Türkiye 28 Şubat sürecinden bu yana büyük bir dönüşümden geçti, geçiyor. 1923 Cumhuriyeti’nin halkçı, kamucu, aydınlanmacı tüm ilerici kazanımları önemli ölçüde aşındırılıp ortada kaldırıldı veya başkalaştı. Bu süreç, aynı zamanda siyasal İslamcıların sistemi merkezine geçtiği ülkenin en uzun süreli iktidarını görürken Kürt ayrılıkçılığının da sisteme bağlanacağı bir çözümün arayışlarıyla geçti. Artık “kimsesizlerin kimsesi olan” bir cumhuriyet yok, yerine kurulan bu rejim bir bezirganlar rejimi. Kabullenilmesi zor olsa da geldiğimiz noktanın acı özeti bu.
Şimdi bu dönüşüm sürecinde yeni bir aşamaya geliyoruz. Yakın bir zamana kadar bu projenin tek sahibi gözüken AKP iktidarı uzun bir süredir yenilmezlik halinden çok uzakta ve ülkede uzun bir aradan sonra ilk defa bir iktidar değişikliği bekleniyor. Bu iktidar değişikliği ihtimaline karşı direnç gösteren iktidar tüm imkanları zorlayarak ve her yola başvurarak muhalefeti ve cumhurbaşkanı adayını ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bununla paralel olarak Kürt sorununda yeni bir çözüm süreci açılmış durumda ve kendi kanallarında ilerletiliyor.
Tüm bunların bağlandığı yeni aşama ise yeni rejimin ve bu dönüşümün kurumsal olarak yerleşmesi anlamına gelecek bir yeni anayasanın yapılması olmak üzere kamuoyunda tartışılıyor. Türkiye yönünü arıyor. AKP iktidarında cisimleşen egemen güçler, CHP etrafında kümelenen arayışlar ve 1923 Cumhuriyeti’nin ilerici kazanımlarını korumak isteyen bir halk hareketi…
İşte bu tabloda, bir yandan hem bu halk hareketinin hem de sosyalistlerin AKP-CHP blokları arasında heba olmadan var olabilmeleri diğer yandan da 1923 Cumhuriyeti’nin ilerici kazanımlarının daha fazla aşındırılmasına dur diyerek ilerletmek adına yapılması gerekenleri tartışmak üzere; “2. Cumhuriyet’in istibdat rejimine karşı mücadelede ne gerekiyor?”, “Toplumsal tepkilerin parlamentodaki muhalif partiler tarafından kapsanması mümkün müdür?”, “AKP ve CHP arasındaki salınımda Türkiye ABD/AB eksenlerinden çıkabilir mi?”, “Bağımsız, laik, eşit, özgür bir ülke nasıl kurulur?”, “Yeni bir devrim, yeni bir cumhuriyet mümkün mü?” gibi soruların cevabını aradık.
Sanırım bu soruların tamamına cevap vermek bir yazının boyutlarını aşıyor. Belki bir parti programı gerektiriyor. Çünkü bütün tabloyu değiştirecek, sorulan sorular dahil zemini yeniden tarif edecek bir özne olmadan, ortada bir cevap da olmayacak.
Türkiye’de soruda tarif ettiği gibi bir istibdat rejimi var. Ancak unutmayalım, bu tür rejimlerin, tarihte yaşayan her şey gibi, somut varoluş gerekçeleri vardır. Haliyle kişilerin şahsi seçimleriyle açıklanamazlar.
Türkiye uzun süren bir yönetme kriziyle karşı karşıya kaldı. Görünürde güçlü iktidar uzun yıllar boyunca çeşitli ittifaklara dayandı. İttifak ortaklığı, kimi zaman cemaat görüntüsü altında kimi de MHP gibi siyasi partiler eliyle tamamlandı. Gelgelelim yönetme bunalımı hiç bitmedi. Kırık dökük kurumlarla yönetme biçimi, iktidarın istekleriyle karşı karşıya gelince, çözüm iktidarı her açıdan tekleştirmekte bulundu. İşte istibdat rejimi bunun sonucudur. Meclis’in, yargının, bürokrasinin itirazlarının olmadığı öte yandan her türlü muhalefetin sopayla durdurulduğu itirazsız bir yönetme biçimi…
İyi haber, halkın çoğunluğu böyle bir yönetme şeklini kabul etmiyor. Zira yaşanan her krizin bu rejimden kaynaklandığını görüyor. Düşünün, orman yangınları sırasında Atatürk’ün kurduğu THK’nın uçakları bu işleyişten ötürü kenarda bekliyor. Ya da deprem felaketinin ardından askerin müdahale edemediğini yaşayarak öğreniyor. Öte yandan yıllardır hür yaşamış hür yaşayan halk; istediği biçimde yaşama, örgütlenme, söz söyleme şeklini terk etmek de istemiyor. İyi haber bu.
Kötü haber ise bunu değiştirmek için örgütlenmek, mücadele etmek, müdahale etmek gerekirken henüz böyle bir öznenin ortada olmadığı gerçeği. Muhalefet hem yetersiz hem örgütsüz hem de sürece müdahale etme yeteneğinden yoksun. Bu da istibdat rejimini olduğundan güçlü görünür hale getiriyor.
Bugün Saraçhane eylemleri ve sonrasında yaşadıklarımız bunun en can alıcı örneği. Saraçhane’de toplanan kalabalığın eleştirisi, elbette İmamoğlu’na yapılan hukuksuzluktan ibaret değildi. Kitleler İmamoğlu’na yapılanlar üzerinden sisteme dair bütün itirazlarını gösterme fırsatı buldu. Nitekim kitle hareketleri böyle değil midir? Sisteme karşı reddiyeler kendilerine bir ancak akacakları bir zemin bulduğunda ortaklaşır. Bu da aslında ağaçtaki yere en yakın elmadır. En tepedeki kırmızı istense de tüm eller buna uzanır.
Öte yandan bu hareketin kalıcı, sonuç alıcı, devamlı olabilmesi için toplumu hareket ettirecek bir özne gerekir. Özne; kapsayıcı, eylemle öğreten, hedef gösteren, gerektiğinde sınır çizen ve yeniden tarif eden olmalıdır. Henüz bu gelişkinlikte bir muhalefet olmadığını Saraçhane’de gördük. Kalabalığın tepkilerinin bu yüzden yalnız iktidara değil, muhalefete olduğunu da… Haliyle parlamentoya sıkışmış muhalefet, toplumsal mücadeleyi kapsayamıyor.
Bugünkü muhalefet-iktidar çizgileri arasında fark yok demek haksızlık olur. Ama aralarındaki farkın bir düzen değişikliği olmadığını söylemezsek de gerçeğe ihanet etmiş oluruz. Zira Meclis muhalefeti, iktidarı değiştirmeyi öneriyor ama dış politikada, sınıf ilişkilerinde, sistemin temel yönelimlerinde devrim vaat etmiyor. Haliyle bu muhalefet bugün için umut gibi görünse de yarın için eski düzeni yeni adlar altında sürdürecek bir ufuk gösteriyor. Sorunu çözmeyi öneriyor, ama sorunu ortadan kaldırmaktan bahsetmiyor.
Her şeye rağmen aklın iyimserliğinden vazgeçmemek için gerekçe var. 23 yıllık uzun iktidarı boyunca her adımını kendi güçsüzlüğünden alan, toplumda sopasız rıza kuramayan, kültürel ya da ekonomik hiçbir istikrarlı yapı yaratamamış, topluma yoksulluğu gerekçelendirmekten başka bir gelecek vaat edemeyen sistemin ebedi olmadığı açık. Bunu dönüştürmek için laiklik, Cumhuriyet, aydınlanma, hukuk gibi alanlarda verilecek mücadeleyi, eşitlik mücadelesiyle birleştirmek gerektiği de. Bugün neredeyse tek itiraz noktası halk olmuş durumda. Haliyle halka dayanan bir mücadelenin sonuç almayacağını düşünmek için gelecekten vazgeçmiş olmak gerekiyor. Oysa geleceği ancak bugünü yaratma mücadelesi verenler kurabilir.
AKP’nin 23 yıla yaklaşan iktidar serüveni adlı adınca bir karşı devrim sürecidir. 1923 Cumhuriyetinin tasfiye edildiği bu süreç aynı zamanda, Türkiye kapitalizminin, Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda yeniden yapılanma sürecidir. Başkanlık rejimi ile cisimleşen, yürütmenin mutlak gücüne dayanan, yargının tam anlamıyla bir sopaya dönüştürüldüğü, yasamanın ise etkisiz kılındığı yeni rejim istibdat tanımlamasını fazlasıyla hakkediyor. Böylesi bir istibdat rejimini kuran AKP’nin ‘’Milli irade’’ söylemini dilinden düşürmemesi ise ironiktir. Ancak Milli irade dedikleri manüple edilmiş, şaibeli seçim sonuçlarından öteye gitmiyor. Bunun da ötesinde seçim sonuçlarını dahi tanımayan ya da kayyum atamalarıyla seçme ve seçilme hakkını ayaklar altına alan bir Milli irade anlayışı ile karşı karşıyayız.
2. Cumhuriyetin temel karakterini ortaya koyması açısından yasama, yürütme ve yargı erkinin yeniden nasıl yapılandırıldığı ve başkanlık sisteminin karakteri önemli. Ancak buraya eklenmesi gereken kritik noktalar var. Kurulan istibdat rejimi aynı zamanda sermayeye dikensiz gül bahçesi sunmuştur. Ülkenin bütün kaynakları yerli ve yabancı sermayenin emrindedir. Emek sömürüsü katmerlenmiştir. Açlık sınırında belirlenen asgari ücret milyonlarca emekçinin ortalama ücreti olmuştur. Sendikal örgütlenme suç sayılmakta, grev gibi en temel kazanılmış haklar Cumhurbaşkanı kararıyla askıya alınabilmektedir. Yine sermayenin çıkarları doğrultusunda bölgede emperyalizmin savaş ve işgal politikalarına eklemlenen bir rejim var karşımızda. Ve elbette bu yeni rejimin gerici karakterini unutmamak gerekiyor. Bugün tarikat ve cemaatlerin iktidar ortağı haline geldiği, Diyanet’in, ticaretten, aile yaşantısına, sosyal yaşamın düzenlenmesinden, çevre politikalarına kadar girmediği alan kalmamıştır.
Özetle bu tespitler ışığında nasıl bir mücadele hattı sorusunu sormak ve yanıt aramak gerekiyor. Bütün bu sürecin baş siyasi aktörü Adalet ve Kalkınma Partisidir. Ancak bugün iktidarıyla muhalefetiyle TBMM’de temsil edilen düzen partilerinin 2. Cumhuriyet kurulurken önemli dönemeçlerde, değişik siyasi kaygılarla bu süreci desteklediği, sessiz kaldığı ya da dolaylı olarak AKP’nin değirmenine su taşıdığı bir gerçek.
Bir başka gerçek ise 2. Cumhuriyet’in karşılaştığı toplumsal direnç. Bu direnç Cumhuriyet Mitinglerinde cisimleşmiştir. Bu direnç örneğin zaman zaman işçi sınıfından gelmiştir, TEKEL işçilerinden gelmiştir. Gezi’de milyonların sokak eylemlerinde bu ülkenin ilerici birikimi boyun eğmediğini göstermiştir örneğin. AKP’li yıllar boyunca gericiliğe teslim olmayan kadınlar, geleceksizliğe isyan eden gençler, üniversiteliler, liseliler 2. Cumhuriyet’in ve İstibdat rejiminin karşısına dikilmişlerdir. 19 Mart sürecinden sonra ortaya çıkan toplumsal tepki de aynı direncin devamıdır.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus bugüne kadar AKP’nin muhalifi olduğunu iddia eden ama asla ‘alternatifi’ olamayan, sermayeye sırtını yaslamış, emperyalist projelerin bir parçası olmaktan beis duymayan, tarikat ve cemaatleri STK, laikliği yaşam tarzı olarak gören, özgürlükçülük kisvesi altında gericiliğe alan açan siyasi öznelerin siyaset sınırlarına hapsolmamak.
Gezi sonrası ‘tatava yapma bas geç’ diyenler, ‘yok bu işin sağı solu’ diyerek sağcılığa alan açanlar, altılı- yedili masalarla gericilere meclisin yolunu döşeyenler bu ülkenin ilerici birikimini taşıyamaz. Toplumun mücadele azmini sırtlanamaz.
Bugün Türkiye bir yol ayrımındadır. 2. Cumhuriyet kurulmuştur ve İstibdat rejimi tesis edilmiştir. Sıra bu rejimin anayasasını yapmaya gelmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi adım adım hayata geçerken Türkiye’nin bölgede etkin şekilde yeni savaş ve işgal planlarının bizzat uygulayıcısı olması istenmektedir.
Öte yandan bu ülkenin cumhuriyetçi, ilerici, yurtsever yurttaşları, kadınlar, gençler, emekçiler, işçiler yani milyonlar istibdat rejimine hayır demeye devam ediyor. Bugün milyonlar, eşitlik, bağımsızlık, özgürlük, adalet, laiklik ve emek kavgasında bir araya geliyor. Demek ki mücadele eksenini buradan kuracağız. Bu mücadele ekseni düzen muhalefetini aşar. Bu mücadele ekseni yeni bir yolun döşenmesiyle, bağımsız devrimci, sosyalist bir hattın açılmasıyla gerçek bir alternatif haline gelebilir. Şimdi kolları sıvamak ve yeniden yola koyulmak vaktidir. Emekçilerin iktidarı, laik, bağımsız, eşit ve özgür bir ülke, yeni bir cumhuriyet ve Sosyalist Türkiye için…
Birbirleriyle bağlantılı, daha doğrusu iç içe olan bu soruları yanıtlamadan önce genel bir değerlendirme yaparsam tekrarlardan uzak durabileceğimi düşünüyorum.
Yeni bir ülke veya yeni bir düzen kurulması esas olarak yönetenler ve yönetilenler arasındaki mücadeleye bağlıysa da henüz koşulların yeterince oluşmadığı durumlarda egemen güç içindeki çelişkilerin nesnel değerlendirmesi önem kazanır. Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca büyük burjuvazi içerisinde iki farklı eğilim vardır. İlki, karma ekonomiden yana, laik, yurtta barış dünyada barış diyen ‘devletçi-seçkinci’ eğilim; diğeri özelleştirmeci, dinci, yayılmacı ‘gelenekçi-liberal’ eğilim. [*] Bu ayrım, sınıfsal ve uzlaşmaz değil, sadece burjuvazinin günün koşullarına göre bir tercihidir; yani her an değişebilir. İki durumda da amaç, kapitalizmi görünmez kılarak, iş gücünü disipline etmektir. Emperyal güçler de sıkı bağları nedeniyle bu ikiliğin çok uzağında değildir.
Diğer yandan, yeni bir düzenin kalıcı olabilmesi için eski düzenin paylaşım kurallarını çöpe attıracak, geri dönüşü olanaksız kılacak bir bilimsel ve teknolojik gelişim gerekir. Aksi takdirde iktidarın sürekliliği sadece iradeye bağlı olur ki bu da Paris Komününden başlayarak günümüze dek uzanan tüm geri dönüşlerin nedenidir. Ancak bu söylediklerim ‘oturalım, bilimsel devrimi bekleyelim’ anlamına gelmez çünkü toplumsal mücadele, bilimsel devrimi çağıran en önemli etkendir; yani aralarında sıkı diyalektik bir bağ vardır. Bugün geniş halk kitleleri içerisinde ise ‘ne istenmediği’ çok belirginken, ‘ne istendiği’ ise aynı derecede belirsiz. Yaşanan sıkıntıların kapitalizmle bağının net bir biçimde görülmüyor.
Şimdi bu genel girişin ışığında sorulara kısa yanıtlar verilebilir:
– İstibdat rejimine karşı mücadelede esas hedefin kapitalizm olduğu, yönetim biçiminin kapitalizmin gereksinimlerine en uygun olduğunu düşündükleri için tercih edildiğini görmek ve vurgulamak gerekiyor. Daha doğrusu, bu perspektifi yitirmeden yürütülecek mücadele hedefe yönelik olacaktır. Ancak kapitalizmi görmeden, sadece var olan iktidara karşı mücadele de eksik olsa da değerlidir, göz ardı edilmemelidir.
– Gerçek anlamıyla kapsaması olanaksız çünkü sisteme (kapitalizm) karşı mücadele, onun kurumları aracılığıyla sonuca ulaştırılamaz. Ancak, istibdat rejimine karşı her mücadele, var olan kazanımlardan geri dönmeme mücadelesi (buna parlamentodan geri adım atmama mücadelesi de dahil) kıymetlidir. Muhalif partilerin meclis içi çabaları, bu açıdan bakıldığında anlam kazanır. Elbette tüm umudu buraya bağlamanın yanlış olduğunu da vurgulamak gerekir.
– AKP ve CHP tam olarak yukarıda aktardığım büyük burjuvazi içerisindeki iki eğilime denk gelir. Böyle olunca sınıfsal yapıları, sınıfın ‘var oluş’ bağlarından olan ABD/AB ekseninden çıkmalarına olanak vermez.
– Bağımsız, laik, eşit, özgür bir ülke, elbette mücadeleyi her alana taşıyarak ve her alanda esas sorunun kapitalizm olduğu gerçeğini bir an bile unutmadan yapılabilir. Düzen değişikliği sadece ekonomik düzene karşı değil, egemenin inancına, felsefesine daha genel bir deyimle kültürüne karşı yapılmalıdır.
– Elbette olası ama Paris Komününden başlayarak, Slovak Sosyalist Cumhuriyeti, Bavyera Konseyler Cumhuriyeti, sonrasında Sovyet, Çin devrimleri, Küba, Vietnam deneyimleri sadece iktidara gelmenin değil, geriye dönüşü olanaksız hale getirecek mekanizmalar üzerinde de düşünmeyi gerektiriyor.
[*] Bu ayrımı Emre Kongar yapmıştı.
Ülkemizde adını istibdat rejimi olarak koymakta beis görmeyeceğimiz bir rejimin olduğu açık. Şimdi bu rejim sermaye iktidarının bir biçimi olarak karşımızda yer alıyor. Güncel olarak rejimin yerleştirilmesi iktidar bloğunu oluşturan Cumhur İttifakı için kendi geleceklerinin garanti altına alınması ile eşdeğer hale gelmiş durumdadır. Öyle bir noktaya gelindi ki, Devlet Bahçeli ile Abdullah Öcalan arasında rezonans hat safhaya çıktı, Türk İslâm sentezi ile Kürt İslâm sentezinin bileşkesi üzerinden İkinci Cumhuriyet dediğimiz yapı ayakları üzerine doğrultulmaya çalışılıyor. Kürt sorununda çözüm denilen bir ortamda, hukuksuzluğun zirveye ulaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Piyasacılık tam gaz devam ediyor, laikliğin tasfiyesi için atılan adımlar hız kesmiyor.
Diğer yanda ise emperyalizme tam boy bağımlılığın devam ettiğini ve istibdat rejiminin temel dayanağını buradan aldığını ortaya koymalıyız. ABD’deki Trump yönetimi ile kurulan ilişkilerden iki tarafın da duyduğu yüksek memnuniyet, AB’nin güvenliğinin Türk askeri tarafından üstlenilme arayışının AKP iktidarı tarafından ifade edilmesi, Suriye gündemine emperyalist siyonist çizgi doğrultusunda alınan tavırlar, 19 Mart darbesi ile ilgili CHP’nin “dışarıdan” destek araması bunun en önemli örnekleri olarak sayılmalı.
Bu noktada AKP ile CHP arasında salınım yaşayan Türkiye’nin karşısında emperyalizmden kopuş dinamiklerinin nasıl şekilleneceği sorusu yer alıyor. Çünkü istibdat rejiminden kurtuluşun için emperyalizmle de güçlü bir toplumsal mücadeleyi gerektiriyor. Oysaki, bugün hukuksuzluk ve siyasal alanın daraltılması başlıklarının muhatabı olan CHP’nin AB’den arayış içerisinde olmasını istibdat rejiminden kurtuluşu kolaylaştıran bir parametre olarak değerlendirmek oldukça zordur.
Dolayısıyla istibdat rejimine karşı mücadele emperyalizme karşı duruşu, laiklikten vazgeçilmemesini ve emekçilerin çıkarları adına kapitalizme karşı mücadeleyi mutlaka içermeli. Türkiye’de solun bağımsız karakterini ortaya koyan bu hat aynı zamanda kendini yeni bir cumhuriyet mücadelesi toplumsallaştırmalıdır.
Buradan hareketle, içinde bulunduğumuz dönemde yükselişe geçen toplumsal tepkilerin parlamentodaki muhalefet tarafından kapsanıp kapsanamayacağı bir soru olarak ortada duruyor. Yeni rejimde ve burjuva anlamda dahi olsa hukukun askıya alındığı bir dönemde Meclis siyasetinin Türkiye’de siyasete yön vermek açısından sınırları olduğu açık. Ancak bu durum temsili demokrasinin tamamen çöpe atıldığı anlamına gelmiyor.
Bugün Türkiye’de düzen muhalefetini merkeze alırsak bu odakların toplumsal tepkileri dönemsel olarak kapsayacağını, ancak onları kapsayarak aşamayacağını ortaya koymak gerekmektedir. Bunun örneği son süreçte görünür olmuştur. Öğrenci hareketi CHP’nin siyasi çizgisini aşan bir karakter sergilemiştir. Böyle bir dönemde Türkiye’de solun işte böylesi bir ortama müdahale koşulları mevcuttur. O açıdan da solun düzen muhalefetinden bağımsız hattının kurulması esastır. Solun bir kesiminin bu anlamıyla düzen muhalefetine olan bağımlı karakteri önemli bir yetersizlik nedeni olarak görülmelidir.
Böylesi bir dönemde, ülkemizde yeni bir cumhuriyet için mücadele dinamiklerinin ortada olduğunu, toplumsal olarak karşılığının bulunduğunu yakın zamanda görmüş bulunmaktayız. Yeni bir cumhuriyetin ilanı içinse yeni bir devrimci sürecin yaşanması gerektiğini düşünüyoruz.
1923 Cumhuriyeti’ni reddedenlere inat Türkiye’nin kuruluşundaki devrimci dinamikleri geleceğe taşımanın tek yolu sosyalist bir ülke mücadelesinden geçiyor. Ancak bununla birlikte 1923 Cumhuriyeti’ne geri dönüş ya da onun yarıda kaldığı düşüncesi üzerinden sermaye düzeninin restorasyonunu savunan çizgileri kabullenmek de doğru olmayacak.
Yeni bir Türkiye ancak yeni bir devrimin eseri olacaktır. Türkiye’de yeni bir cumhuriyet mücadelesi, emekçilerin laik, bağımsız ve sömürünün kalktığı bir cumhuriyetin kuruluş mücadelesi olacaktır.
Ülkemizin tüm ilerici, laik, cumhuriyetçi kesimleri, işçileri, gençleri, aydınları bu mücadelenin öznesi olmaya aday olduklarını son bir aydır sokaklarda ortaya koymuş durumdalar.
Türkiye sol, sosyalist hareketinin görevi bu kitleleri körelmiş siyasal noktalara değil solun canlı siyasal ortamlara dahil etmektir. Bağımsız, laik, eşit ve özgür bir ülkenin kuruluşu için atılması gereken güncel adımlar bu şekilde tarif edilebilir.
2. Cumhuriyet’in istibdat rejimine karşı mücadelede ne gerekiyor?
En başta, sermaye gericiliği ile siyasal-dinsel gericiliğin, emperyalist taşeronculukla ilkel milliyetçiliğin güncel sentezi olan mevcut rejime karşı mücadeleyi, adıyla sanıyla, etiyle kemiğiyle, emekçi-sosyalist karakterdeki bir yeni cumhuriyet hedefiyle yürütmek gerekiyor. Daha azına razı olmanın, azı kazanmanın da engeli olduğu bilinciyle… Birincisi bu.
İkincisi, 1923’de kurulan cumhuriyetin, en başta laik devlet niteliğiyle son 23 yılda AKP ve müttefikleri eliyle tasfiye edildiği açık olmakla birlikte, bu sonucun yalnızca AKP’nin eseri olmadığını, rejim çürüdüğü için bu kadar kolay çözüldüğünü unutmayalım. Kabaca son yarım yüzyılda Kemalist cumhuriyet kuruluş ilkelerinden adım adım uzaklaşarak gericileşti. NATO üyeliği, anti-Sovyetik/anti-komünist eksen, “ılımlı İslam” vurgusuyla yenilenmiş Türk-İslam sentezi ve nihayet 12 Eylül 1980 darbesi sürecin kilometre taşlarıdır. Sonuç, cumhuriyetin devlet katında en gerici sürümüyle kurumlaşırken toplum çoğunluğuna yabancılaşmasıdır.
İyi haber ise 23 yıllık AKP iktidarına karşı biriken ideolojik-siyasal tepkinin, “cumhuriyetin halklaşması” diyebileceğimiz, seküler bir toplumsallığa bir bakıma kendiliğinden yükselmiş olmasıdır. Bu yükseliş, bileşenlerinin bilinç düzeylerindeki farklılık ve hatta çelişkilere rağmen sınıfsal kompozisyonu ve arayışın yönü itibariyle kesin biçimde emekçi, seküler ve özgürlükçü bir karakter taşıyor. Sosyalistlerin bu olanağı değerlendirmesi gerekiyor.
Toplumsal tepkilerin parlamentodaki muhalif partiler tarafından kapsanması mümkün müdür?
Bu soruyu, izninizle biraz değiştirerek yanıtlayacağım. Siyasetin boşluk tanımayacağı kuralı çerçevesinde düşünürsek, toplumsal tepki ve hatta infiali başka bir hedefe, kanala çevirecek güçler etkisizse düzen partileri tarihte hep gördüğümüz gibi kapsar gibi görünebilirler. Ne var ki, bu partilerin hiçbirinin, biriken tepkiyi gerçek amaç ve özlemleri ile siyasete taşıyacak programı, siyaset tarzı, eylem çizgisi hatta niyeti yok. Kısacası, geçici olarak kapsıyor gibi görünseler de taşıyamazlar.
AKP ve CHP arasındaki salınımda Türkiye ABD/AB eksenlerinden çıkabilir mi?
Çıkamaz. Bu iki düzen partisi arasında ABD ve AB başlığında hiçbir temel fark yok. Açık konuşmak gerekirse Ukrayna savaşından bu yana Kılıçdaroğlu CHP’sinin, Altılı Masa’nın, dışişlerinin sicilli Amerikancı Namık Tan’a havale edildiği bugünkü CHP’nin kraldan fazla kralcı, AKP’den bile daha NATO’cu olduğunu söyleyebiliriz. AKP ise, yine Ukrayna savaşından kabaca 2023’e kadar sürdürmeye çalıştığı ABD-Rusya arasında denge gözeten siyasetinden tümüyle uzaklaştı. Erdoğan’ın ülkeyi yönetme, ekonomiyi döndürme yeteneği zayıfladıkça, ABD ve AB’ye bağımlılığı, hatta teslimiyeti artıyor.
Öte yandan, dünya, ABD-AB ilişkilerini de içine alan küresel bir kaos ve türbülans içinde. Eski blok ve ittifaklar içlerinden çatırdıyor. Bu yeni durum şu anda öngöremediğimiz çelişkili sonuçlara yol açabilir.
Bağımsız, laik, eşit, özgür bir ülke nasıl kurulur?
İlk soruya verdiğim yanıt doğrultusunda, böyle bir ülkeye ancak daha fazlası için, sosyalist bir cumhuriyet için mücadele program ve pratikleriyle, bu talepleri kapsayan ama aynı zamanda aşan bir ideolojik pratik eleştiriyle varılabileceğini düşünüyorum. Devrime ve sosyalist iktidara ulaşmadan bu hedeflerde hiçbir ilerleme, kazanım sağlanamaz demiyorum. Yıllardır içinde debelenip durduğumuz kısır döngüyü kırmanın yolu kanımca bu hedeflerin sahici savunucusu olan güçlerin, yani solcuların, devrimcilerin, komünistlerin devlet ve düzen partileri üzerinde aşağıdan bir yaptırım gücü, toplumsal basınç kurmalarından geçiyor. Siyasal iktidarı tümüyle fethetmeden önce, hedefler yolunda kazanım elde etmenin biricik yöntemi ölümü gösterip sıtmaya razı etmektir.
Yeni bir devrim, yeni bir cumhuriyet mümkün mü?
Devrimci durumun hızla oluşmakta olduğu bir uğraktayız. Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor, yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyor ve kitlelerin bağımsız tarihsel eylem enerjisi büyüyor. İlk ikisi tamam, üçüncü öğe henüz süreklilik ve kararlılık anlamında olgunlaşmış değil. Sorunumuz devrimin nesnel koşullarında değil, siyasal bilinç ve örgütlülük anlamında öznel koşullarda.
Dünya tarihi bize, depremlere benzer biçimde devrim zamanlarının önceden bilinemeyeceğini öğretiyor. Öncü sarsıntılar ise devrime hazırlanmak için zamanımızın daraldığını gösteriyor.
Son söz ve kısa yanıt olarak, yeni bir devrimin, yeni bir cumhuriyetin yalnız mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu düşünüyorum.
Beştepe’nin 19 Mart İBB operasyonuna karşı yükselen, üniversitelilerin başını çektiği bir gençlik hareketi olarak ortaya çıkan, daha sonra Yozgat’taki çiftçi eylemlerinde kendini gösteren kitlesel tepki dalgası Türkiye siyaset yaşamını bir bütün olarak hazırlıksız yakaladı. Bundan iki ay önce kimse, bu dalganın içindekiler bile, böyle büyük bir halk hareketinin boy vereceğini tahmin edemiyordu, tıpkı 2013 yılında, Gezi’de olduğu gibi.
Üstelik bu kez Gezi’den bir fark daha bulunuyordu. Gezi her ne kadar bundan daha geniş bir toplumsal hareket olsa da, mevcut muhalefet statükosuna bağlı aktörlerin -STK’lar ve anaakım muhalefete bağlı çevrelerin- inisiyatifinde başladı ve onların çizdiği çerçeve içinde sönümlendi; günümüzde dek bir ucu CHP’de bir ucu HDP’de, parlamentarist muhalefetin ılımlı nostaljisine dönüştü.
2025 hareketi ise yalnızca iktidarı değil, anaakım muhalefetin kronik acizliğini açıkça hedefe koyan, üstelik bu muhalefete giderek daha organik bağlarla eklemlenmiş uydu muhalefeti -örneğin yerleşik sendikaları- sıkıştırmaya başlayan bir eğilim gösterdi. Operasyonun en başında, CHP merkezinin geleneksel edilgenliğine peşinen set çeken, “Mitinge değil, eyleme geldik” sloganında somutlaşan bu toplumsal öfkenin iktidar açısından evdeki hesapları bozduğu, İBB’ye ve hatta CHP’ye kayyım atanmamasında etkili olduğu görüldü.
Elbette, iktidarı kayyım hesaplarını gözden geçirmeye sevk eden, karşılaştığı muhalefetin reel gücünden ziyade, potansiyelidir. Aynı potansiyel tam da 22 yıldır kurulmuş iktidar-muhalefet dengesini bir bütün sorgulayan kolektif huzursuzlukla birebir temas eden muhalefeti de bir balans ayarına itti.
CHP’DE YENİDEN SOL
Bu yazının kaleme alındığı günlerde CHP Genel Başkanı Özgür Özel sosyalist partilerle temaslara başlamıştı. CHP’de Kılıçdaroğlu sonrası dönemde sola konan mesafe dikkate alındığında bunu bir politika değişikliği saymak gerekir. İmamoğlu-Özel ikilisinin ilk döneminde CHP, Kılıçdaroğlu döneminde sosyalist solla kurduğu bağları revize etmiş, sosyalist sola açtığı alanı tartışma konusu yapmıştı. [1] Şimdiyse, Olağanüstü Kongre’yle CHP içinde İnönü’den sonra en güçlü lider durumuna gelmiş olan Özgür Özel, Sol Parti’yi ziyaret ediyor ve solu “Sosyal Demokratlar, Sosyalist Demokratlar, Muhafazakar Demokratlar, Milliyetçi Demokratlar, Kürt Demokratların meydanlarda omuz omuza durdukları, yan yana durdukları bir gökkuşağı” niteliğindeki cephenin bileşeni sayıyordu.
Yükselen toplumsal direnişin Özgür Özel’e yalnızca muhalefet etmeyi değil, CHP’nin derin siyasal-toplumsal krizler içindeki rolünü de anımsatmış olduğu anlaşılıyor. İBB’ye yönelik ilk operasyon dalgasını yine temyiz mahkemelerine, yapay ön seçim sandıklarına havale eden CHP yönetimi, eğer partiye kayyım atamaya yeltenecek ve bunu CHP içinde bazı kliklere yaslanarak yapacak kadar pervasızlaşmış istibdat karşısında el yükselttiyse bunun nedeni yalnızca kendini koruma güdüsü değildi. Aynı zamanda, 2014 yılından beri kendisine bağladığı toplumsal dip dalgası enerjisinin CHP kanallarından taşmaya başladığını görmesiydi.
Bunun üzerine Özel, Kılıçdaroğlu-İmamoğlu arasında bir muvazaa figür konumunu bıraktı, CHP liderlerinin halkçılık nöbetlerinde giydikleri tarihsel kostümü (Ecevit şapkasını) giymeye karar verdi ve CHP yatağından taşan dip dalgasını yatağına döndürmek üzere adımlar atmaya başladı. Sola yönelik mesafe politikasını terk etmesi bu adımlardan biridir. CHP’yi soldan eleştirmekle kendini sınırlamış, CHP’yi bir lokomotif olarak kabul etmiş bir sosyalist solu Özel nezdinde bir tür “asalak” olarak görülmekten çıkaran, bu yeni dönemde parlamento dışı muhalefeti “sosyalist demokratlar” olarak CHP öncülüğünde konsolide edebilecek araçlara ihtiyaç duymasıdır.
Bu denklemde solun konumuna değinmeden önce şu soruyu sormak gerek:
Peki, 2025 Bahar ayı itibarıyla, iktidarın anamuhalefeti öldüresiye boğma girişiminin CHP’ye de geri adım atacak alan bırakmaması, istibdadın siyasal geleceğine nasıl etki eder? İstibdadın yerleşmesine 22 yıldır eşlik etmiş olan CHP bu kez muhalefette daha önce gitmediği kadar ileri gidebilir mi? Başka deyişle, CHP bir lokomotif ya da daha doğrusu istibdat duvarını delecek bir koçbaşı rolü oynayabilir mi?
Buna dürüst bir yanıt açıktır: Evet. Yirmi iki yıl sonra ortaya çıkmış bir ihtimal olarak evet. Sosyalist mücadele tarihi açısından, ne yazık ki evet.
1950’LERİN DÖNÜŞÜ
Kabul edilmeli, toplumsal muhalefet yapısı açısından bugün ülkemiz, 1950’ler Türkiyesi’ni andırıyor; dünkü politikacı Özel’in partide bir İnönü hakimiyeti elde etmiş olması rastlantı sayılmamalı. Gemi giderek azıya almış bir gerici iktidar ile bu iktidar karşısında muhalefetin -tıpkı 1950’lerdeki gibi- kronik acizliği, gençliğin başını çektiği geniş kitlelerde düzeni aşan bir öfke dalgası retmiş durumda — bu kabarışın içinde hiç kuşkusuz CHP tabanı ve teşkilatı da bulunuyor. Bu dalgaya göre rotasını ayarlama ihtiyacının CHP merkezinde idare-i maslahatçılığı aşan bir seferberlik gerektirdiği açıktır.
Üstelik, 1950’lerden farklı olarak bir feodalite görünümü arz eden CHP’nin bir parti olarak bütünlüklü kalması için tek şansı, iktidara yürümesidir. Yelkenleri indirdiğinde istibdadın tetikçi medyasının operasyonlar öncesi müjdelediği üzere, parçalanmaya sürüklenmesi an meselesidir. Hem iktidarın hem yeni toplumsal dinamizmin sıkıştırması karşısında CHP’nin ileri gitmekten başka şansı görünmüyor.
1950’ler analojisi, sol açısından daha da geçerlidir. Sosyalist sol 1950’lerde Menderes istibdadına karşı mücadelede, yumuşak bir ifadeyle, geri plandaydı — öncülük, kemalizm-milliyetçilik ekseninde el yordamı düşünsel arayışlarla kendiliğinden gelişen aydın-gençlik muhalefeti ve bununla belli bir rezonans içindeki CHP’deydi. Solun bu yokluğunu ideolojik-programatik zaafa bağlayanlar olduğu kadar, siyasal tasfiye nedeniyle sosyalistlerin güç yetirememesine bağlayanlar da vardır. Aslında bu iki etmenin birbirinden o kadar da bağımsız işlemediğini sanıyorum günümüz solunun manzarası daha iyi anlatıyor. 12 Eylül 1980’den beri peyder pey büyüyen ve 19 Aralık operasyonlarında zirveye varan siyasal tasfiye, solda ideolojik-programatik zaafiyeti de beraberinde getirdi. Buna yalnızca liberal solun genişlemesinde değil, sağlam görünen marksist anlayışların dejenerasyonunda da tanık olduk; en ilkeli vaazları verip masa başında program yazmak siyasal akıl yerine kondu. Nitekim, solun bütün bu eğilimleri, 2023 Genel Seçimleri’nde toplanıp tarihin en gerici CHP’si için aktif oy çağrısı yapmakta buluştular (ilginçtir, Kılıçdaroğlu bunlardan bazılarının tarihleri boyunca oy çağrısı yaptığı ilk ve tek “burjuva” politikacısıydı). Böylelikle sol, âciz muhalefetin yenilgisini fiilen paylaşmış, bağımsız, devrimci hat arayışlarından feragat ettiğini ilan etmiş, yaşadığı siyasal anlam kaybını trajik bir sonla noktalamış oldu. [2]
CHP’nin acziyetten çıkışa zorlanışı, Türkiye sosyalistlerinin bu lokomotife eklenmesini meşru, hatta rasyonel kılmıyor. Tam tersine, bu çıkışı devrimci bir siyaset açlığını dışavuran yeni dinamik güçlerin tetiklemiş olması sosyalistlerin önüne “acil görevler” koyuyor. Bu görevlerin amentüsü, solu CHP’yi soldan eleştirmekten ibaret, siyasal varlık nedenini yitirmiş bir gönüllü kuruluşlar toplamına dönüştürerek CHP lokomotifine bağlayan gelenek ve alışkanlıkların amansız biçimde sorgulanmasıdır. Somut ittifak politikalarının, bu bağlamda CHP’yle kurulacak ilişkilerin belirlenmesi demek olan programatik tartışma, ancak bağımsız bir sol hattın gerekliliğine samimiyetle inananlarca yürütülürse anlam kazanabilir.
1950’lerdeyiz. Pervasızlaşmış bir istibdat, yükselen bir toplumsal tepki, acziyetinden kurtulmaya zorlanan bir CHP ve etkisizleşmiş bir sol var. Ama tarihin tekerrür etmesi gerekmez, hatta etmemelidir. Cumhuriyetin kökünün kazınmakta olduğu bu dönemde sol, “sosyalist demokrat” rolüne razı olur, öncülüğü bu toplumsal dinamizmi dindirmeye yöneleceği besbelli anaakım muhalefete bırakmakta ısrar ederse, bildiğimiz anlamda solun bittiğini kabul etmek gerekecektir.
NOTLAR
[1] Bunun ilk sonucu, TİP’in Hatay Milletvekili Can Atalay için düzenlediği Özgürlük Yürüyüşü’ne yönelik CHP medyasının ilgisizliğiydi. Daha sonra Özgür Özel’in mecliste CHP grubunu Tayyip Erdoğan’ı selamlamak için ayağa kalkmaya zorlamasına tepki gösteren TİP’e “Meclis’teki her konuşmanızı size ben devrettim” sözleriyle başlayan polemikle iyice gün yüzüne çıkan bu mesafe politikası bugün de TİP’e yönelik HalkTV ambargosu yakınmalarında kendini gösteriyor.
[2] Söz konusu kabullenişin 2024 yerel seçimlerinde CHP liderliğiyle polemiğe, hatta CHP’yi reddiyeye dönmüş olması bu saptamayla çelişmiyor. Burada reddiye, yukarıda söylediğim üzere asıl olarak yeni CHP yönetiminden geliyordu. Ama dahası, CHP’ye yönelik reddiyenin Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı yapmış kimi sol çevrelerde vardığı ölçüsüz ve apolitik düzey, sağ sapma ile sol sapmanın bir madalyonun iki yüzü olduğu yolundaki klasik formülü kanıtlar nitelikteydi; özellikle de aynı ağızdan çıktıklarında. Nitekim, bu apolitik (bir kısmı da pazarlıkçı) reddiyelerin hepsi CHP’nin 2024 Yerel Seçim başarısıyla söndü gitti.