Dosya

Türk-İş’in 70 yılı: Teslimiyetten mücadeleye ve tekrar teslimiyete

Aziz Çelik

Türkiye’nin en eski konfederal sendikal örgütü olan ve 1952’de kurulan Türk-İş 2022 yılında 70 yılını geride bıraktı. Türk-İş’in 70 yılı aşkın tarihini “teslimiyetten mücadeleye” ve tekrar teslimiyete şeklinde özetlemek mümkündür. 

Türk-İş Türkiye’deki bütün askeri darbe ve müdahaleleri (27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül ve 28 Şubat) desteklemiş, hatta 12 Eylül hükümetine bakan düzeyinde temsilci vermiştir. 1950 ve 1960’larda resmî ideoloji ve ABD sendikacılığının etkisiyle “komünizmi tel’in” mitingleri düzenlemiş ve bir soğuk savaş ideolojisi olan anti-komünizmi 1960 ve 1970’lerde esas doğrultu olarak benimsemiştir. 1960-80 arası dönemde, iç pazarın büyümesini ve satın alma gücünün yükselmesini esas alan ithal ikameci iktisat politikaları sayesinde Türk-İş hükümetlerle uyum ve iyi geçinme temelinde üyelerine önemli haklar sağlayabilmiştir. 

Ancak Türk-İş’in bu politikası, 1980 sonrası iktisat politikalarında yaşanan yeni liberal keskin dönüşle birlikte artık işe yaramaz olmuş; kamu kesiminde daralma, sosyal harcamalarda kısıntı başlamış ve böylece “partiler üstü” politika devrini tamamlamıştır. Öte yandan kamuda yaşanan daralma Türk-İş’in üye tabanı açısından da büyük bir tehdit oluşturmuştur. Türk-İş 1980’lerin ikinci yarısında mücadeleci bir çizgiye evrilmeye başlamıştır. Türk-İş’in bu hattı çeşitli zikzakları olsa da 2010’lara kadar devam etmiştir.  AKP hükümetinin her alanda konsolide olduğu 2007 ve sonrasında Türk-İş de siyasal iktidarın hakimiyeti altına girmiş ve tekrar teslimiyetçi çizgisine geri dönmüştür.

Türk-İş’in kuruluşu

Türk-İş’in kuruluşuna giden yolun uzun bir birikimin sonucu olduğu görülmektedir. 1952 yılında Türk-İş’in kurulmasıyla sendikal hareket ulusal ölçekli bir merkeze kavuştu ve sendikaların bu dönemde büyük ölçüde Türk-İş bünyesinde toplanması sağlandı. Ulusal ölçekli çatı örgütü fikri bir “dış” telkinden daha çok sendikalaşma çabalarının doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Türk-İş’in kuruluşundan Eylül 1952’de İzmir’de toplanan 1. Genel Kurulu’na kadar geçen kısa dönemde Konfederasyon yönetiminde sosyalistlerin ve sınıf sendikacılığı ilkelerinin küçümsenemeyecek derecede etkili olduğu bilinmektedir. Ancak ilk genel kurulda, bu etkinin üst yönetimden tamamen silindiği görülür.  

Türk-İş 1948’de İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin (İİSB) kuruluşu ile başlayan merkezileşme sürecinin bir sonucudur. Gerek İİSB ve gerekse Türk-İş 1947 sendikacılığı olarak bilinen ve 1947’de kabul edilen 5018 sayılı Sendikalar Kanunu sonrasında ortaya çıkan sendikal geleneğin en önemli örgütleridir.  Grevin ve sendikaların siyasetle ilgilenmesinin yasaklandığı bu dönemde sendikalar esas olarak kamu işletmelerinde ve iktidar partisi CHP’nin desteği ve vesayeti ile kuruldu. 1947 sendikacılığı özel sektörde açık bir sınıf çatışmasına dayanmayan, kamu işletmelerinde örgütlü sendikaların kamu işletmelerinin yönetimleri ve hükümetler ile iyi geçinerek işçilerin sorunlarını çözme yaklaşımı benimseyen bir anlayış olarak ifade edilebilir. Sınıf ekseninden uzak ve iktidar vesayetinde bir sendikacılıktır 1947 sendikacılığı.  

ABD’li sendikacılar Türk-İş’in kuruluşu ile ilgilenmişler ve etki etmeye çalışmışlardır.  Ancak Türk-İş’in kuruluşunda ABD etkisinden çok daha belirleyici olan iç dinamiklerdir. ABD’li sendikacılar süreçte etkili olmaya çalıştılar. Ancak konfederasyon kuruluşuna yönelik ABD’li sendikacıların bu ilgi ve desteğini iç sendikal ve siyasal dinamikler bir yana bırakılarak bir “ABD operasyonu” olarak değerlendirmek mümkün değildir. Türk-İş üzerinde ABD nüfuzu 1960’lı yıllarda belirgin hale gelmiş ve bu dönemde Türk-İş yönetimi ABD sendikacılığı yörüngesine girmiştir. Ancak kuruluş süreci iç dinamiklerin ve Türkiye işçi sınıfının birikiminin bir sonucu olarak ele alınmalıdır.

1950’li yıllar sendikalar ile DP hükümeti arasında önemli gerilimlerin yaşandığı yıllardır. DP hükümeti sendikal hareketi denetim altına almaya çalışmış ve Türk-İş yönetiminde de DP’li sendikacılar etkin olmuştur. 1950’li yıllarda Türk-İş içinde DP’li ve CHP’li sendikacılar arasında bir gerilim ve rekabet vardır. Bu gerilimlerden özellikle biri işçilerin siyasete müdahale arzusunu ortaya koymak açısından önemliydi. 1954 seçimleri öncesinde Ankara’da İsmail Aras ve tanınmış on sendikacı arkadaşının “İşçi Mebuslarını Destekleme Komitesi” adıyla başlattıkları girişimdi. Hükümet derhal girişimciler hakkında soruşturma açarak bu çalışmayı engelledi. 1950’li yıllar başta İİSB olmak üzere sendikaların grev hakkını gündeme taşıdığı yıllar oldu.1950’li yıllara ilişkin işçi hareketinin deneyimi, sanıldığının aksine bu dönemin suskunluk dönemi olmadığını, işçi hareketinin daha sonraki kazanımlarına temel oluşturacak deneyim birikiminin ve mücadele örneklerinin söz konusu olduğunu ortaya koymaktadır. 1960’larda tarih sahnesine çıkan Türkiye işçi sınıfı 1950’lerin birikimine dayanıyordu. 1946-1960 dönemi bir yandan yoğun bir siyasi vesayet öte yandan sınıf deneyimi ve mücadele potansiyelinin biriktiği yıllardır. 

1960 ve 1970’lerde Türk-İş

Türk-İş 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından darbeyi destekledi ve Türk-İş darbeye göre yeniden şekillendi. DP’li Türk-İş yöneticileri azledildi ve Türk-İş yönetimine Seyfi Demirsoy ve Halil Tunç seçildi. Demirsoy ve Tunç mutedil ve hükümetlerle iyi geçinen sendikacılardı ve ikisi de kamu sektöründen geliyordu. Partiler üstü politika 1964’te toplanan Türk-İş’in 5. Genel Kurulu’nda resmiyete kavuştu ve tüzük hükmü haline geldi. Bu politikanın resmen kabulü ile Türk-İş, ana akım siyasî partiler karşısında dengeci/tarafsız bir yaklaşım benimsemiş oldu. TİP gibi muhalif partilere ise ciddi bir biçimde uzak durdu.

1960’ların sendika dünyasında ABD nüfuzu ayrı bir yere ve öneme sahiptir. Türk-İş’in baskı grubu, lobicilik ve partiler üstü politika yaklaşımını benimsemesinde ABD sendikacılığının etkisi önemlidir. ABD sendikacılığının Türk-İş’li sendikacılar ve Türk-İş politikaları üzerindeki asıl etkisi 1950’li değil, 1960’lı yıllara özgüdür. Bu etki özel olarak Marshall Planı kapsamında yürütülen eğitim projeleri ve aktarılan aynî ve nakdî kaynaklarla pekişti. Marshall Planı kapsamında çeşitli alanlardan ve kurumlardan katılımcıların ABD’ye götürülmesi ve eğitilmesine ilişkin programlar 1949 yılında başladı ve 1970 sonuna kadar devam etti. Marshall Planı çerçevesinde yürütülen bu programlar daha çok bir ABD Dışişleri Bakanlığı kuruluşu olan Uluslararası Kalkınma Ajansı (Agency for International Development-AID) programları olarak bilinir. Çalışma hayatı konusundaki programlar 1963-1970 döneminde özel bir ağırlık taşıdı. Bu program çerçevesinde AID, Türk sendikacılara yönelik ülke içi eğitim programları düzenledi ve ayrıca sayıları 700’ü aşan sendikacıyı 1960-1971 yılları arasında ABD’ye götürerek eğitime tabi tuttu. AID programları sadece eğitilen sendikacı sayısı açısından değil, Türk-İş’e yapılan aynî ve nakdî yardım açısından da ciddi boyutlara ulaştı. Konunun akçalı boyutu Türkiye sendikal hareketinin önemli tartışmalarından birini oluşturdu; sorun DİSK’in kuruluş sürecinde de gündeme geldi ve yoğun biçimde eleştirildi. AID yardımlarının ardından, Türk-İş bütçesinde dış kaynaklar büyük boyutlara ulaştı ve Türk-İş’in öz kaynaklarını (aidat gelirleri) çok aştı. Dönem içinde toplam aidat geliri 2.6 Milyon TL tutarında kalırken, AID yardım ve bağışları 6 Milyon TL tutarına ulaştı; böylece aidatlar AID yardımlarının yüzde 40’i oranında kaldı. Bu derece yoğun ve ABD hükümeti kaynaklı bir dış kaynak bağımlılığının Türk-İş’in ve sendikaların politikalarını ve tutumunu etkilememiş olması mümkün değildi. 

1960-1980 dönemi boyunca iki büyük işçi konfederasyonu çalışma ilişkilerinde belirleyici oldu. 1952 yılında kurulan Türk-İş ve 1967’de Türk-İş’ten kopmalar sonucu kurulan DİSK. Kamu kesimi sendikacılığı esas olarak Türk-İş tarafından temsil edilirken, DİSK ağırlıkla özel sektörde örgütlendi. DİSK’in kurulmasına giden gelişmeler uzun bir birikimin sonucudur ve sendikacılık anlayışındaki farklılaşmanın billurlaşması bu kopmaya yol açmıştır. DİSK’in kuruluşu sendikal mücadelenin yükselmesinde ve sınıf sendikacılığı anlayışının güçlenmesinde önemli bir etki yaptı.

1970’lere hızla siyasallaşan ve parçalı bir sendikal hareket damgasını vurdu. DİSK’in kurulmasının ardından DİSK ve Türk-İş arasında sert bir sendikal rekabet yaşanmaya başladı ve Türk-İş’te sular durulmadı. DİSK’i kurmak için 1967’de Türk-İş’ten ayrılanlardan sonra 1970 ve 1971’de “sosyal demokrat” olarak önce dört sendika ardından ise 12 sendika Türk-İş yönetimine muhalefet bayrağını açtı ancak bu girişimler başarılı olmadı.  Bu sendikalardan bazıları 1970’lerin ortasında Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’e katıldı. 1970’li yıllarda. Türk-İş’in mutedil ve teslimiyetçi çizgisinde esaslı bir değişiklik olmadı.

Türk-İş 1970’li yıllarda da siyasal iktidarlarla uyumlu bir politika izledi. 1970’li yıllarda Türk-İş kamu işçileri arasında ciddi bir örgütsel güce sahipti. 1978 yılında Ecevit hükümeti ile Türk-İş arasında Toplumsal Anlaşma adı verilen ulusal ölçekli bir çerçeve sözleşme imzalandı. Türk-İş AP ve CHP arasında bir denge politikası güttü. Zaman zaman partilerüstü politika Türk-İş içinde tartışma konusu olsa ve terk edilmesi istense de Türk-İş 1970’li yıllarda DİSK gibi açık bir siyasal tercih yapmaktan kaçındı. 

12 Eylül ve sonrasında Türk-İş

24 Ocak 1980 kararları sonrasında ve 12 Eylül 1980 darbesinin hemen öncesinde Türkiye’de sendikal hareketin parçalı ve keskin bir rekabet içinde olduğunu vurgulamak lazım. Türk-İş yönetimi DİSK ile ortak hareket etmekten ısrarla kaçındı. DİSK yönetiminden zaman zaman Türk-İş’e dönük işbirliği yönünde çeşitli çağrılar yapılsa da bunlar karşılık bulamadı. 

12 Eylül askeri darbesi doğrudan DİSK’i hedef aldı ve DİSK 11 yıl faaliyetten men edildi. DİSK yöneticileri uzun yıllar boyunca tutuklu kaldı ve idamla yargılandı. DİSK’in kapatılması ve 52 DİSK yöneticisine idam talebiyle dava açıldı. DİSK, açılan davanın 1991 yılında beraatla sonuçlanması ile 11 yıl sonra yeniden sendikal hayata dönebildi. Türk-İş’in faaliyetleri ise 12 Eylül darbesi sonrasında durdurulmadı. Dahası Türk-İş yönetimi darbeye açık destek verdi ve Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide ise darbe hükümetinde (Ulusu hükümeti) Sosyal Güvenlik Bakanı olarak yer aldı. Ancak sendikal faaliyetler 1984 yılına kadar ağır kısıtlamalara tabi olduğu için Türk-İş de bu dönemde önemli bir etkinlik gösteremedi.  

24 Ocak ile başlayan ve ANAP-Özal hükümetleri ile güçlenen neoliberal politikalar sonucu yaşanan yoksullaşma ve işçi haklarını yok etmeye dönük politikalar üzerine 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Türk-İş’te tutum değişikliği yaşanmaya başlandı. Partiler üstü politika yaklaşımı terk eden Tük-İş ANAP hükümetine bayrak açtı. ANAP’ın 1991’de iktidardan uzaklaştırılmasında 1989 Bahar Eylemleri ve işçi protestoları da önemli bir rol oynadı. 1989 Bahar Eylemleri ile başlayan taban baskısı nedeniyle 1989-1991 döneminde büyük işçi eylemleri ve grevler yaşandı. Bu yükseliş 1995’e kadar devam etti. Bu sürecin Türk-İş ve üye sendikaların yönetimlerinde önemli değişimlere yol açtığını söylemek mümkündür.

1989 Bahar Eylemleri katılım, yaygınlık ve süre açısından Türkiye emek tarihinin en etkili eylemleri olarak kabul edilebilir. Bahar eylemleri 1989’un bahar aylarında neredeyse bütün iş kollarından işçilerin ülke çapında katıldığı yaygın işçi eylemleridir. Kamu kesimi toplu iş sözleşmelerinin tıkanması üzerine ağırlıkla kamu işçilerinin başlattığı Bahar Eylemleri Türkiye emek tarihinin daha önceki ve sonraki kitlesel eylemlerini kat be kat aşan bir kitlesellik ve yaygınlık yanında çok zengin bir eylem repertuarı da içeriyordu. 1989 Bahar aylarında gerçekleşen Bahar Eylemlerinin artçı etkileri 1990 ve 1991’de sürdü. Türk-İş 3 Ocak 1991’de ilk kez genel eylem adıyla bir genel grev çağrısı yaptı.

1980’li yıllarda faaliyetleri durdurulan ve yargılanan DİSK üyelerinin önemli bir bölümü Türk-İş üyesi sendikalara üye olurken bir bölümü de bağımsız sendikalara katıldı. DİSK üyelerinin katılımı Türk-İş tabanında olumlu etkiler yarattı. Türk-İş yönetimi başlangıçta 12 Eylül darbesine destek olsa da özellikle 1982 Anayasası ve 2821-2822 sayılı yasaların ardından yavaş yavaş tutum değiştirmeye başladı. ANAP-Özal hükümetlerinin izlediği neoliberal politikalar Türk-İş’in 1980 öncesindeki geleneksel devletle/hükümetlerle uyumu esas alan politikaları sürdürmesini olanaksız kıldı. ANAP’ın neoliberal politikaları Türk-İş’in de tutumunun değişmesine yol açtı.

1990’larda koalisyon hükümetleri döneminde Türk-İş diğer emek örgütleriyle birlikte önce Demokrasi Platformunu ve sonra da Emek Platformunu kurdu. Türk-İş 1999’da sosyal güvenlik alanında yapılan değişikliklere karşı büyük kitlesel eylemlere öncülük etti. Emek Platformu 2010’a kadar emek hareketinin çok önemli bir dinamiği oldu. Türk-İş 1980 ve 1990’lı yıllarda zaman zaman hükümetlerle çatışsa ve eylemlilik içine girse de müesses nizam ile güçlü bağları hep devam etti. Türk-iş 28 Şubat sürecinin en önemli “sivil” aktörlerinden biri oldu ve işveren örgütleri ile birlikte “post-modern darbe” sürecinde yer aldı. 

AKP’li yıllarda Türk-İş

AKP’li yıllarda Türk-İş’in tutumu zikzaklı olmuştur. 2007 yılına kadar AKP hükümetleri karşısında aktif ve mücadeleci bir tutum alan Türk-İş 2007 ve özellikle de 2010’lu yıllardan başlayarak AKP ile uyumlu bir çizgi izlemeye başlamıştır.

2002 yılında Türk-İş ve Yol-İş Genel Başkanı Bayram Meral’in Çalışma Bakanı olma hevesiyle CHP milletvekili seçilmesi üzerine Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri ve Türk Metal kökenli Salih Kılıç Yönetim Kurulu tarafından Türk-İş Genel Başkanlığına getirildi. Kılıç 2003 yılında yapılan Genel Kurulda Genel Başkanlığa seçildi. Türk-İş Salih Kılıç döneminde AKP’ye mesafeli bir tutum takındı ve Emek Platformu bünyesinde çeşitli ortak eylemler gerçekleştirdi.

Ancak 2007 Genel Kurulunda iki ayrı liste ortaya çıktı. Tes-İş Genel Başkanı ve Türk-İş Genel Sekreteri Mustafa Kumlu ve Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç karşı karşıya geldi. Türk Metal’in de Mustafa Kumlu’yu desteklemesi üzerine Kumlu Genel Başkan seçildi. AKP ile yakın ilişkileri olan ve hatta AKP’nin Tes-İş Genel Merkezi salonlarında kurulmasıyla övündüğü söylenen Kumlu ilginç bir ittifakla Türk-İş Genel Başkanı seçildi. Bir yandan AKP’ye yakın sendikalar bir yandan Türk Metal gibi milliyetçi sendikalar Kumlu’yu desteklemişti. 

Kumlu’nun genel başkanlığının ardından Türk-İş’in bir durgunluk içine girdiğini söylemek mümkündür. Önce 5510 sayılı sosyal güvenlik kanununa muhalefette etkisiz olan Türk-İş ardından Tekel direnişi sırasında pasif bir tutum takındı ve Emek Platformunun sönümlenmesine seyirci kaldı. Emek Platformunun fiilen sönümlenmesinin bir yandan Türk-İş’in diğer yandan Memur-Sen ve Hak-İş’in tutumu nedeniyle gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Emek Platformu ardından Türk-İş çeşitli işveren örgütleriyle birlikte ortak açıklama ve girişimlerde görülmeye başlandı. Emek platformu bünyesinde 1990’lardan beri çok sayıda ortak 1 Mayıs kutlaması gerçekleştiren ve 2010 ve 2011’de 1 Mayıs’ı Taksim’de birlikte kutlayan Türk-İş, DİSK ve Hak-İş, 2012 sonrasında 1 Mayıs’larda ortak tutum alamadı.

Tes-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu kendi sendikacılık anlayışını “efendi sendikacılık” olarak tanımlıyordu. Kumlu’nun bu “efendiliğine” uygun olarak Türk-İş 2010’lu yıllarda hükümet karşıtı hiçbir ciddi eylem örgütlemedi.  Kumlu sonrasında 2015 ve 1019 genel kurullarında Türk-İş Genel Başkanlığına Demiryol-İş Genel Başkanı Ergün Atalay seçildi. Atalay da AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan ile yakın kişisel ilişkileri olan AKP’li bir sendikacıydı.  Genel Başkanı olduğu Demiryol-İş’in küçük bir sendika olmasına rağmen Atalay’ın Türk-İş Genel Başkanlığına seçilmesinin temel nedeni AKP hükümeti ile uyumlu olma çabası olarak okunabilir. Özellikle kamu kesimi ağırlıklı üyeleri olan ve Hak-İş karşısında varlıklarını sürdürmek isteyen sendikacılar Atalay’da mutabık kaldılar. Atalay da AKP hükümetlerini ürkütecek bir adım atmadı ve bunun karşılığında AKP Türk-İş ve Hak-İş arasında dengeli bir tutum izledi. Ancak bu dönemde aslan payını Hak-İş kopardı ve 2010’lu yıllarda 150 binlerde olan üye sayısını 700 binlere yükseltti. Türk-İş 2010’ların başında sendikalı işçilerin yüzde 70’ini temsil ederken 2022’de bu oran yüzde 55’e geriledi.

Sol ve sosyal demokrat eğilimli sendikacılardan oluşan Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) Türk-İş 2011 Genel Kurulunda ayrı bir liste çıkarsa da Mustafa Kumlu’nun listesi seçimi epeyce farkla aldı ve SGBP listesi beklenenin de altında bir oyla yetinmek zorunda kaldı.

70 yıllık tarihinde büyük ölçüde mutedil ve teslimiyetçi bir çizgi izleyen Türk-İş 1980’lerin ortalarından 2010’lara kadar çeşitli zikzaklara rağmen yükselen sendikal mücadelenin içinde yer aldı. Ancak özellikle Kumlu dönemiyle birlikte Türk-İş’in tekrar teslimiyetçi bir çizgiye yöneldiğini, suskunlaştığını ve hükümetlerle uyum ve işbirliğini esas aldığını söylemek mümkündür. 2010 sonrasında hükümetini eleştiren veya talepte bulunan kitle eylemlerinden kaçınmak Türk-İş’in adeta temel yaklaşımı olmuştur. Türk-İş bunun yerine AKP hükümetleriyle uyum içinde davranmayı tercih etmiştir.

Comments are closed.

0 %