Mercek

Lenin, popülizm ve devrimci miras

Prof. Dr. Taner Timur

Rusya’da 1861 yılında bir reform yapılmış, serfliğe (toprak köleliğine) son verilmişti. Böylece yirmi milyondan fazla serf “özgürlüğe” kavuşmuş oluyordu. Görünüşe göre büyük bir “reform” gerçekleşmişti.

Oysa bu sadece görünüştü. Aslında serfler, bu kez “mujik” (yoksul köylü) olarak daha da kötü koşullara mahkûm ediliyordu. Reform yasası serf ailelerin kendi ihtiyaçları için işledikleri toprak parçalarını “satın almalarını” emrediyor, üstelik hemen ödeyemeyecekleri bedelin miktar ve taksitlerini de yüksek tutuyordu. Başka ülkelerde serflerin “geçimlik arazi”si, onların mülkü sayılırken, Rusya’da senyörlere ait sayılmış ve bu parçanın değerini tespit hakkı da senyörlere verilmişti. Ortada yoksullardan yana halkçı aydınları isyana sevk eden ve onların reforma karşı cephe almalarına yol açan bir durum vardı.

Sorun izleyen yıllarda “popülizm” başlığı altında hararetle tartışıldı ve kapitalist gelişmenin toplumsal ilerleme açısından ne anlama geldiği farklı görüşlere yol açtı. Lenin ve yoldaşları da 1890’larda aynı sorunla karşılaşıyor ve ilginç yorumlar yapıyorlardı. İşte tutucular tarafından geçmişten kopmak ve tarihi mirası yadsımakla suçlanan Lenin, popülizmi Marksist açıdan eleştiren ve kendi hareketinin kökenlerini sorgulayan makalesini bu koşullarda kaleme aldı. Yazısına da “Hangi mirası reddediyoruz?” başlığını koymuştu.[1] Kapitalizme geçiş süreci bağlamında köy cemaatlerinin geleceğini tartışan bu inceleme, aslında benzer aşamadaki her ülkenin aydınları için derslerle doluydu.

***

1870’lerde Rusya’da “popülizm” adı altında etiketlenen akım aslında iki farklı görüşe ayrılmıştı. Lenin’in yazısı bu farklılık üzerine kurulmuş olup, bunlardan birini haklı buluyor ve geleneksel “popülizm”den ayırıyordu.

Tartışmaların odağında “Rus köy cemaatı” (Mir) vardı. Köylüleri köye bağlayan bu mikro topluluk, aynı zamanda onlar üzerinde ezici bir baskı aracına dönüşmüştü ve bu baskı da üç şekilde ortaya çıkıyordu. Birincisi, Mir üyeleri devlete ve toprak ağalarına (soylulara) karşı ortak sorumluluk içindeydiler; bu da köylerde bireysel girişimcilik eğilimlerini yok ediyordu. Üstelik yurt içi seyahatlerin pasaporta bağlanmış olması ve pasaportun da ancak yüklü bir vergi ile alınması, durumu daha da ağırlaştırıyordu. Nihayet bir üçüncü baskı da, Mir’lerde ortak köy toprağının geniş aileler arasında dönemsel paylaşımı nedeniyle ortaya çıkan “patriyarkal baskılar”dı.

Bütün bunlar Rus köylerinde “cemaat baskısı”nı devlet baskısından daha da dayanılmaz hale getirmişti. İşte Rusya’da tüm halkçı ve devrimci akımları düşündüren ve tavır almaya zorlayan husus da buydu. Toprak köleliğine son veren yasa, köylüyü ağa ve soylu zulmünden kurtarmış olsa da, “cemaat zulmü”nden kurtarmıyordu.  Bu durum karşısında da sol akımlarda üç farklı tavır ortaya çıkmıştı. Lenin, bunları “Aydınlanma havarileri”, “Popülistler” ve “Öğrenciler” olarak adlandırıyor. Kastettiği, tabii ki -illegal koşullarda adlarını anamadığı- Marx ve Engels’in “öğrencileri” idi.

***

Birinci akım kapitalizme karşı idi. Bu tezi savunanlar kapitalist gelişmenin toplumda bir çöküntüye yol açacağını ileri sürüyor ve köy cemaatlerini korumaya çalışıyorlardı. Onlara göre “Mir”ler Rus toplumuna özgü birimlerdi ve ıslah edilerek daha da güçlendirilmeliydi. Ülkenin batılılaşmasını istiyorlardı ve ilhamlarını Fransız Aydınlanması’ndan -özellikle de Ansiklopedist akımdan- alıyorlardı. Ne var ki sınıf çelişkilerini dikkate almıyor, toplumun bütünüyle ve uyum içinde refaha ulaşabileceğini sanıyorlardı. Lenin, makalesinde, asıl popülizm olarak 1840 ve 50’lerde ortaya çıkan bu tezleri işaret etmiş ve hareketin tutucu niteliğinin altını çizmiştir. Marksist devrimcilerin “reddettikleri miras” da buydu.

Oysa 1860’larda bazı düşünürler, yine “popülizm” adıyla etiketlenmiş olsalar da, aslında çok farklı bir duruş ortaya koymuşlardı. Lenin, makalesinde bunlardan Skaldin, Engelhardt ve Mihailovski’nin tezlerini incelemiş ve haklarında çok farklı bir değerlendirme yapmıştır.

1860’ların “miras”ı da aslında batılılaşmadan yana ve aydınlanmacı idi. Fakat bunlar 1850’lerin popülizminden köklü bir şekilde ayrılıyorlardı. Kendi aralarında da fikir ayrılıkları olsa bile, ortak bir noktaları vardı. O da şuydu: 1861 yasasını ve serfliğin kaldırılmasını, yasa köylüleri daha da zor bir duruma sokmuş olsa da, hepsi de destekliyorlardı. Buna karşılık köy cemaatleri konusunda fikirler ayrılıyordu. Bir kısmı Mir’lerin özerk kılınmasını ve devlet desteğiyle geliştirilmesini savunurken, bazıları da bunların aniden yok edilmelerini istiyor ve bunun için de “garip projeler” üretiyordu.

Kapitalizme karşı değildiler; aksine, kapitalizmin ilerici misyonuna inanmışlardı. Onlara göre bu üretim biçimi köylülerde girişimciliği geliştirecek ve “mujik”lerin refaha ulaşmalarına olanak sağlayacaktı. Bunlardan Engelhardt’ın dediği gibi, her “mujik”de aslında bir “kulak” (zengin köylü) potansiyeli yatıyordu. Kısaca, Lenin’e göre, bazıları utangaç şekilde popülist olduklarını iddia etseler de, bu ikinci kategori aslında popülist değildi. Öyle ki teoride kapitalizme karşı olanlar bile pratikte “Manchester’li bir kapitalist gibi” davranıyordu.

***

Lenin 1850 ve 60’ların “miras”ları konusunda nüanslı analizler yaptıktan sonra, nesnel ve genel bir “popülizm” tablosu çizmiş ve hangi “miras”ı reddettiklerini daha somut bir şekilde ortaya koymuştur.

Lenin’e göre tutucu popülizmin üç ana tezi vardı. Birincisi, popülistler kapitalizmi  gerici, toplumsal çöküntüye yol açan bir sistem olarak görüyor ve bu yüzden ona karşı çıkıyorlardı. Buna karşılık köy cemaatlerini Rus toplumuna özgü toplumsal birimler olarak yorumluyor ve övüyorlardı. Bu nedenle de toplumsal ilerleme, onlara göre, ancak “Mir”lere (köy cemaatlerine) dayanılarak sağlanabilirdi. Bu düşünce ise onları nasyonalist, şoven seçeneklere götürüyordu. Nihayet üçüncü olarak da, popülistler, hukuki-siyasi kurumların ve düşünce sistemlerinin belli sınıfların çıkarlarına göre biçimlendiğini anlayamıyorlardı.

İşte Lenin’in eleştirdiği ve reddettiği “popülist miras” buydu. Buna karşılık, kendisi, gelişmelere “toplumsal ilerleme” açısından bakıyor ve bu bağlamda küçük, dağınık ve durgun koşullardaki köylüyü “hareketli proleter” haline getiren, şehirlerde el zanaatından mekanik üretime geçişi sağlayan ve emeğin toplumsal verimliliğini artıran kapitalizmi Rusya’da ileri bir adım olarak görüyordu. Nitekim söz konusu makaleyi kaleme aldığı 1897 yılında Rusya’da iç pasaportlar da kaldırılmıştı.

Oysa bunun da sınırları vardı. Lenin bu sınırları da, makalesinde övdüğü toplumsal ilerlemeci “popülist” yazarlar vesilesiyle ortaya koyuyordu. Aslında bunlar gelişmelere  “kapitalizm” sorunsalı içinde yaklaşmış ve 1850’lerin popülizmine göre “ilerleme yönünde büyük bir adım” atmış olsalar da, görüş açılarını “küçük üretici”nin dar ufuklarıyla sınırlamış ve orada kalmışlardı.  Buna karşılık “(Marx ve Engels’in) öğrencileri” Rusya’daki kapitalistleşme sürecini tarihsel diyalektik içinde bir aşama olarak görüyor, fakat aynı zamanda bu sömürü düzenini aşacak bir sistemin kavgasını da veriyorlardı.

***

Lenin, bu makalesinden iki yıl sonra, aynı kavganın devamı olarak, Rusya’da kapitalizmin gelişmesini çok ayrıntılı olarak ele almış ve sınıf kavgasının taktik ve stratejik esaslarını bu analize dayandırmıştır. Bu aşamada artık kapitalizmin tarihi misyonu değil, devrime hangi sınıfın öncülük edeceği sorunu ön plana çıkmıştı ve Lenin de popülistlerden çok kendi kampı içindeki bölünmelerle meşguldü.

20. yüzyılın başlarında artık kuşku yoktu; Rus toplumu hızlı bir kapitalistleşme süreci içindeydi; fakat bu kez de şu sorun ortaya çıkmıştı: Burjuvaları, işçileri ve yoksul köylüleri ortak bir cephede birleştiren bu süreç hangi yolu izleyecekti?

Ortada iki model vardı: Ya Prusya’da olduğu gibi, kapitalizm, evrim yoluyla, zengin köylülerin (Rus Junkerleri’nin) burjuvalaşması ile gelişecek ve bu durumda harekete liberal-monarşist soylular öncülük edecekti. Ya da süreç burjuva-işçi-köylü ittifakının “demokratik devrimi” ile tamamlanacaktı.  Bu durumda da ortaya devrimci cepheye hangi sınıfın öncülük yapacağı sorunu çıkıyordu. Plehanov için yanıt açıktı: Mademki yaşanan bir burjuva devrimiydi, doğal olarak buna da burjuvazi öncülük edecekti! Oysa Lenin bu görüşü “Marksizmi bayağılaştırmak” olarak niteliyor ve öncü güçleri “proletaryada ve köylü kitlelerinde” görüyordu.[2]

19. yüzyıl sonlarında Rus devrimcileri arasındaki tartışma ve hesaplaşma Rus gerçekleriyle sınırlıydı. Oysa bilim evrensel gerçekler peşindedir ve tarihi maddecilik de toplumsal planda evrensel boyutlu “eğilim yasaları” arar. Bu nedenle Rusya’da Marx’ın çalışmalarından haberdar bazı devrimciler onunla temasa geçmiş ve bu konulardaki düşüncelerini öğrenmeye çalışmışlardı. Marx’ın bunlardan Mihailovski’ye gönderdiği ve bir Rus dergisinde yayınlanan mektup gerçekten de Rus gerçeklerini aşan ve kapitalizme geçiş koşullarında yaşayan tüm toplumları ilgilendiren bir anlam taşımaktadır.

Aslında Rus popülistlerin Marx’a sordukları soru tarihi maddeciliği yaratan temel sorudan başka bir şey değildi: İlkel sermaye birikimi nasıl gerçekleşti? Modern sınıflar nasıl ortaya çıktı? Özel olarak da, Rus “Mir”leri, ilkel birikim ve toplumsal ilerleme açısından ne ifade ediyorlardı.

Görüldüğü gibi, sorun bu şekilde formüle edilince yanıt da sadece Rusya’yı değil, kapitalizm öncesi koşullarda yaşayan, köy cemaatlerinin canlı olduğu tüm toplumları ilgilendirir hale geliyordu. Türkiye’de de farklı kavram ve adlandırmalarla (Tanzimatçılık, Islahat hareketleri, köylülük ve köy kanunu, toprak reformu, tarım reformu vb.) iki yüz yıldır anlamaya ve çözmeye çalıştığımız sorun buydu. Bu nedenle Marx’ın 1877 Kasım’ında Rus popülistlerine verdiği yanıt Osmanlı gerçeklerine de ışık tutuyordu.[3]

Marx’ın yanıtı, daha önceki bir yazısında övmüş olduğu Rus yazar Joukovski vesilesiyle kaleme alınmıştı ve Rusya’da “köy cemaatleri”nin toplumsal dönüşümdeki yeriyle ilgiliydi.  Soru şuydu: “Mir”ler, bazı liberal iktisatçılara göre kapitalizme engel oldukları için, aniden yok mu edilmeliydi?  Yoksa “bunların azabına katlanmadan, meyvelerinden yararlanmak ve olumlu taraflarını geliştirmek” daha iyi mi olacaktı? Kapitalizmin acılarını çekmeden, “Mir”ler aracılığı ile doğrudan sosyalizme geçmek mümkün müydü?

Marx yanıtında, önce alaylı bir dille “Joukovski Mahkemesinde” yargılanmayı reddediyor, sonra da kimseyi düşüncesini “keşfetmek” zahmetine sokmamak için kendi duruşunu şöyle açıklıyordu.  Kendisi Rusya’daki iktisadi gelişmeleri anlamak için Rusça öğrenmiş ve sonra da uzun yıllar Rus resmi yayınlarını ve konuyla ilgili diğer yayınları izlemişti. Vardığı sonuç şuydu: “Eğer Rusya 1861 reformundan itibaren izlediği yolu izlemeye devam ederse, tarihin bir halka arz edeceği en güzel şansı kaçıracak ve kapitalizmin tüm kaçınılmaz gelişmelerini yaşayacak(tı)!”. Düşünür daha sonra da, Kapital’den de alıntılar yaparak, “çığır açıcı her devrimin” doğrudan üreticinin üretim araçlarından kopmasıyla gerçekleştiğini ve bunun da bir yandan işçi sınıfının, öte yandan da üretim araçlarına sahip olan burjuvazinin doğuşuna yol açtığını söylüyordu.

Bu süreç Batı Avrupa’ya özgü kapitalistleşme süreci idi ve o ana kadar köklü bir dönüşüm de sadece İngiltere’de yaşanmıştı. Başka bölgelerde de ancak serf, köle ve küçük köylülerin proleterleşmesi ile egemen hale gelecek ve sonunda da toplumsal emeğin üretici gücünü geliştirerek kapitalist mülkiyetin yerini toplumsal mülkiyetin aldığı yeni bir iktisadi düzene dönüşecekti.

Marx’ın Rusya konusunda söylediği ise şuydu: “Eğer Rusya da diğer batı ülkelerine benzer şekilde kapitalist bir ulus olmaya çalışıyorsa -ki son yıllarda da yönde büyük çabalar sarf etti- öncelikle köylülerinin önemli bir kısmını proleter haline getirmeden bunu başaramaz. Bu gerçekleşip, bir kez kapitalizmin sultasına girince de, diğer halklar gibi onun tüm acımasız kanunlarını yaşar. Hepsi bu kadar!”.

Marx’ın temel görüşü buydu; fakat yorumu bazı “sosyalistler” tarafından genelleştirilmiş ve Batı Avrupa’ya özgü olan süreç bir “tarih felsefesi”ne dönüştürülmüştü. Ve bundan da evrensel açılımlı sonuçlar çıkarılmıştı.  Bu durumda Marx, kendi adına yapılan bu genellemenin “kendisini haddinden fazla onurlandırdığını, fakat bir o kadar da utandırdığını” söylüyordu. Çünkü böyle bir genelleme yanlıştı. Tarihte her “ilkel birikim”, yani köylünün mülksüzleşmesi süreci, kapitalizme yol açmamıştı. Bunun her çağa ve topluma göre değişen koşulları vardı. Örneğin Eski Roma’da da küçük toprak sahibi özgür köylü durumunda olan plebler topraklarını kaybetmişlerdi. Ne var ki bu durum kapitalizme değil, bir yanda işsiz güçsüz kitlelerin, öte yanda da köleliğin oluşmasına yol açmıştı. Buna karşılık, kapitalizm, Batı Avrupa’ya özgü tarihsel koşullar içinde gelişmişti. Oysa bu da tarihte yepyeni bir durum yaratıyordu. Artık geri kalmış toplumlar, “kapitalizmle çağdaş oldukları için” beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya idiler. Nitekim Marx, dört yıl sonra da başka bir Rus yazara yanıt verirken bu özel koşullara dikkati çekecek ve şunları yazacaktır: “(Rusya’da) bazı özel durumların bir araya gelmesiyle, ulusal planda yaygın olan köy cemaatlerinin zamanla başlangıçtaki özelliklerini kaybederek, tüm ülkede doğrudan kolektif üretim unsurları haline gelmeleri mümkündür. Teorik olarak bunun mümkün olmadığını söyleyenlerin, Rusya’nın buhar makinesini, demir yollarını vb. kullanmak için Batı’daki gibi uzun süre mekanik sanayinin doğmasını beklemek zorunda kalmadığını, aynı şekilde “Batı’da gelişmeleri yüzyıllar alan banka ve kredi kurumlarının burada göz açıp kapanana kadar kurulduğunu” unutmamaları gerekir.[4]

Bütün bu tartışmalarda, arka planda, toplumsal gelişmelerde devrimci ve evrimci yolların ağırlığı sorunsalı yatıyordu ve Marx tüm açıklamalarında Kapital’e yazdığı önsözde ifade ettiği şu sözlere sadık kalmıştı: “Bir ulus başka bir ulusun tarihinden dersler çıkarabilir. Fakat bir toplum kendi hareketini yönlendiren doğal kanunun izini keşfettiği anda dahi, doğal gelişmesinin aşamalarını bir takım kararlarla yok edemez, ya da bunları bir sıçramayla aşamaz. Buna karşılık mayalanma süresini kısaltabilir ve doğum sancılarını azaltabilir.”[5]

Marx, Rus devrimcilere işte bu “yasa”yı anlatmaya çalışmıştı. Onlara, dolaylı şekilde, “Siz eski Romalılar değilsiniz”, der gibiydi; “kapitalizmin doğmuş olduğu bir dünyada yaşıyorsunuz! Böylece bu tarihi şansı kullanıp, onların yüzyıllarını almış bulgularından hemen yararlanabiliyorsunuz. Bu koşullarda köy cemaatlerini de ilerici yönde geliştirerek Batı’da yaşanan ‘doğum sancılarını’ azaltabilirsiniz! Zaten bu yönde hayli mesafe de kat etmiş bulunuyorsunuz!” .

Marx’ın 1870’lerde Ruslara verdiği ders buydu. Üstelik bu ders sadece Ruslar için değil, o sırada tüm geri kalmış dünya – ve özellikle Osmanlılar- için de geçerliydi.[6] Oysa bu ayrı bir konudur ve ”toplumsal ilerleme” tarihimizde hangi “devrimci miras”a sahip çıkıp, hangisini reddedeceğimiz sorunu, konuyu siyasal ve kurumsal gelişmeler alanına sıkıştıran burjuva tarihçiliği yaklaşımıyla değil,  tarihi maddeci öğreti ışığında yeniden ve özgürce tartışılmalıdır.

[1] Lenin (1971), Quel Héritage Renions Nous?, Oeuvres Choisies, Moskova, Editions du Progrès, c. I, s. 71-105. (Yazı 1897 sonlarında, Lenin sürgündeyken yazılmış, ilk kez 1898’de yayınlanmıştır).

[2] Lenin (1977), Le Développement du Capitalisme en Russie; Paris, Editions Sociales, (Lenin’in eserin birinci (1899) baskısına yazdığı önsözden).

[3] Marx, K. (1973), Lettre à la Rédaction des “Otétchestvenniye Zapisky”. Sur Les Sociétés Précapitalistes; Paris, Editions Sociales, s. 349-352.

[4] K. Marx 1881 yılında da Rus devrimci Vera Zassoulitz’in yine Rus köy cemaatleri hakkındaki sorusuna yanıt vermiş, fakat üç ayrı taslak üzerinde çalıştıktan sonra, rahatsızlığını ileri sürerek, 8 Mart 1881 tarihli kısa bir yanıtla yetinmişti. Sur Les Sociétés Précapitalistes, s. 318-342.

[5] Marx, K. (1969), Le Capital, c. I; Paris, Garnier-Flammarion, s. 37.

[6] Burada ekleyelim ki Osmanlı toplumu hakkında aydınlatıcı analizler yapan Marx, hayatının son yıllarında da Osmanlı toplumunda “köy cemaatleri”ni incelemek amacıyla Osmanlıca öğrenmeye çalışmıştı. Marx ve Engels’in Osmanlı Devleti ile ilgili yorumlarını “Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu” (Yordam, 2012) başlıklı kitabımda özetlemeye çalışmıştım

Comments are closed.

0 %