Kültür-Sanat

Hiç edilen bir ‘mesele’: Âşıklar Bayramı

Alev Doğan

Her ‘iyi’ filmin bir yapısı vardır. Anlatı bu yapının iskeleti, çıkış noktası ise temelidir. Kısacası film denen şey, kurguda yan yana getirilmiş planlar toplamı değildir, bir matematiği vardır. Bir anlatıcı olarak yönetmenden beklenen o anlatıyı kendi reçetesi uyarınca belli bir yapı üzerinde inşa etmesidir. Bu yazının konusu olan, Özcan Alper’in yönetmenliğini üstlendiği, Kemal Varol’un aynı adlı eserinden uyarlanan Netflix yapımı ‘Aşıklar Bayramı’nın en temel sorunu, yapısız bir film olması ve bundan kaynaklı olarak da sorununun da yapısal olmasıdır. Bu sorunu irdelemeden önce filmin konusuna genel hatlarıyla bir bakalım.

Kırşehir’de avukatlık yapan Yusuf’un hayatı işten döndüğü bir akşam, onu 25 yıl önce terk eden babası Heves Ali’nin gelişiyle değişir. Yakalandığı hastalığın son evresinde olan Heves Ali, Türkiye çapında tanınan bir ozandır ve oğlu ile helalleşerek Kars’a, bir gelenek olan Âşıklar Bayramı’na gitmek niyetindedir. Yusuf babasını bu ‘son’ yolculuğunda yalnız bırakmak istemez ve onu Kars’a götürmeye karar verir. 

Konusu itibari ile genel olarak izleyiciye vaat edilen, 180 dakika boyunca bir baba oğulun, yollarda geçen hesaplaşma-helalleşme öyküsünü izleyeceğimizdir. Buraya kadar tamam, peki film bu vaadi yerine getirebilmekte midir? Burayı biraz irdeleyelim.

Ana aksı Kırşehir-Kars arasında bir yolda geçen bu hikâyenin iki ana karakteri var; 25 yıl önce babasının terk etiği 30’lu yaşlarının sonundaki oğul ve 25 yıl önce oğlunu terk eden ölümcül bir hastalığın son evresinde bir baba. Haliyle bu aks çatışmalarla, kimi çatallarla beslenmek zorunda. Heves Ali oğlunu neden terk etti, şimdi neden döndü, çok öfkeli olmasına rağmen Yusuf’un hasta babasını bu yolculukta yalnız bırakmamaya iten neden ne, Heves Ali oğlu Yusuf’a, Yusuf babası Heves Ali’ye bakarken ne hissediyor, o 25 yılda iki karakter neler yaşadı? Bu soruların hiçbirinin bir yanıtı yok. 

Filmde izleyicinin suratına ilk çarpan şey duygusal yoğunluk. Ama bu yoğunluğun kaynağı, hikâyenin işlenişinden değil, durumun kendisinden. Mesele ağır bir mesele çünkü, bir baba kaybı, bir erken yas durumu söz konusu. Ancak bu yoğunluğun üstünü kaldırınca, ne Yusuf’un ne de Heves Ali’nin derdi bir türlü netleşemiyor. 

Diğer aşıkların saygıyla, hürmetle yaklaştıkları Heves Ali belli ki iyi bir insan ama kötü bir baba. Ancak bu çelişik durumun karakterde yarattığı kırılmayı, çatışmayı göremiyoruz. Aynı şekilde babasını yeni tanıyan ve kısa bir süre sonra kaybedecek olan Yusuf’da da göremiyoruz bu çatışmanın ağırlığını.

Arada Heves Ali’nin sessizlikle geçiştirdiği Yusuf’un “25 yıldır neredeydin” serzenişlerini saymazsak sanki hayat normal seyrinde ilerliyormuş, sanki baba oğul rutin bir yolculuğa çıkmışlarcasına ilerliyor hikâye. Kilometreler devrildikçe, aşıklardan, Heves Ali’nin ardından bıraktığı kadınlardan oluşan karakter yoğunluğu da artıyor. Ama bu karakterlerin hiçbiri hikâyenin düğümünü çözmek bir yana dursun, kalabalık yaratmak dışında bir işe yaramıyorlar. 

Haliyle ortaya; içi hikâyeye hiç hizmet etmeyen karakterlerle dolu, birkaç güzel manzaranın, birkaç güzel deyişin kondurulduğu, ne anlattığı belli olmayan bir laf salatası çıkıyor. 

Yönetmenin gördüğü, Özcan Alper’in gördüğü

Yönetmen Özcan Alper’in perdede gördüğü başka bir şey olacak ki filmle ilgili Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda şunları söylüyor:

“Film, 25 yıl karşılaşmamış bir baba oğulun hesaplaşması üzerine. Bu baba-oğul meselesi bir bireyin babasıyla olan meselesinden çok, babalar meselesine dönüşüyor. Babalar doğal olarak her daim bir iktidarı temsil etmeye başlıyorlar. Eskiyi, var olan düzeni temsil ediyorlar. Bu değişmez ve var olan düzen de doğal olarak bize iktidarları çağrıştırıyor. Sistem de kendini sürekli bunun üzerinden var etmeye çalışıyor.

Baba-oğul ve patriyarkallık meselesinde açıkçası kadının durduğu yer çoğu zaman daha çok edilgen olabiliyor ama filmde esasen hem baba hem de oğul açısından şöyle bir mesele vardı; kendi hayatlarına girmiş kadınları bir şekilde geride bırakıp kaçmış, hesaplaşılmamış ilişkiler vardı. Ve baba bu yüzden aslında son yolculuğunda hayatına giren kadınlardan, ölmüş bile olsalar özür dileme yolculuğuna girişiyordu. Bu anlamda bizim coğrafyamız için bunun bir önemi olduğunu düşünüyorum çünkü hem politik hem de bireysel olarak bunu çok fazla beceremiyoruz.

Bu anlamda kişisel özür meselesi önemliydi. Aynı şekilde filmdeki baba-oğul hesaplaşmasında da oğul babadan 25 yıl öncesinin hesaplaşmasını istiyor. Bir türlü bunun başarılamadığını, yüzleşilemediğini ve yarım kaldığını görüyoruz. Filmde çok yer vermesek de, oğulun da yaş aldıkça babaya dönüştüğünü görüyoruz, bunu en bariz olarak ilişkilerinde bile gözlemliyoruz aslında. Oğul da kendisinin aslında babaya benzediğini fark ediyor.”

Alper’in iddialarından yola çıkacak olursak, öncelikle film bu hesaplaşmaya dair en ufak bir şey sunmuyor. Sunmadığı için Yusuf’un meselesinden çıkıp da babalar meselesine dönüşmüyor. Heves Ali karakterinde de yönetmenin iddia ettiği gibi eskiyi, var olan düzeni temsil ettiğine dair bir nüve de göremiyoruz.

Özür meselesine gelince, Heves Ali’nin ardında bıraktığı kadınlarla kurduğu iletişimin özür dilemekten çok bir helalleşme niyeti taşıdığını sezebiliyoruz. Anlıyoruz diyemiyorum çünkü senaryo hiçbir şey söylemediği için düğümleri çözmek, boşlukları kapatmak hiç işi olmadığı halde izleyiciye düşüyor.

Bir de işin tehlikeli tarafı var ki o da Alper’in yüklendiği, bireysel ölçütlerden toplumsal reçeteler yazmak misyonu. Kişiler ilişkilerde pekâlâ ama bu toprakların insanının çektiği 

acılar karşısında işiteceği bir kuru özür hangi toplumsal yaraya merhem olabilir ki, neyi çözebilir? 

Röportajda değindiği, baba oğulun hesaplaşması meselesine gelecek olursak, o niyet yarım falan kalmıyor filmde, yarım kalması için çatışmanın başlaması gerekiyor çünkü.

Aleviliğe saygı duruşu mu?

Filme dair ifade edilen görüşlerden birisi de filmde yer alan Alevi cemi ve semahının ‘Aleviliğe saygı duruşu’ şeklinde yorumlanması. Yönetmen Alper’in iyi niyetinin bir göstergesi olarak yorumlayabileceğimiz bu sahnelerin varlığı bu filmi tek başına Alevileri merkeze alan bir film yapmıyor.  Alper’in Diken’e verdiği röportajdan alıntılayacak olursak;

“Romandaki siyasi vurguları özel olarak azaltmak ya da çıkarmak gibi bir yönelimim olmadı. Alevilik meselesi bazı yerlerde romanda da çok altı çizili gibi gelmişti. Filmde ise bazen söylemek yerine gösterirsiniz. Açıkçası cem ve semah sahnesi ya da babanın kendini o köylerde çok rahat hissetmesi onları dost bilmesi özel bir hürmet taşıması zaten filmin derdini o açıdan anlatıyor geldi bana.

Kendim de hayatımın çoğu zor zamanlarında benzer bir biçimde onların yanında daha rahat etmiş biri olarak bunu söyleyebilirim. Hatta öyle ki romanı ilk okuduğum zaman aşık bir adamın alevi olmadığı halde alevi gibi kabul görmesi, romanın alevi kültürüne ve yaşam biçimine saygı duruşu filme çekmemin nedenlerinden biriydi.”

Sonuç yerine

Netflix ve benzeri platformların ana yapımcılığını üstlendiği filmlerde, asıl borusu ötenin bu platformlar olduğu bilinen bir gerçek, haliyle yönetmene pek de hareket alanı tanınmadığı da. Aşıklar Bayramı’nı iyi bir film olmaktan çıkartanın, Netflix’in baskısı mı yoksa yönetmenin tercihi mi olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tek başına bile çok şey anlatabilecek yas, hesaplaşma, aşıklık kültürü, yolculuk gibi konuların, yan yana geldiği halde bu filmde ne yazık ki hiçbir şey anlatamıyor oluşu.

Comments are closed.

0 %