Kreşendo

Punk’ın solu: The Clash ve Joe Strummer

Kaan Kavuşan

BİR: 68, ALLENDE VE KIZIL TUGAYLAR

Dünya çalkalanıyordu: Vietnam’da makinalı tüfek sesleri, napalm kokusu ve emperyalist savaş. Paris’te öğrencilerin ve işçilerin, Mareşal Charles de Gaulle’ü ülkeden kaçırtacak kadar korkutan eylemleri. Avrupa’nın her ülkesinde savaş karşıtı eylemler ve eylemcilerin kafasına inen polis copu. Pek çok yerde Cezayir’in ayak seslerini takip eden, kurtuluş mücadelesi veren Afrikalı sömürgeler. İngiltere’de madencilerin bir yanıp bir sönen grevleri ve göçmenlerin irili ufaklı isyan girişimleri. Almanya’da ve İtalya’da silahlı sol örgütlerin eylemleri. Türkiye’de Denizler, Mahirler ve “ellerinde pankartlar”la gençlerin 6’ncı filo eyleminde Amerikan askerlerini denize dökmesi. Büyük kitlelerin, bazen büyük bazen ufak ama sürekli sola doğru adımladığı bir toplumsal atmosfer: 1968…

Bu dönemler, aynı zamanda, müzik tarihinin en önemli adamlarından birinin tam da delikanlılık zamanlarına denk geliyor. İnsan, içinde bulunduğu zamanın ve mekânın ürünüdür diyoruz: 68 yılı da pek çok ayçiçeğin boynunu sola doğru dönmesine sebep olan bir sürecin habercisiydi. Bahsedeceğim adamsa, bir İngiliz dışişleri memurunun oğlu olarak John Graham Mellor adıyla Ankara’da doğdu, 50 yaşında Joe Strummer adında bir müzik tanrısı olarak İngiltere’de öldü. 68 vuku bulurken 16 yaşındaydı.

Onun müziğini önemli yapan, başlı başına bir türün -punk’ın- yaratılmasındaki katkısının yanı sıra, müziğiyle söyledikleriydi. 68 hareketini ve 74’te Allende’nin faşist bir darbeyle öldürülmesini, hayatındaki politizasyonun temel sebeplerinden ilk ikisi sayıyordu Strummer. Kızıl Tugaylar tişörtüyle konsere çıkma cesaretini gösteren bir sosyalist olarak, bir röportajında şöyle dedi:

“Sosyalizme inanıyorum çünkü ‘her koyun kendi bacağından asılır’dan, ‘sen kendi işine bak birader’den ve tüm parsayı toplayan o şerefsiz işadamlarından daha insani. Ben, topluma bu açıdan bakarak aklımı başıma topladım.”

Buna rağmen, baştan söylemek gerek: ne 68’in devrimcileri ideolojik olarak kusursuzdur, ne de Strummer ve The Clash’a Marksist-Leninist anlamda mutlak bir proleter bilinç biçmek doğrudur. Ben bulamadım ama konuyu benden iyi bilenlerin bir falsoya işaret etmesi mümkün. Yine de onların sosyalist olma çabasını ciddiye almak gerekir. Marx’ın adını anıp kendini Marksist olarak tanımlamak, -öyle olabilsin olamasın- döneminin en ünlü rock figürü için hiç de az değildir.

İKİ: ANKARA SOKAKLARI VE KENDİ SINIFINI TERK

Küçücük bir çocukken Ankara sokaklarında kardeşini Türkçe küfürler ede ede kovalıyordu Strummer. Sonra ailesinin memuriyeti sebebiyle, önce Kahire’ye, sonra Meksika’ya, sonra da Batı Almanya’ya göçtü. 10 yaşına geldiğindeyse, kendisinden bir yaş büyük abisi David ile birlikte İngiltere’deki bir özel yatılı okula yollandı. Okulu için yıllar sonra konuştuğunda, “ensesi kalın zenginlerin, ensesi kalın çocuklarının gittiği bir okuldu” dedi ve oranın temsil ettiği her şeyden nefret etti: yatılı olmaktan, sahipsiz olmaktan, zengin çocuklarından ve onların zorbalığından. Bu zorbalık ona hep karşı koyması gereken bir şey gibi geldi. Okulda çeteler kurdu ve zorbaları dövdü. Bu akli değil, hissi bir adalet arayışıydı; zorbaları döven bir zorba. Ailesi hakkındaysa ne düşüneceğini pek bilmiyordu artık ama “onları unutması gerektiğini” anlıyordu. 62 ve 68 yılları arasında ailesini sadece bir kez gördü.

Okul bittikten sonra bir başına, beş parasız kaldılar abisi ile birlikte ama ailelerinin küçük burjuva sınıfsal hayatına dönmediler. İkisi de her açıdan bambaşka insanlardı. Joe dışa dönük, David içe dönük bir gençti. Joe materyal bir dünyaya inanıyordu, David okültizme kapılmıştı. Joe sosyalistti, David neo-nazi. Okuldan arkadaşları David’i ziyarete gittiklerinde, odasındaki svastikaları ve kuru kafaları görünce şok oldular. 1970 yılında, Joe 18 yaşındayken, psikolojik sıkıntıları sebebiyle ilaçlarla ayakta duran David intihar edip öldü. Strummer’ın deyişiyle, “İntihar onun için tek çıkış yoluydu.” Bu olay, ölmek değil hep yaşamak isteyen anti-nihilist Joe Strummer’ın sola ve isyankâr punk’a doğru meyilli patikasını daha da belirginleştirdi.

ÜÇ: GUTHRİE VE FAŞİST ÖLDÜREN MAKİNESİ

Strummer’ın en büyük müzikal ilhamlarından biri, gitarında “Bu makine, faşistleri öldürür” yazan meşhur folk şarkıcısı Woodie Guthrie’ydi. (Daha sonra Joe da kendine Woody adını taktı ve kendi gitarına aynısını yazdı). Guthrie Amerikalı bir komünistti ve şarkı sözlerinde genellikle işçilerden, köylülerden, anti-faşizmden, emperyalist müdahalelerden bahsediyordu. Onun babası Joe’nunki gibi bir diplomat değildi, batık bir emlakçı ve Amerikan rüyası peşinde koşan Ku-Klux-Klan üyesiydi. Kendi evleri bir gün bilinmeyen bir sebepten yandı. Aslında sebep biliniyordu. KKK üyelerinin “serseriliği” ve ateş merakı. Woodie ve ailesi, hep hayati ve maddi risk altında yaşıyorlardı. Sonuçta annesi çıldırdı ve Guthrie 14 yaşındayken akıl hastanesine kapatıldı. Kız kardeşi annesiyle kavga ederken elbiselerinin ateş alması sonucu öldü. 

Tüm bunlar sonucu Joe’ya benzer bir şekilde, ailesindeki yanlışları gören Guthrie çevresinin bir ürünü olarak komünist oldu. Amerikan solcularının gazetesi “People’s World”te bir köşe edindi. Öyle ünlü bir müzisyen oldu ki Steinbeck gibi ünlü yazarlar arkadaşları arasında girdi. Üstelik Guthrie tipik bir anti-Sovyetik Amerikan solcusu da değildi. Herkes Batı burjuvazisinin kuvvetli propagandası sonucu Stalin’den uzaklaşırken, o olduğu yerde duruyordu. Hatta Molotov-Ribentropp Paktı’nı öven bir şarkı yazdıktan sonra Amerikan solunun radyolarına bile çıkamaz oldu. Gene de halkın arasındaki namı ve solcu şarkılarının sözleri Amerika’yı aşmış, Joe Strummer’a kadar ulaşmıştı bir kere. Bugünün Amerika’sına bakınca bu durum, daha da inanılmaz görünüyor.

DÖRT: MEZAR KAZICILIK VE EMLAK KRİZİ

Sadece kendi ilgileri ve geçmiş hayat tecrübesi değil, yaşadığı koşullar da Strummer’ı sola itiyordu. Londra ateş pahasıydı. Yaşayacak yer bulmak ve kira ödemek çok zordu. Bu yüzden Galler’e bile taşındı. Orada The Vulture grubunun gitaristliğini yaparken, aynı zamanda mezar kazıcısı olarak çalıştı. 

Londra’ya geri döndüğündeyse bambaşka bir durumla karşılaştı. 60’lar boyunca gerçekleşen emlak krizleri sonrasında bankalar, İngiltere’deki pek çok eve, haciz yoluyla el koymuştu. Buna karşın evler satılamıyordu. O günlerde İngilizcede “squat” denen bu evler (çökmek fiilinden geliyor, “çökülmüş” bir daire olarak anlayabiliriz), kimseye haber ve kira vermeden evi olmayanların yaşadığı evler haline geldi.  Eğer polis elinde mahkeme kararıyla gelip işgaliyeyi belgelerse evin sakinleri, çok sayıda ama harap haldeki başka bir squat buluyorlardı. Joe bu evlerden birinde yaşıyor, sokakta gitar çalarak geçimini sağlamaya çalışıyordu.

Bir gün oda arkadaşlarıyla birlikte The 101’ers’i kurdular. Bu isim, yasadışı şekilde kaldıkları “squat”ın adresinden geliyordu; ev, Walterton Caddesi, No: 101 adresindeydi. Gruptaki arkadaşlarıyla birçok konser vermelerine rağmen, hâlâ başka işler de yapmak zorundaydılar. Hatta Strummer, gitar parası kazanmak için bahçıvanlık bile yapmıştı.

Joe ailesinin değilse de kendisinin ait olduğu, ait hissettiği sınıfından insanlarla birlikteydi ve ne kadar para kazanırsa kazansın ilerde de hep onlarla birlikte olacaktı.

BEŞ: PUNK İÇİN SAVAŞ VE PUNK’LA SAVAŞ

Periyodizasyon zor iştir. Çünkü tarih her zaman başlayıp biten şeylerden oluşmaz, kimi zaman olaylar, akımlar, olgular; süreçler içinde yavaş yavaş oluşur ve iç içe geçer. 1970-1976 arasında İngiltere’nin publarında “pub rock” yapan gençler, plaklarını canlı performanstan ve ucuz ekipmanla kaydederek, bir şekilde bağımsızlıklarını koruyarak, tabii ki çoktan punk müziğin temellerini atmaya başlamışlardı. Ama punk’ın kendi net forumda, son ve olgun haliyle ilk kez patlaması Sex Pistols’un Mayıs 1977’deki “God Save The Queen” (Tanrı Kraliçeyi Korusun) teklisiyle oldu. Sex Pistols solisti Johnny Rotten, İngiliz monarşisine “Faşist rejim, sizi bir moron, potansiyel bir hidrojen bombası yapar” diyerek saldırıyordu.

Ancak o tarihten bir sene önce Sex Pistols’ı dinleyip eski müziğin öldüğünü düşünen Joe Strummer ve yeni oluşturdukları The Clash grubundaki arkadaşları albüm hazırlıklarını bitirmişlerdi bile. Nisan 1977’de yani God Save The Queen’den bir ay önce ilk albümlerini çıkardılar. Albüm bir plak şirketinden çıkmıştı ve o gün punk’ın öldüğünü düşünenler oldu. Ancak Strummer belki de farkında olmadan böyle düşünenlere entelektüel bir sapma olarak baktı. Buna karşın, bu hamleyle, grubun politik müziği, bir kartopu etkisi yaratarak bir çığa, bir de çığlığa dönüştü. Bu kapitalizmin kendine ait bir çelişkiydi; kapitalistler satılabiliyorsa punk’ı da solu da satıyorlardı. 

O günlerde rock piyasasını “glam rock” (gösterişli rock) işgal ediyordu. Glam rock rengarenk ve şıkır şıkır donanmış, uzun saçlı, bol giyimli hippilerin, uyuşturucular ve kadınlar hakkında söylediği, gösterişçi, eğlence odaklı ve burjuva bir rock olarak “vulgarlaştırılabilir” pekâlâ (Her vulgarlaştırmada az da olsa anlam kaybı vardır). Bir başka akım “progresif rock”tı. Bu da görüntüde daha sade ama özde daha gösterişli, orkestral kaliteye ve söz temalarına sahip, fazlasıyla metaforik ve çokça içe dönük bir müzikti. Punk ise öfkeli ve agresifti. Kapitalizmin kültürel olarak sakatladığı işçi sınıfı çocuklarının, üç akorla ortaya koyduğu, patlak gitarların, teneke davulların hoparlörlerden çınladığı bir müzikti. Glam ve progresif kadife seslerin mırıldanmasıysa, punk “yeryüzünün lanetlileri”nin çığlığıydı. Punkların garip ve serseri giyiniş tarzları bir burjuvayı kolaylıkla dehşete düşürürdü. Ve punk, doğduğu andan itibaren yanlış bilinçlenmiş proleter çocuklarının, lümpen karakterine de sahipti. Ancak bu Joe’nun hep canını sıktı ve müziğini daha da politize etti. Uzun süre bir tek onun deri ceketinde kızıl yıldız oldu.

ALTI: İLK ALBÜM VE İSYANA ÇAĞRI

The Clash’ın aynı adı taşıyan ilk albümü büyük başarı sağladı. Şarkıların hemen hemen hepsinde kapitalist düzene karşı bir isyan, açık olarak görülüyordu. Joe Strummer, o sıralarda Siyah Panterler’in başka bir uzantısı olan Beyaz Panterler’in müzik grubu MC5’dan etkilenmişti. “Punk’ın kalbinde protest bir müziğin yatması gerektiğini” söylüyordu. Diğerleri öyle görmezken, o, “Punk rock benim için bir sosyal hareketti” diyordu.

Meşhur “Police & Thieves (Polisler ve Hırsızlar)” şarkısı bir cover’dı ama grubun siyasi konumlanışına çok uygundu. Açık açık kapitalizmin kanun güçleri, hırsızlarla aynı kefeye konuyordu. Anti-Amerikan şarkı “I’m So Bored With You, USA (Senden Öyle Bıktım ki Amerika)” emperyalizm karşıtlığıyla ön plana çıkarken, işsizliği ve işsizlere önerilen işlerin emperyalist/kapitalist niteliğinin konu edinildiği “Career Oportunities (Kariyer Fırsatları)” başka bir önemli şarkıydı.

Ama asıl, aynı albümdeki bir başka şarkı, White Riot (Beyaz İsyan) ile de, dinleyenlerini doğrudan iktidarı ele almaya çağırıyordu The Clash: “Siyahların çok derdi ama var kaldırım taşı fırlatmaya çekinmiyorlar / Beyazlar aptal olmayı öğrendikleri okula gidiyorlar” diyerek kendi ten renginden olanlara sesleniyor ve, “İktidarı mı ele alıyoruz? / Emir mi alıyoruz? / Geri mi çekiliyoruz? / İleri mi gidiyoruz?” diye soruyordu. Politik doğruculuk The Clash’ın yanından bile geçemiyordu.

Bu şarkının öyküsü aslında The Clash’ı özetliyordu. 1977 yılında İngiltere’deki siyahilerin düzenlediği Nothing Hill Festivali’nde polis kalabalığa saldırırken grubun üyeleri de oradaydı. Kaldırım taşlarını söküp polislere atan Jamaikalılar onları öyle etkilemişti ki, grup üyeleri ters dönmüş bir arabayı molotofla tutuşturmaya bile kalkıştılar. Beceremediler. Strummer’a göre, “Bu, halkın artık yeter dediği ve bunun hakkında somut bir şey yapma cesareti olduğu anlardan biriydi.” Bunun en başından siyahilerin isyanı olduğunun farkındaydılar ve aynı isyanı kendileri için de istiyorlardı.

The Clash’ın diğerlerinden ayrıldığı yer, politik nihilizmi reddedip dinleyenlerini eyleme çağırmasıydı. Ne Sex Pistols, ne diğer büyük punk grupları The Undertones ve The Damned gibiler The Clash’ın bu anlamda yanına yaklaşabiliyorlardı. Ancak ve belki, sadece başka bir kıtadaki Dead Kennedys onlarla aşık atabilirdi.

YEDİ: “POLİTİKAM MARKSİSTTİR”

The Clash’ın ikinci albümünün adı “Give ’em Enough Rope”tu. Serbest bir şekilde Yeterince Halat Verin Bunlara diye Türkçeleştirebiliriz. Bu söz, Lenin’e atfedilen ama onun söyleyip söylemediği pek belli olmayan “kapitalistler, bir gün onları asacağımız ipi bize satacak” lafına dayanıyordu. Toplu eserlerde böyle bir söz bulunamadı, belki söylememiştir, belki bir anıdan nakildir ama her halükarda Lenin’in ağzına yakışacağını düşünüyorum.

Albümün ön kapağında, at üstünde bir Çinli partizan süvari ve yerde etleri bir akbaba tarafından didik didik edilen bir Amerikan kovboyu vardı. Arka kapağındaysa Kızıl Bayraklı Çinli onlarca süvari bekliyordu. Strummer ve grubun diğer bir üyesi Mick Jones, kapitalizmin sonunun yakın olduğunu düşündükleri için böyle bir tasarım istemişti. Albümün en ikonik şarkılarından birinde “Yaklaşmakta olan İngiliz İç Savaşı’na otobüs veya metro ile giden” Johnny’nin hikayesi vardı. Amerikan İç Savaşı marşı Johnny Comes Marching Home’dan esinlenen melodisiyle English Civil War (İngiliz İç Savaşı), İngiliz kenar mahalle marşıydı adeta. Joe Strummer’ın, İngiltere’deki neo-nazilerin yükselişinden endişesini gösterir bu şarkı.

İlk iki albüm büyük etki yaratınca, The Clash üyeleri Amerika turuna çıktılar. Pek sevdikleri siyahî müzisyen Bo Didley’le birlikte turlamalarıyla beraber güney eyaletlerindeki ırkçılığı gördüler. Ayrıca basın da saldırgan bir tavır sergiliyordu: The Clash, Güney’de “Amerikan gençlerine komünizmi yaymak için” gelen bir grup olarak karşılandı.

Bu tavır tabii ki abartılı. Söz konusu ABD olunca, politik yelpazenin az sağcı ve çok sağcı diye oluştuğu bir ülkede bu doğal. Öte yandan Joe Strummer gerçekten de bir dönem sokaklarda İngiliz komünistlerinin gazetesi Morning Star’ı satmıştı. Hatta Monthly Review’daki bir yazıdan gördüğüm kadarıyla, onunla tanışıp hakkında bir kitap yazan Antonino D’Abrosio’ya “Politikasının Marksist olduğunu” söylemişti. Gene de sanıyorum ki The Clash’takilerin sosyalizm anlayışı sayfalarca Marx’tan ve Lenin’den okunmuş da değildi; partili ve örgütlü zaten değildi. Bu el yordamıyla bulunmuş, eksik bir sosyalizmdi. Müzik yazarı Mick Farren, onlar için “Sovyetler Birliği’nde motosikletli çeteler olsaydı, bunlar onlara benzerdi” demişti. Haklıydı belki de. Gene de onlarda diyalektik materyalist bir anlayış vardı sanki; Guns on The Roof (Çatıdaki Silahlar) şarkısında şöyle diyorlardı: 

“Çoğunluğun teri üzerine kurulmuş bir sistem / O azınlığı öldürecek suikastçileri yaratır.” 

SEKİZ: SANDİNİSTA VE MUHAREBE ROCK’I

Üçüncü albümde punk tamamen değil ama bir nebze geri çekildi ve müzikte funk, jazz, blues etkileşimleri görünmeye başladı. Albümle aynı adı taşıyan “London Calling (Burası Londra, diye Türkçeleştirmek en uygunu galiba)” II. Dünya Savaşı’ndaki radyo bültenleri sırasında BBC radyosunun kurduğu açılış cümlesiydi. The Clash bu şarkıyla, solu iklimcilikle ikame etmeye çalışanlara karşı, sınıfının acil sorunlarından bahsediyordu:

“Buzul çağı geliyor, güneş yaklaşıyor / Motorlar duruyor, buğday azalıyor / Nükleer çağdayız ama korkum yok / Çünkü Londra’yı sel basıyor / bense nehir kıyısında yaşıyorum.”

O sene gerçekten de Joe Strummer ilk kez kiraya çıkmıştı hayatında ve yaşadığı mahalleyi defalarca sel basmıştı. Onca para kazandırmalarına rağmen, menajerle anlaşmazlıkları yüzünden hâlâ borç-harç içindeydiler.

İngiltere’de Thatcher’ın, Amerika’da Reegan’ın neo-liberalizmi, örümcek ağını dünyanın dört bir köşesine yayarken, The Clash, 1980 yılında çıkardığı dördüncü albümüne Nikaragualı devrimcilere destek olsun diye Sandinista adını verdi. Plak şirketi bu karardan nefret etti, albümün Amerika’da hiç satılmayacağını söyledi ama Joe savaşıp kazandı. Ve başka bir imkansızı yapmaya çalıştı: Sandinista tek bir albüm değildi. Üç plak ve 6 yüzden oluşacaktı. İçinde 36 şarkı vardı tam. Sandinista, plak şirketinin üç albüm gibi fiyatlandırmasına karşı, Joe Strummer’ın deyişiyle ucuz fiyata halka üç albüm sunmanın kavgasını verdi ve yine kazandı. Şirket maliyetin yarısını cebinden karşıladı ve albümü ucuza piyasaya sürdü.

Albümdeki Charlie Don’t Surf (Charlie -yani Vietnamlılar- Sörf Yapmaz) yeni sonuçlanmış Vietnam Savaşı hakkında, meşhur Apocalypse Now (Kıyamet) filmindeki bir sözden ilhamını alan bir şarkıydı. Bankrobber (Banka Soyguncusu) ve Police on My Back (Polis Peşimde), kanunsuzlar, çürümüş bir düzenden iyidir diyerek onların safında yer alıyordu. Washington Bullets ise Allende’nin ölümünü ve Victor Jara’nın Santiago Stadı’nda uğradığı işkenceyi hatırlatıyordu dinleyenlerine.

İki sene sonra, 1982’de çıkan Combat Rock (Muharebe Rock’ı), Sandinista’dan bile politik ve olgun bir albüm oldu. Straight To Hell (Doğru Cehenneme), Amerikalı askerlerin Vietnamlı kadınlardan öyle veya böyle doğurduğu çocukların yıkılan hayallerini anlattı. Ghetto Defendant (Getto Zanlısı), Allen Ginsberg’in kapitalizmin kıskacındakileri anlatan bir şiirinden esinlenmişti ve Ginsberg’in kendisi de şarkıda vokalde bulunuyordu. Rock the Casbah ise İslami körfez ve Kuzey Afrika rejimlerinin kendi müziklerine bakışını ve yasaklayışını alaya alan bir şarkıydı. 

Ama albümün en “The Clash” şarkısı, sözünü hiçbir şeyin ardına gizlemeyen hukukî bir bildiriydi: “Know Your Rights (Haklarını Bil).” Strummer şarkıda üç haktan bahsediyordu:

“Bir numara: Öldürülmeme hakkın var / Cinayet bir suçtur / Bir polis tarafından / Ya da bir aristokratça işlense bile / Haklarını bil.

İki numara: Ekmek parası kazanma hakkın var / Hazırlıklı ol tabii / Biraz soruşturmaya, biraz aşağılanmaya / ve tahtalara vur, rehabilitasyona / Haklarını bil.

Ve üç numara: Konuşma özgürlüğü hakkın var / Tabii eğer gerçekten eyleme geçirecek kadar salak değilsen / Haklarını bil.”

İşte The Clash’tan bir burjuva hukuku dersi.

DOKUZ: İNGİLTERE’NİN GERÇEK MARŞI

1985 yılında çıkan, dağılmadan önceki son The Clash albümündeyse (“Cut The Crap!” yani “Kes Palavrayı!”), gruptan iki kişi kovulmuştu. Joe Strummer grubun ilk hareketliliğini ve devinimini büyük şirketlerin menajerliğinde tekrar yakalayamayacaklarını düşünüyordu. Buna karşı çıkan gitarist ve söz yazarı Mick Jones ile beraber davulcu Topper Headon gruptan kovuldu. Strummer daha sonra pişman olacaktı ama “Clash Bildirisi” dediği şeyi açıkladıktan sonra her şey çabucak olmuştu.

Tüm bu kargaşa, The Clash’ın son albümünü yapmasına sebep oldu. Buna karşın, çok iyi bir şarkı da çıktı: This is England (İşte İngiltere), mükemmel İngiltere’nin hiç de mükemmel olmayan tarafını anlatıyordu ve Joe Strummer’a göre, son büyük The Clash şarkısıydı. Şarkıda bir tribün tezahüratı havası vardı. IRA militanı Bobby Sands’ın açlık grevinden, Falklands Savaşı’na ve şovenizmle kandırılan halka; beş parasızlıktan, İngiltere’nin kenar mahallelerindeki sebepsiz şiddete; faşist çetelerin Hintlilere saldırılarına rağmen polisin onları korumayıp faşistleri koruyuşuna dek her şey bu şarkının içindeydi. This is England, The Clash’ın Britanya için yazdığı bir anti-destandı aslında. O yüzden de çok destansıydı.

The Clash dağıldı. Strummer, yoluna devam etti. Dünyadaki 68 devrimci dalgası neo-liberalizmin parasına, askerine, copuna ve ideolojik saldırısına dayanamayarak geri çekildi. Direnç odakları küçüldü. Tekrarlamak gerekirse, her şey gibi sanatçı da kendi devrinin bir ürünüdür. İleri yaşında bile. The Clash’ın ardından geri çekilen devrimci havayla birlikte, Joe Strummer da kendini bir nebze geri çekti. Solo müzik çalışmaları tek tük kaldı ama gayet önemli bir emperyalizm eleştirisi olan tarihî western filmi “Walker”da ufak bir rol aldı. Daha sonra onu pek seven Jim Jarmusch’un “Mystery Train (Gizemli Tren) filminde de oynadı. O basından uzak kaldıkça, efsanesi gün geçtikçe daha da büyüdü. Hayranları arasında Jim Jarmusch dışında adı sayılamayacak kadar çok ünlü vardı. Bunlardan biri The Clash’ın Janie Jones şarkısını “gelmiş geçmiş en iyi İngiliz rock and roll şarkısı” olarak gören Martin Scorsese’ydi. Strummer, 1986 ila 99 arasında sadece sevdiği arkadaşlarının ve grupların yanında ya da toplumsal olarak önemli gördüğü projelerin konserinde sahne aldı. Artık paraya ihtiyacı yoktu ve hayatını istediği gibi yaşayabilirdi.

ON: ÖLÜMSÜZ

Gene de dayanamadı. Lafını söyleyememek onu yaralıyordu. 99’da müzik piyasasına, daha geniş kitlelerle tekrar buluşmak için The Mescaleros grubunu kurarak döndü. “Bu benim, pastırma yazım. Şöhretin bir illüzyon olduğunu öğrendim, bu konudaki her şey bir şakadır. Artık şimdi çok daha tehlikeliyim, çünkü hiçbir şey umurumda değil” diyordu bir röportajda.

The Mescaleros ile birlikte iki albüm çıkardıktan sonra, 2002 yılında bir gün köpeğini dolaştırıp eve geldi ve doğuştan gelen ama kendisinin bilmediği bir hastalığı sebebiyle, kalp krizi geçirdikten sonra 50 yaşında hayata veda etti. Arkasında hem devasa bir müzikal miras hem de hayatı boyunca doğru yerde durmuş bir adamın politik huzuru vardı Strummer’ın. 

Punkın ilk agresif gitar seslerinde onun eli vardı, elini çekti ve punk öldü. Bunun abartılı bir hikâyeleştirme olduğunu kabul ediyorum ama gerçekten de hem kronolojik olarak doğru hem de onun figürü öyle büyük ki eğer punk öldüyse en büyük pay ondadır. The Clash bile artık punk yapmıyorsa, kim niye yapsın ki, değil mi?

Joe Strummer, 70’lerden 80’lerin ortasına kadar The Clash’la sürdürdüğü yolculuğu sırasında politik müziğin bayrağını folk ustalarından devralıp punk rock alemine verdi. Uzun süre de taşıdı. Sadece ırkçılığa karşı, ayrımcılığa karşı düzenlenen konser ve hareketlerin içinde bulunmadı, aynı zamanda itfaiyecilerin, sağlık emekçilerinin grev hareketlerinde ve hatta IRA üyesi mahkumlar için düzenlenen etkinliklerde yer aldı. “Pek çok grup bizim gibi olmak istiyordu ama politik duruşumuzu anlamıyorlardı” demişti son röportajlarından birinde. O hep sosyalist ve hatta -öyle olsun olmasın- Marksist olduğunu söylerken, diğerleri sadece onun müziğinin biçimini taklit etmeye çalıştı. Sonuçta taklitler aslını yaşattı, kendileri farsa dönerken, Joe’yu ve The Clash’ı ölümsüz kıldı…

Comments are closed.

0 %