay kadar süren bugüne kadarki kısmında birçok kez AKP iktidarının gençliğe ne denli hakim olmak istediğine şahit olduk. İlk günlerden başlayarak asla hızını kesmeden devam eden polis ve Özel Güvenlik Birimlerinin şiddeti biz öğrencilerin büyük bir kısmını fiziksel, neredeyse tamamını psikolojik anlamda oldukça negatif etkiledi. Baskılar okul içine girişine izin verilen polisin ve kendi okulunun kampüsünden dövülerek göz altına alınan öğrencilerin görüntüleriyle kamuoyunda ses getirmiş olsa da aylardır her gün kampüsün önüne  ve çevresine metrelerce çekilmiş barikatın, kapıda bekleyen onlarca polisin yarattığı psikolojik şiddeti göz ardı etmek mümkün değil. Süreç içerisinde gerçekleşen müdahalelerle faaliyet yürütmesi fiilen engellenen cinsel tacizi önleme komisyonunu, kapatılan BÜLGBTİ+ kulübünü, kampüsteki ağaçların üzerine takılan onlarca kamerayı da eklememiz mümkün. Direnişin başından sonuna kadar iktidarın müdahalelerine muhalif duruş sergileyen, daima öğrencilerinin yanında olarak desteğini bir gün olsun esirgemeyen sanatçı, hukukçu ve akademisyen hocamız Feyzi Erçin’in ders vermesi de engellendi. Bulu’nun almış olduğu bu kararı yadırgamamak gerek: Feyzi Hoca geride bıraktığımız dönemde dersini aldığım, her hafta ders gününün, saatinin gelişini iple çektiğim, sanatçı ve sevgi dolu kişiliğiyle akademik birikimini harmanlamış bir akademisyen. Oysaki Bulu’nun ait olduğu, kuklası olduğu zihniyetin yetiştirmeyi hedeflediği dindar, kindar ve gerici neslin eğitimi için bu kriterlerde ders veren bir eğitmene ihtiyaç yok. Akademisyenlerin tasfiyesinde kayyım rektörden sonra vekaleten rektörlük yapan kayyımın kayyımı İnci de rol oynadı. Tıpkı Feyzi Erçin gibi sürecin ilk gününden bugününe kadar direnişin içerisinde yer alan ve öğrencilerinin arkasında duran, kampüse basının alınması engellendiği için gün be gün direnişte çekmiş olduğu fotoğrafları halka ulaştıran hocamız Can Candan’ın derslerine de son verildi. Toplumun yaşananlardan bihaber olmasını yahut haberlerin yalnızca yandaş medya aracılığıyla hazırlanmış kurmaca metinlerden oluşmasını dileyen ve sesi çıkanın dili kesilsin isteyen siyasi iktidar için bu hamle de yadırganası değil.

Bildiğiniz gibi Bulu rektör atanır atanmaz “Merhaba Boğaziçi” başlıklı bir metin yayınlayarak Sektörle İşbirliği, Girişimcilik ve İnovasyon Ekosistemi alt başlıklarında akademiyi, fikirlerimizi ve elde edeceğimiz bilimsel gelişmeleri nasıl piyasaya sunacağından bahsetmişti. Bugün bahsi geçen türde sözüm ona gelişmelerin akademiyi bilimsellikten ve topluma hizmetten daha ne kadar uzaklaştıracağını, sermayeye daha ne kadar hizmet edeceğini tahmin etmek güç değil. AKP’nin işbirlikçi ve sermaye yanlısı adımları akademinin her bir noktasında atılır hale gelmişken direnişin gündemine ancak ve ancak seçim gerekliliğini oturtmak, dar bir çerçeveden kısıtlı ve ihtiyatsız bir bakış açısı sunacaktır.

* Akademinin özerk yapısını ve kültürünü tahrip etme noktasından baktığımızda müdahaleler yalnızca bugüne sığmakla kalmayıp AKP iktidarının yıllardır attığı her bir adımından anlaşılır durumdadır. Bugün meydana gelen müdahale Türkiye’de ismi diğerlerine nazaran daha çok duyulan ve bilinen Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşmiş olsa da ne Melih Bulu atanan ilk rektör ne de verdiğimiz mücadele ilk mücadeledir. Ne yazık ki doğal bir afet olan depremin müsebbibinin çocuk yaşta evliliklerin yasaklanması olduğunu açıkça belirtebilen pedofili savunucusu profesörler de yer alıyor akademide. İdeolojik müdahalelerin geçerliliğini ve etkinliğini artırabilmek için idari kadroların en tepesine yerleştirilen isimler olduğu gibi bilimsel ve toplumdan yana eğitim vermesi gerektiğini savunduğumuz öğretmen kadroları içerisine de yine aynı nitelikte isimler konulmuş durumda.

Bahsetmiş olduğum durum ve olaylar, kayyımların bulunduğu her üniversitede görevden alınmaları ve idari kadroların akademi bileşenleri tarafından gerçekleştirilecek seçimlerle belirlenmesi noktasında yeterli olmayacaktır. Bugün akademiye yapılan müdahaleler yalnızca akademinin iç dengeleri üzerinden şekillenmiyor. Akademiyi toplumdan bağımsız, salt bir biçimde ele almak ve akademide siyasetin ‘her türlü’süne karşı duruş sergilemek gerçek hayattan tamamıyla koparılmış bir ütopyaya dair temeli, dayanağı olmayan talep ve kararlar doğuracaktır. Bilimsel ve laik bir eğitimden, eğitimde fırsat eşitliğinden, gerici, dindar ve kindar bir nesil haline getirilme çabasına karşı durmaktan bahsetmedikçe demokrasi söyleminin altı boş kalacaktır. Demokratik bir seçim gerçekleştirme isteği yerine getirilse dahi bugün bir gecede önümüze gelen kararnamelerin ne gibi sonuçlar doğuracağını tahmin etmek güç. Bu sebeple bugünü kurtarmaya yönelik -ne derecede kurtarıcı olacağı tartışılır- taleplerden ziyade akademinin bugün geldiği noktada bizler, bilimin ışığıyla toplumu aydınlatmak için köklü bir değişiklik yapılması gerektiğini düşünüyor; yeni bir üniversite programı için mücadele ediyoruz. Yabani otları keserek temizlerseniz her geçen gün çoğalarak yayıldıklarını görebilirsiniz. Biz bağımızı, bahçemizi kökten temizleyerek yepyeni çiçekler dikmek istiyoruz.

 

Tilbe Su Aslanpay-Boğaziçi Üniversitesi Öğrenci

# Yaklaşık 7 aylık bir direniş sürecinden bahsediyoruz. Aslında ülkemiz de direnişlere pek uzak değil. Hak gaspına karşı, sermayenin sömürüsüne, yağmasına, rant pazarlığına karşı, ilkokullardan liselere müfredatlarda yapılan akıl almaz değişikliklere karşı, üniversitelerde akademik tasfiyelere, üniversitelerin sosyal ve kültürel yapısına saldırılara karşı bugüne kadar birçok alanda direndik, direnmeye de devam ediyoruz. 2021 yılına da direnişle girmiş olduk. Boğaziçi direnişinin ilk gününden itibaren öğrencilere uygulanan şiddetten, gece vakti kapıları kırılarak gözaltına alınan öğrencilerden, Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi olduğu için otobüse alınmayanlardan, direnişe verdiği destekten dolayı bursu kesilenlerden, tutuklananlardan; okulla ilişiğini kesmeye çalıştıkları, okula almadıkları akademisyenlerden başlayarak bugüne kadar tek tek ele alınması gereken çok fazla olay yaşandı; gençlik “Melih Bulu İstifa!” dedikçe iktidar daha da saldırganlaştı. Gençliğin yaptığı ilk eylemlerden biri olan, rektörlük kapısını mühürleme eylemi, sembolik de olsa büyük bir anlam taşımaktadır. Tüm bu müdahalelere rağmen aklımızdan çıkarmamamız gereken ve bizi kazanıma götüren şey şudur ki; gençlik “Gericiliği, işsizliği, geleceksizliği, atanmış rektörleri mühürle!” demekten vazgeçmemiş, mücadelesinde geri adım atmamıştır. Aksine AKP iktidarına geri adım attırmıştır. Yine süreç içerisinde alınan boykot kararımız, Melih Bulu rektör koltuğunda oturduğu sürece akademik işleyişin devam edemeyeceğini anlatmak içindir. Kısaca gençlik, AKP’li Melih Bulu’ya “Üniversite koltuktan büyüktür!” demiştir ve AKP’nin kulu Melih Bulu o koltukta daha fazla oturamamıştır.

İktidar, üniversitelerde ideolojik bir dönüşüm gerçekleştirmek amacıyla hareket etmektedir ve bu doğrultuda büyük bir tahribat yaratmıştır. İktidarın kirli siyaseti, yozlaşmış ideolojisi altında ‘seçim’ üniversitelerimizi kurtarmaya yetmeyecektir. Üniversitelerimize atanan kayyımların dışında KHK adı altında ilerici birçok akademisyenin tasfiyesini, üniversitelerin pazar haline gelmesini, öğrencilerin düşünce satma yarışına girmesini seçimle önleyebilecek miyiz? Kalifiye eleman yetiştirme mantığı ile işler hale gelen üniversitelerimizde ‘seçim’, geleceksizliğe, işsizliğe mahkum edilen gençleri bu bataklık içerisinden kurtarmaya yetecek midir? Hala akademi içerisinde kendisine yer bulabilen pedofili savunucusu bir insanın tasfiyesini seçimle sağlayabilecek miyiz? Seçimi önemsizleştirmek için bunlardan bahsetmedim fakat seçim körü körüne sistem içerisine hapsolmuş ve çok fazla zarar görmüş, görmeye de devam eden üniversitelerimiz için yeterli bir talep değildir. Üniversiteler gerçek niteliğine kavuştuğu zaman seçim de anlam kazanır. Ülkemizde eğitim veren her bir kurumun gerçek anlamını kazanabilmesi için gerici, kindar ve piyasacı zihniyete karşı daha büyük, güçlü ve örgütlü bir şekilde yeni bir üniversite talebini yükseltmek gerekmektedir.

* Üniversitelerin misyonlarını bu denli kaybetmesi, eğitimin sektörleşmesi, üniversitelerdeki bilimsel çalışmaların toplum yararına değil sermayenin çıkarlarına yönelik işliyor olması, gerçek niteliğini koruyabilen bir üniversitenin bu düzen içerisinde barınabilmesinin mümkün olmadığını gösteriyor. İktidarın yağmacı zihniyeti ve siyaseti içerisinde kendine yer bulmaya çalışan üniversitelerimizi koruyabilmek için her gün farklı bir direniş gösteriyoruz. Boğaziçi direnişi öncesinde ODTÜ direnişini anımsarsınız, ya da Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencilerinin okul içerisine yapılmak istenen ‘Millet Bahçesi’ne karşı verdikleri mücadeleyi, yine Marmara Üniversitesine yapılmak istenen külliyeye karşı yükseltilen bir başka mücadeleyi. Ne yazık ki verdiğimiz mücadelelere rağmen üniversitelerimizi niteliksizleştirecek yıpratıcı hamleler, akademiye verilen zarar her geçen gün katlanarak artmaktadır. Bu durumda ancak yeni bir ülke ile var olabilecek yeni bir üniversite talebini yinelemek bizim için zorunluluk haline gelmiştir. Yapılması gereken bu çürümüş sisteme karşı bütünlüklü bir mücadele vermektedir. AKP’nin yaratmak istediği ‘üniversite’yi, daha doğrusu üniversite adı altında ticarethaneyi, külliyeyi, bilimsel eğitimden uzak, liyakatin söz konusu olmadığı kurumu gerçek anlamı ile bilim yuvası haline getirmek ancak bir önceki soruda da bahsettiğim gibi bilinçli ve örgütlü bir şekilde yükseltilecek ‘yeni bir üniversite’ sesi ile mümkün olacaktır.

Tıkla, abone ol

Comments are closed.

0 %