Akademi

Rıfat Okçabol ile Söyleşi: Sermaye ve Üniversiteler

Söyleşi: Ali Deniz

1) Üniversitelerin giderek piyasanın ihtiyaçlarına yönelik olarak yeniden yapılandırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Hatta YÖK kendisini “Yeni YÖK” olarak güncellemeye ve üniversiteleri bu çerçevedeki kriterler ile denetleyerek ya da sırlama raporları yayınlayarak “başarı” söylevleri ile bu yola sokmaya çalışıyor. Devlet üniversitelerinin, vakıf üniversiteleri ile neredeyse yarıştığı bu piyasalaşma konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Rıfat Okçabol: Türkiye, “Ülke kaynaklarını pazarlamaya geldim” diyen bir iktidar tarafından yönetiliyor. Maliye bakanının açıklamasından, hükümetin, emekçinin aleyhine ve sermayedarın lehine olan ekonomik kararları bile bile aldığı anlaşılıyor. TÜİK, Merkez Bankası ve yargı gibi tarafsız olması gereken tüm devlet kurumları, her konuda hükümete yardımcı oluyor. Böyle bir dönemde, uzun bir zamandır AKP’lileşmiş olan YÖK ve üniversitelerin de bu yönde hareket etmesi sürpriz olmuyor. Zaten 2000’den bu yana Türkiye’de Bologna Sürecine uyum bağlamında yaşanan dönüşümler de, özünde Avrupa Birliği’ni (AB) dünyanın ekonomik gücü haline getirmek için üniversitelerin piyasanın gereksinimlerini karşılayacak şekilde yeniden yapılandırılması anlamına geliyor.  Ülkemizin zararına olan bu durum, ne yazık ki iktidarların tercihi oluyor.

Piyasacılık ve gericilik genelde birbirini besleyen iki anlayış oluyor. Bu tür anlayış sahipleri iktidar olduğu sürece, üniversitelerin piyasaların gereksinimlerine göre hizmet verme çabasının devam edeceği görülüyor. 

‘Yeni YÖK’ söylemi, üniversitelerin piyasanın gereksinimlerini karşılayacak yönde yapılandırılmasını içerse de, bana göre bunun ötesinde bir anlam taşıyor. YÖK başkanı M. Y. Saraç, 26-27 Temmuz 2017 günlerinde düzenlenen, ‘İslam Üniversiteleri Rektörler Konferansı’nda Cumhurbaşkanı’na hitaben, “İnançla attığımız bu adımları gerek düşünce planında ve mevzuat değişikliklerinde gerekse uygulama alanında vizyoner yol göstericiliği ile biçimlendiren ve destekleyen şahsınıza müteşekkiriz” demiştir. Dolayısıyla ‘Yeni YÖK’ söylemi, bu gerçeği- YÖK’ün icraatlarının Cumhurbaşkanı’nın yol göstericiliğinde gerçekleştirildiğini- ima eden bir söylem.  

24 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazete yayınlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesine göre, “Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde stratejik planların hazırlanması, uygulanması ve izlenmesine ilişkin genel ilke, esas ve usullerin tespit edilmesi görevi Strateji ve Bütçe Başkanlığı’na verilmiştir” (s. 6). Bu kararname de, ‘Yeni YÖK’ün anlamına resmiyet kazandırmış oluyor.  

2) Üniversiteler ise kalite, stratejik plan vb uygulamalar ile YÖK’ün mihmandarlık ettiği bu top yekün piyasalaşmaya ayak uydurmaya çalışıyor. Bu süreçte temel bilimler eğitimi neredeyse ortadan kalkmış oldu. Ya mesleki-teknik öğretim veren bölümler ya da dönem dönem “moda” haline gelen bölümler destek görüyor. Bunun toplumsal sonuçlarının nasıl olacağını düşünüyorsunuz?

Temel bilimlere önem verilmiyor. Çünkü temel bilimlerle ilgili bilgi eksikliği ya da bu bilgilerin içselleştirilmemiş olması, kişinin mantıklı davranabilmesini engelleyebiliyor. Kişinin olaylara bilimsel gözle bakması, gerçekleri algılaması, merak etmesi, olay ve olguları sorgulaması olasılığını azaltıyor. Bu durum, kişinin yaptığı işi, çevresiyle olan ilişkilerini ve etkileşimini, yurttaşlık işlevini, … sorgulamasını engelliyor. Karşılaşılan sorunlarla ilgili sağlıklı çözümlemeler yapılmasını da, gerçekçi ve uygulanabilir çözümler üretilmesini de engelleyebiliyor.   

Temel bilimler yanında, beşeri bilimlere de güzel sanatlara da önem verilmiyor. Çünkü bu alanlar, bireyin insancıllaşıp toplumsallaşmasına, vicdan sahibi olmasına, laikliğin, barışın ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin değerini anlamasına yardımcı oluyor. Bu konuları içselleştirenler, yalana-dolana-talana yeltenmiyor, insanın ve doğanın değerini daha iyi anlıyor. 

Temel bilimler, beşeri bilimler ve güzel sanatlar, bireyin özgürleşmesine, kendi egemenliğinin ayrımına varıp ümmet ya da kul değil yurttaşa dönüşmesine yardımcı oluyor. Özgürleşen bireyin kendini sömürtmesi ya da başkalarını ve doğayı sömürmesi olasılığı da azalıyor.   

Bologna Süreci’ne uyum bağlamında ve AB’deki uygulamalara paralel olarak Ocak 2010’da YÖK kararıyla üniversitelerin uyması gereken ‘Türkiye Yükseköğretim Yeterlikler Çerçevesi açıklanmıştır. Böyle bir çerçevenin hazırlanıp uygulanması, bilimsel ve sanatsal alanların önemsizleşmesiyle paralellik gösteriyor. Çünkü böyle bir çerçevenin uygulanması, akademisyenin akademisyenlikten uzaklaşıp teknisyene dönüştürülmesi anlamına geliyor. Eğitimin çerçevelenmesi, hem eğitim-öğretim süreçlerinde akademisyenin yaratıcılığını hem de sınıf içi etkileşimi sınırlayan ve bir başka deyişle öğrencilerin edinimlerini en alt düzeye indirgeyen bir yaklaşım oluyor. Çerçevelenmiş eğitim ile temel bilimleri yadsıyan eğitim, aynı amaca hizmet ediyor.  

Eğitimde temel bilimleri ihmal etmenin toplumsal sonuçları, ne yazık çoktan günlük yaşamımızda görülüyor. Bir yandan ekonomik sorunların nedeninin muhalefet olduğunu sananlar, R. T. Erdoğan’ı padişah olarak görmek isteyenler, depremin yörede işlenen günahlar nedeniyle olduğuna inananlar, “Camiler yakıldı; Gezi Parkı eylemleri sırasında camide içki içildi, türbanlı hamile bacımız dövüldü; …” gibi söylemlere kananlar, toplumumuzda azımsanmayacak boyutlara ulaşmış bulunuyor. 

Piyasacı ve/ya da gerici yönetimler de, tam da bu nedenle bilimsel ve güzel sanatlar eğitimden fersah fersah uzaklaşıyor. 

3) Üniversite eğitimi hakkında görüş beyan eden pek çok kişi, özel sektörün ihtiyaçları söz konusu olduğunda üniversitelerdeki “kitabi bilginin” değil edinilecek yetkinliklerin (sunum teknikleri, excell bilgisi, kariyer planlama, girişimcilik vb) ve becerilerin önemli olduğunu söylüyor. Üniversitelerin de daha çok bu yetkinlikleri geliştirmeye yönelik bir öğretim anlayışına dönüşmesi gerektiği tartışılıyor. Temel bilimler bilgisinden yoksun ancak piyasanın ihtiyacı olan yetkinliklere (!) sahip bireyler yetiştirilmesi hedefi sizce nasıl sonuçlar doğurabilir?

Özel sektörün gereksinimlerinin dile getirilmesi, başlı başına piyasacı bir yaklaşım oluyor. Çünkü bu ülkede özel sektörden önce düşünülmesi gereken konular, sorunlar oluşumlar ve gelişmeler var. Bu ülkede insanlar sağlık, işsizlik, barınma, beslenme, ayrışma ve dışlanma, … gibi pek çok ve akla gelmez sorunlarla uğraşıyor. Kültürel gelişmede ve barış içinde yaşamada, laik anlayışta, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda, …  sorunlar yaşanıyor. Kimileri bir şıhın bir şeyhin peşine takılabiliyor ve onun her dediğini sorgusuz-sualsiz yerine getirebiliyor. Her gün ülkenin ormanları, gölleri, nehirleri biraz daha azalıyor. Tarım, hayvancılık ve balıkçılık ölüyor. İnsanlar neredeyse adaletin “a”sını arayacak hale gelmiş bulunuyor. Ülkenin bugün içinde yaşadığı sorunların ne yazık ki yarın da var olacağı görülüyor. Dolayısıyla üniversitelerin günümüzdeki durumu, yukarıda özetlenen sorunların görülmemesini, piyasacı ve gerici dönüşümlerin rahatlıkla sürdürülmesini sağlıyor.

Eğitimin bilimsel ve sanatsal temelleri zayıflayınca, eğitim-öğretim piyasacı ve gerici süreçler öne çıkıyor. Piyasacı ve/ya da gerici eğitim-öğretim süreçleri de kişilerin bencilleşmesini kolaylaştırıyor. İnsanı ya paranın yeşiline ya da inancın yeşiline bağımlı kılıyor. İnsan hakları, laiklik, bilimsellik, toplumsal cinsiyet eşitliği, barış, kardeşlik, doğa-insan ve yurt sevgisi önemini yitiriyor. Hatta bireysel özgürlük de ülkenin bağımsızlığı da anlamsız kavramlara dönüşüyor. TRT, YÖK, TÜİK, yargı organları,… gibi bağımsız olması gereken devlet kurumlarının günümüzdeki durumu, kendi özgürlüğüne ve mesleksel ahlakına önem vermektense, piyasacı ve gerici amaçlara hizmet etmenin ne anlama geldiğini gösteriyor. Hatta gençlerimizin önemli bir bölümü de yurt dışına çıkıp orada yaşamak istiyor. 

4) Diğer taraftan devletin ve üniversitelerin tüm çabasına rağmen üniversite öğretiminin özel sektörün ihtiyacını, içerik ve nitelik açısından karşılayamamasından şikayet ediliyor. Üniversitelerin ve YÖK’ün, piyasanın ihtiyaçlarını karşılamak için bütün çabalarına rağmen bu durum biraz garip değil mi? Ne dersiniz, kendi ihtiyaçlarını bile karşılamayı beceremiyorlar mı acaba?   

Koç ve Sabancı gibi ekonomik gücü yüksek olan sermayedarların kendi vakıf üniversiteleri var. Bu üniversitelerin bir amacı da kendi işyerlerinde kullanacakları insan gücünü yetiştirmek. 

Ayrıca özel sektör, reklam için orantısız harcama yaptığı gibi, istihdam edeceği elemana kendi gereksinimi doğrultusunda gerekli bilgi ve becerileri kazandırmak için hizmet öncesi eğitime de orantısız harcama yapabiliyor. 

Bu arada ortaöğretim düzeyinde ara eleman yetiştiren meslek liseleri de bir bir özel sektöre devrediliyor. 

Bu nedenlerle, özel sektörün gereksinimlerinin karşılanmadığı şikayeti anlamlı olmuyor ve gerçeklerle ilişkisi bulunmuyor. Bu tür şikayetler, üniversitelerin piyasalaşmasına karşı çıkılmasını önlemeyi ve sınırsız bir şekilde piyasalaşmasını sağlamayı amaçlıyor. 

Bir özel sektör temsilcisi, 1995 yılında yapılan 15. Milli Eğitim Şurası’nda, “Biz istihdam edeceğimiz kişiye istediğimiz becerileri hizmet öncesi eğitimde kazandırabiliriz. Bu nedenle bizim gereksinimimiz, hizmet öncesi eğitime alacağımız kişinin öğrenmeyi öğrenmiş olmasıdır” gibilerinden bir şeyler söylemişti. Bu bağlamda, dile getirilen şikayet, hizmet öncesi eğitime alınanların öğrenmeyi öğrenmedikleri ile ilişkili olsa anlamlı olabilir. Böyle bir şikayet de yok. Çünkü ortada öğrenmeyi öğrenememe sorunu da eğitim-öğretim süreçlerinde bilimsel alanlarla sanatsal alanların yetersizliğinden-öğrenciyi öğrenmekten soğutmasından- kaynaklanıyor

Mesleki ortaöğretimin sanayi kuruluşlarının tekeline havale edilmesi gibi, üniversite eğitiminin de sanayiciler tarafından verilmesini savunanlar çıkıyor. Yaşamın merkezinde işverenleri görenler iktidarda olduğu sürece üniversitelerin toplum yararına hizmet vermesi hayal oluyor. 

5) Özellike pandemi dönemi ile birlikte online eğitim platformları önem kazanmaya başladı. Pandemide ortaya çıkan zorunluluk bir tarafa YÖK bir mevzuat değişikliği ile üniversitelere bundan sonrası için de % 40 oranında online öğretim olanağı tanımış oldu. Sizce bu durumda, hem öğrencilerin aldıkları eğitim-öğretim hem de öğretim elemanlarının çalışma koşulları gibi konular düşünüldüğünde, bizi nasıl bir üniversite dünyası bekliyor?  

Online öğretim, uzaktan öğretim ve açıköğretim, yüz-yüze öğretime göre çok ucuz bir yöntem.  İnsan kaynağından, eğitim-öğretim süreçleri için gerekli olan eğitim ortamları ve araç-gereç gibi fiziksel kaynaklardan ve zamandan tasarruf sağlıyor. Zamanın kullanımına esneklik getirip sınırsız sayıda öğrenciye ulaşabiliyor. Bu öğretim yöntemleri verimli olduğu ölçüde de eğitimin niteliğini yok ediyor. Bu tür yöntemlerle kişiler yetersiz düzeyde bir şeyler öğrense de, eğitilmiş olmuyor. Niteliktense verime önem verenler-piyasacı anlayışta olanlar- için, toplumu kandırmak isteyenler için bu tür öğretim bulunmaz fırsat oluyor.   

AKP bu nedenle, 4+4+4 yasasıyla zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarırken, açık liseyi zorunlu eğitimin bir parçası yapmıştı. Zorunlu eğitim çağında olan 1,58 milyon öğrenci açık ortaokul ve liselerde okuyor. Benzer durum yükseköğretimde de yaşanıyor. Önlisans programlarında okuyan 3 milyon öğrencinin 2,27 milyonu ve lisans öğrenimi gören 4,1 milyon öğrencinin 2,2 milyonu uzaktan ya da açıköğretimde okuyor. 

AKP,  zorunlu eğitim çağındaki çocuklarımızın 1,58 milyonunun ve yükseköğretimdeki gençlerimizin yarıdan fazlasının- (2,27+2,2=) 4,47 milyonunun- yetersiz eğitim almasını içine sindirebiliyor. Hatta bu sayısal gelişmeler üzerinden propaganda bile yapabiliyor. 

Bugün ülkemizde anaokulundan üniversiteye kadar eğitim-öğretim konusunda büyük sorunlar olduğu aşikar. Bu gidişata nasıl dur diyeceğiz? Eğitimin bir yandan gericileşip bir yandan seviyenin düştüğü ve sığlaşmanın kaçınılmaz olduğu üniversitelerde ilerici öğrencileri ve akademisyenlere nasıl bir mücadele perspektifi önerirsiniz?  

 Eğitim sistemindeki en büyük sorun, sistemin yasal olarak piyasalaşıp gericileşmiş olmasıdır.  652 sayılı KHK, 4+4+4 yasası, dershane yasası, eğitim yönetmelikleri, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin önemli bir bölümü piyasacı ve ya da gerici içeriktedir. AKP, AB’nin dayatmasını benimseyip 2005’te ilköğretim müfredatını değiştirdi: Girişimci öğrenci yetiştirmeye yöneldi. 2011’de 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile eğitim sisteminin yapısı değiştirildi; laik, demokratik ve sosyal hukuk devletine özgü öğrenci yetiştirmek yerine rekabetçi öğrenci yetiştirilmesine başlandı. 2017 müfredatıyla da, padişah-Osmanlı hayranı, laiklik ve bilimsellikten nasibini almamış, Cumhuriyetin aydınlanmacı değerlerinden uzak öğrenci yetiştirilmesine başlandı. Bu piyasacı ve gerici dönüşümlere karşın, son zamanlarda öğrencilerin gericilik dayatmalarına karşı çıktığını gösteren (ilahiyat fakültesi öğrencilerinin İzmir Marşı’nı söylemesi gibi) örnekler çoğalmış olsa da, sistemin piyasacı ve gerçi niteliği hem okul içinde hem de okul dışında alabildiğine devam ediyor. 

Bütün piyasacı ve gerici yasal mevzuat laik, bilimsel, kamusal ve demokratik içeriğe dönüştürülmeden, bu gidişe dur demenin yolu bulunmuyor. Yasal yapıyı değiştirmek için de, piyasacı ve gerici anlayışta olmayanların mecliste çoğunluğu elde etmesi gerekiyor. 

Bu koşullarda öğrenci ve akademisyenlerin ilerici olmaları da, laik, bilimsel, insan haklarına saygılı, barışsever ve yurtsever çizgilerini koruyabilmeleri de, toplumsal açıdan çok önemli oluyor. Çünkü bu toplum 20 yıldır üzerine örtülmeye çalışılan kara örtüyü, ancak bu ilerici öğrenciler ve akademisyenler yanında diğer ilerici yurtseverlerle kaldıracak. Kara örtünün kaldırılması için de emek, toplum ve doğa yararına olan yurtseverlerin, laiklik ve bilimsellik gibi temel konularda ayrıntıda boğulmadan ve ayrışmadan güç birliğiyle toplumun bilinçlenmesine katkı vermesi gerekiyor. 

Comments are closed.

0 %