Gündem

Bir âlâ memleket: Seçimler, ittifaklar ve sol

Orhan Deniz

Memleketin hali pürmelali herkesin malumu.

Dolar ve Euro sürekli yükseliyor, AKP güdümlü Merkez Bankası’nın aldığı kararlar da bu yükselişi hızlandırıyor. Bu yükselişten nemalanan birileri muhakkak ki var, ama olan memlekete oluyor.

Toplumun büyük bölümünün alım gücü sürekli düşüyor, geçim sıkıntısı, işsizlik, yoksulluk her geçen gün daha da artıyor. Zamlar artık bir rutine bağlı gibi; ya fiyat artıyor ya gramajlar azalıyor. Ekmeğe, benzine, mazota, LPG’ye, elektriğe, suya, doğalgaza, ulaşıma, sebzeye, meyveye, peynire, zeytine, deterjana… aklınıza ne gelirse artık, her şeye sürekli zam geliyor.

İşsizlik, TÜİK verileri bile esas alındığında, yüzde 20’lerin üzerinde; gerçek rakamın bunun çok üzerinde olduğuysa net.

Türk-İş’in yaptığı açıklamaya göre Ekim 2021’de 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 3.093, yoksulluk sınırıysa 10.075 lira; bekâr bir kişinin yaşama maliyeti ise 3.772 lira. Aynı açıklamada son 1 yıl için gıda enflasyonundaki artışın yüzde 24.6, fiyatlardaki artışın yüzde 19.4 olduğu belirtiliyor. Bu tabloda aylık net 2.825 lira olan asgari ücretiyle Türkiye emekçilere karın tokluğunu bile garanti edemiyor.

20 yıldır iktidarda olan, memleketin tüm kaynaklarını hem uluslararası hem yerli sermayeye peşkeş çekmekten bir an olsun geri durmayan, ülke tarımını çökerten, fabrikaları kapatan, kendi zenginlerini yaratan, emperyalizmin askeri olmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan AKP iktidarının ülkeyi getirdiği yer burası.

Hatırlayalım, AKP’nin iktidara geldiği zaman esen bir yeni-Osmanlıcılık rüzgârı vardı. 1923 Cumhuriyetini ve devrimlerini “utangaçça” reddin de ifadesi olan bu rüzgâr, emperyalizmin ihtiyaçlarına uygun biçimde gittikçe sertleşip sonunda cumhuriyetin kazanımlarını tasfiye operasyonuna dönüşmüş, ülkeye ait kamusal varlıkların satışı ve sağlanan sıcak para akışı ile bir refah havası da yaratılmıştı. Liberallerin desteğiyle İslamcı bir yeni rejimi inşa etmeye başlayan AKP dış politikada yeni-Osmanlıcı hayallerin coşkusuyla her fırsatın peşinden koşarken, ihvancı politikanın temsilcisi rolüne de bürünmüş, Ortadoğu’da ve Afrika’da birçok şeriatçı/cihatçı örgütün hamiliğine soyunmuş, ülke içinde de dini kuralları toplumsal yaşamın belirleyeni haline getirmek için zorlamalarda bulunmuş ve tüm bunları yaparken “faiz haramdır”, “içki günahtır” gibi geleneksel İslami propagandayı sürdürmüş, bizzat Tayyip Erdoğan farklı mekân ve zamanlarda sigara içen insanlara müdahale ederek topluma bir İslami ahlak dersi vermeye kalkışmıştı. İşte kameralar karşısında, miting kürsülerinde bu şovları yapan AKP’nin ülkeyi getirdiği yer Türkiye’nin gri listeye alınması oldu.

Türkiye’yi gri listeye alan FATF (Financial Action Task Force on Money Laundering – Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine İlişkin Mali Çalışma Grubu) bu hamleyle Türkiye’ye “sen kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanı konularında çaba göstermiyorsun” dedi. Yani, mütedeyyin kesimlerin ahlak abidelerinin ülkeyi getirdiği yer ülkenin kara para aklama merkezi haline dönüşmesi oldu.

Kara paranın dünyadaki birinci kaynağının uyuşturucu olduğu biliniyor. Avrupa Uyuşturucu Raporu’na göre Türkiye’de ele geçirilen ekstazi sayısı tüm Avrupa Birliği’nde ele geçirilenden daha fazla ve BM’nin yayınladığı 2021 yılı uyuşturucu raporuna göreyse Türkiye dünyada en fazla uyuşturucu ele geçirilen ikinci, en fazla eroin ele geçirilen birinci ülke. Bu raporlarda adı geçen diğer ülkelerle AKP’nin önemli isimlerinin ticari bağlantılarıysa, özellikle Sedat Peker’in ifşalarından sonra, herkesin malumu. Sigarayı haram görenlerin uyuşturucuya bu denli mecnun olmasıysa herhalde dünyalıklarını yapma derdinden olmalı.

Mecnun dediysek, boşuna değil, Afganistan’da kontrolü ele geçiren ve uluslararası alanda tanınma problemi yaşayan Taliban’ın ilk işlerinden biri heyet kurarak Türkiye’yi ziyaret etmek oldu ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’yla görüşmeler gerçekleştirildi. Afganistan’ın dünyadaki uyuşturucuların en büyük hammadde üreticisi olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?

Evet, 20 yıllık AKP iktidarının geldiği nokta emekçiler için sefalet, ülke için kara para merkezi olmak, kendileri içinse akıl dışı bir zenginleşme, şatafat ve akılsız egolarının ülkede yarattığı tahribattan ibaret…

Gelinen bu noktanın sonuçları var elbette. Mesela, Bilal Erdoğan’ın kontrolündeki TÜGVA’nın –ve muhakkak ki benzer diğer vakıfların– yürüttüğü faaliyetlerin gerçek yüzünün açığa çıkması, buna karşı vatan, millet, ümmet, bayrak, ezan, İslam nidalarının yükseltilmesi bu sefer konuyu sümen altı etmelerine yetmedi ya da Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması ve Erdoğan’ın Biden ile bir türlü görüşememesi hamasi söylemlerle kapatılamadı.

Hâsılı, 20 yıl önce bir misyonun uygulayıcı partisi olarak iktidara gelen ve önemli işlevler üstlenen AKP için rüzgâr artık arkadan esmiyor ve gelinen nokta sermaye düzeni için yeni misyonları üstlenebilecek aktörleri de oyuna çağırıyor.

Oyuncuların sınanacağı en önemli sahneyse seçimler olacak şüphesiz.

Cumhur İttifakı…

Seçimlerin AKP için ontolojik bir tarafı var. 2002 seçimlerinden bu yana Tayyip Erdoğan girdiği seçimleri kaybetmedi ve bu durum mistik bir hale de dönüştürüldü. Son yerel seçimlerde yaşanan yenilgiler ise Tayyip Erdoğan’a değil, oradaki adaylara ve parti örgütlerine bağlandı. 2002’den bu yana seçim kazanarak ve attığı tüm adımları seçimi kazanmış olmanın meşruiyetini propaganda ederek atan AKP ve Tayyip Erdoğan, son yerel seçimlerde aldığı yenilgilerle yaşadığı şaşkınlığın beterini önümüzdeki seçimlerde yaşayabilir; çünkü bu sefer doğrudan Tayyip Erdoğan’ın seçimi kaybetmesi söz konusu. Yapılan anketlerin önemli bir bölümü Erdoğan’ın seçimi kazanmasının zorluğuna işaret ediyor.

Tabi, seçimler, her zaman propaganda edilenin aksine, sadece seçmen inisiyatifine bağlı değil. Onun içindir ki uzun zamandır ülkemizde seçim güvenliği, sandıkları koruma gibi kavramlar sıkça telaffuz ediliyor. Hatta bunun bir adım ötesi olarak, Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin, iktidarı kaybetmemek için seçimleri yaptırmayacağı ya da seçim sonuçlarını kabul etmeyeceği gibi tezler de dillendiriliyor.

AKP ve MHP’nin, yani Cumhur İttifakı’nın, devlet yapısı içindeki kadrolaşmasına, ulusal medyadaki egemenliğine, silahlı güçler içindeki etkinliklerine, kurdukları/kurmaya çalıştıkları para-militer örgütlenmelere bakılarak dillendirilen bu tezler elbette siyaseten bir olasılıktır, ama bu olasılıkların son TÜGVA eylemlerindeki tepkiler izlendiğinde birkaç yıl öncesine göre çok daha düşük hale geldiği de not edilmelidir. Yıllardır AKP’nin medyada tetikçiliğini yapan yandaş kalemlerin bazılarının yavaş yavaş çark etmelerinin de gösterdiği gibi öküzün öldüğü ortaklığın bozulduğu bir pratik yaşanması çok daha olasıdır.

Cumhur İttifakı açısındansa, bu olasılığa rağmen, sopa politikasının bir seçim aracı olarak kullanılacağı pekâlâ söylenebilir. Tayyip Erdoğan’ın grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu’nun saldırıya uğradığı görüntüleri izletmesi ve “millete yeniden hesap vereceği” şeklinde konuşmalar yapması da bunu gösteriyor. Cumhur İttifakı korkuyu bir seçim politikası olarak kullanmak istiyor ve kullanacaktır da.

Millet İttifakı…

Seçimlerin ikinci öznesi olarak CHP, İYİP, Saadet, Demokrat Parti’den oluşan Millet İttifakı, Deva Partisi ve Gelecek Partisi’nin de desteğini alarak, “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” hedefli bir çalışma yürütüyor. Burada dikkat çekici olan nokta bu İttifakın çalışmalarının önceki seçimlere göre daha cesur bir tarzda yürütülmesi. Görünen o ki, bu günler Tayyip Erdoğan’ın “biz CHP’den/ Kılıçdaroğlu’ndan gayet memnunuz” açıklaması yaptığı günler değil.

Bunun bir nedeni olmalı.

Kılıçdaroğlu’nun önce “Siyaset kurumunun 35-40 yıldır çözemediği bir Kürt sorunu var. Kürt sorunu çözmek için meşru bir organa ihtiyacımız var. Devlet dediğiniz kurum gayrimeşru bir organla muhatap olmaz. Meşru organ kimdir? HDP’yi meşru organ olarak görebiliriz. Halkın desteği var. Parlamentoya gelmiş, dolayısıyla parlamentonun içinde bulunuyor görevini yapıyor. Dolayısıyla eğer bu sorun çözülecekse meşru bir organla da biz bu sorunu çözebiliriz.”, birkaç hafta sonra “Şimdi, hepimizin gördüğü, bildiği bir şey daha var. İktidarın değişmesine az kaldı. İktidar değiştiğinde, soruşturmalar başlayacak ve eminim ki bu bürokratların bir kısmı ‘Efendim emir aldık, uygulamak zorunda kaldık.’ diyecekler. İşte bunu diyerek sıyrılırım diye düşünen, sarayın baskısına boyun eğerek kanun dışına çıkmış o devlet memurlarına buradan seslenmek istiyorum. Açıkça söylüyorum, vazife namına mafyatik düzene hizmet edemezsiniz. Kanun dışı işleri emir olarak telakki edemezsiniz. Siz Erdoğan ailesinin değil, bu devletin şerefli memurlarsınız. Kamil akla gelmeniz için Kılıçdaroğlu ağabeyinizin, amcanızın bu size son çağrısıdır. 18 Ekim Pazartesi itibarıyla bu düzenin illegal isteklerine verdiğiniz tüm desteğin sorumluluğu size de ait olmaya başlayacaktır. ‘Emir almıştım.’ diyerek bu kirli işlerden sıyrılamazsınız. Size kanun dışı her ne yaptırılıyorsa pazartesi itibarıyla durun.” açıklamaları alışılanın dışında bir duruma işaret ediyor.

Kılıçdaroğlu “böyle bir şey nasıl olabilir?” kalıbının dışına kararlı bir şekilde çıktığına göre gerekli işaretleri almış, tünelin ucunu görmüş olmalı. Kılıçdaroğlu’nun gördüklerini de çok uzakta aramaya gerek yok. TÜSİAD’ın Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarıyla yakın tarihlerde yaptığı laiklik, dünyadan kopuşun maliyeti, kurumsuzlaşma, dış politikadaki gündelik iniş çıkışlar gibi vurgulara sahip açıklamaya bakmak yeterli.

Peki ya Kürtler?

Seçimler sonuçta sayılara dayanıyor ve Türkiye’de yaşayan herkes biliyor ki seçimler söz konusu olduğunda Kürt siyasi hareketinin “kazananı belirleme” gibi tartışılmaz bir kilit rolü var. Bu rol 2010 referandumunda çekimser kalınarak AKP’nin önünü açarken, son yerel seçimlerde dışarıdan destek kararıyla Millet İttifakı’na seçimi kazandırmıştı mesela.

Bununla birlikte, Kürt siyasi hareketinin sahip olduğu bu niceliksel güç ile Kürt sorununun şimdiye kadarki tarihinin burjuva partilerindeki karşılığının hep bir tıkanma noktası olduğunun altını çizmeliyiz. Önümüzdeki seçimler için, HDP’nin hem Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununun çözümü için Meclis’i işaret eden konuşmasına destek vermesi hem de açıkladığı tutum belgesi bu tıkanmayı aşan bir formül gibi görünüyor. HDP, parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini ayırıp, parlamento seçimlerine herhangi bir ittifak içerisinde girmeyeceğini, cumhurbaşkanlığı seçimleri içinse belgede açıkladıkları ilkelerde uzlaştıkları adayı destekleyeceklerini açıkladı ve böylece Millet İttifakı-HDP ilişkisi daha rahat bir formüle kavuşturuldu.

Kürt siyasi hareketinin rolü burada bitmiyor elbette. Hareketin niceliksel güç dışında iki özelliği daha vurgulanmalı: 1) Sahip olduğu uluslararası bağlantılar ve 2) Türkiye’deki sosyalist hareketle ilişkileri.

Bu iki özelliğin son yıllarda Türkiye sosyalist hareketinin kimi özneleri açısından HDP gölgesinde siyaset yapmak anlamına gelmesi ise dikkat çekilmesi gereken bir olgu olarak duruyor ve Selahattin Demirtaş’ın “… demokrasi isteyen herkes, kimsenin dışlanmadığı ortak bir masayı savunmalı ve dayatmalıdır. Bundan kast ettiğim, tüm kesimlerin seçim ittifakı yapması değil. Örneğin sol hareketler yan yana gelerek kendi tutum belgelerini açıklamalı, kamuoyuna mal etmeye çalışmalılar. Sonrasında da ittifaklara ve cumhurbaşkanı adaylarına bu ilkeleri kabul ettirmek için çaba göstermeliler” açıklaması da bu olgudan HDP’nin bir şikâyeti olmadığını gösteriyor.

Peki ya sol?

Önümüzdeki seçimler sıradan seçimler değil. Yeni kurulan rejimin toplumun bütününe kabul ettirileceği, şayet AKP gitse bile AKP eliyle kurulan rejimin devam ettirileceği seçimler ve burada Türkiye’deki sosyalist hareketlerin küçücük bir bölümünün bile bu kabule dâhil olmasının rejimin meşruiyeti açısından önemi var.

Yazının şimdiye kadar olan bölümlerinde görünür olanın resmini çizmeye ve ana aktörlerin pozisyonlarını aktarmaya çalıştık. Çünkü bu ana aktörlerin birbirleri karşısındaki pozisyonları bu görünür olan noktalardaki farklılıklara/uyumsuzluklara dayanıyor. Şimdiye kadar geminin dümeninde duran AKP’nin uluslararası ve yerli sermayeye verdiği izlenimin, pratikte attığı adımların yarattığı istikrarsızlık ve güvensizliğin artık yola AKP’siz/ Erdoğan’sız devam etme tercihini güçlendirdiği açık. Ama bu, yeni rejimin –ikinci cumhuriyet rejiminin- terk edilmesi anlamına gelmiyor. Tam aksine, siyaset alanındaki irili ufaklı tüm öznelerden sermayenin mutlak egemenliğinin tesis edildiği, emperyalizme bağımlılığın iyice derinleştiği, gericiliğin gündelik yaşamın olağan parçası haline geldiği, işsizliğin, güvencesizliğin, yoksulluğun, temel insani haklardan yoksunluğun sıradanlaştığı bu düzene onay bekleniyor.

Cumhur İttifakı açısından zaten sorun yok, kurucu pozisyonunda. Millet İttifakı’nı oluşturan ve destekleyenler için de bu açıdan bir sorun yok; bu rejimin kurulmasına hiçbir şekilde köstek olmadıkları gibi, tıkanma noktalarında hep ön açıcı bir pozisyon takındılar. Kürt siyasi hareketi masada olmayı masada kimlerle olduğundan daha çok önemsiyor ve kurulacak yeni masada olmaktan bir şikâyeti olmayacağını da açıkça belli ediyor. Hareketin içerisindeki sol bir geçmişe sahip yöneticilerin varlığı ya da hareketin kendisinin Türkiye sosyalist hareketinin parçası bir yoksul köylü hareketi olarak doğmuş olması da bu gerçeği değiştirmiyor. Çünkü Kürt siyasi hareketi uzunca bir süredir, farklı coğrafyalarda olsa bile, emperyalist ülkelerle yakın ilişkiler ve emperyalist politikalarla uyum içerisinde hareket ediyor.

Geriye Türkiye sosyalistleri, düzen dışı siyasetin temsilcileri kalıyor.

Sosyalistlerin niceliksel güçlerinin çok ötesinde bir meşruiyet kaynağına sahip oldukları bir gerçekliktir. Önümüzdeki seçimlerin “AKP gitsin de, nasıl giderse gitsin” basıncıyla sosyalistlerin önüne çıkarılmasını, bu meşruiyet kaynağının yeni rejimin harcına karıştırılması olarak okumak yanlış olmaz.

AKP’nin ve Erdoğan’ın yenilmesi elbette ki solun/ sosyalistlerin gündemlerinden biridir. Ama sosyalistlerin tarihsel bilinci ve bakışı AKP/Erdoğan iktidarının bir tesadüf olmadığını, sermaye düzeninin tercihlerinin bir sonucu olduğunu, iktidara geldikten sonra yaptıkları tüm uygulamaların da sermayeden onay aldığını bilirler. Tam da bu yüzden, mücadelelerinin hedefini sadece AKP/Erdoğan olarak değil öncelikle gerici, işbirlikçi sermaye düzeni olarak belirler ve burjuva muhalefetle aralarına kalın bir çizgi çekerler. Bu yazının başında çizmeye çalıştığımız tablonun değişmesinin tek yolu da bu sınıfsal bakışta ısrardır.

Bağımsızlık, devletçilik, laiklik, barış, halkların kardeşliği için oluşturulması gereken zemin bellidir. Türkiye sosyalistlerinin emekçileri kötünün iyisini seçmeye mecbur bırakmaması, kendi yolunu kendisinin çizmesi önemli ve gereklidir.

Engeller yok mu? Elbette var. Liberal fısıltılar gitgide yükselecek, kağnı gölgesinde yürüyüp kendi gölgesinde yürüdüklerini zannedenler olacak, sermaye düzeninin politikacılarını iyi-kötü diye değerlendirme saflığına bile düşülecek belki…

Sosyalistler tarihsel sorumluluklarını yerine getirsinler, bunların bir önemi olmayacak.

Comments are closed.

0 %