Sınıflar mücadelesinde laiklik ve devrimci bir tutum üzerine

Dergi Gündem Sayı 30 (Mayıs-Haziran 2025)

Sema Aydın

Din olgusuna yaklaşım ve laiklik mücadelesinde nasıl bir tutum alınması gerektiği süregelen bir tartışma.

Tarihsel olarak aydınlanma döneminin tanrısal iradeyi yeryüzüne indirip insan iradesini ve faaliyetini esas alan yaklaşımı köklü bir paradigma değişimi yarattı. Sanayi devrimi maddi yaşamı ve üretim ilişkilerini kökten değiştirdi. Devrimci bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkan burjuvazinin feodalizme ve kiliseye karşı başkaldırısı ‘din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması’ tanımıyla somutlandı. Ticaret ve sanayi alanında güç kazanan burjuvazi aristokratların imtiyazlarına ve kilisenin siyasi tahakkümüne köklü bir itiraz ile tarih sahnesine çıktı, emekçi sınıfları da yanına aldı.

Ancak ekonomik imtiyazları ve siyasi tahakkümü ele geçiren burjuvazi, iktidarını korumak için emekçi sınıflar üzerinde bir baskı ve ikna aracı olarak gördüğü din olgusunu kendi meşrebince yeniden toplumsal yaşamın bir bileşeni haline getirdi. Laiklik ‘din ve devlet işlerinin ayrılması’ şeklinde yeniden tanımlandı. Böylece ruhban sınıfının iktidar ortağı olmasının önüne geçilirken, dinin toplumsal yaşamı düzenleyici bir rol oynaması kabul gördü.

MARKSİZMİN DİNE BAKIŞI

Bütün bu süreç ile eş zamanlı yükselen işçi sınıfı mücadelesi içerisinde de din olgusu tartışılan başlıklardan biri oldu. Bu konuda en yaygın bilinen ve çoğu zaman bağlamından koparılarak ortaya atılan Marx’ın erken dönem eserlerinde ifade ettiği “din halkların afyonudur” cümlesidir.

Sözü geçen cümle Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde şöyle yer alır, “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.” [1]

Aynı çalışmanın devamında dinin toplum üzerindeki etkisi, şu şekilde gerçek tanımını buluyor: “Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor.” [2]

Marx ve Engels’in sonraki yapıtlarında din konusundaki fikirlerinin gelişimini tartışmak bu yazının kapsamına sığmayacak kadar geniştir. Ancak özetle Marx’ın yukarıdaki paragrafta “halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek” vurgusu dini, bir ihtiyaç olarak ortaya çıkaran maddi yaşamın insan eylemi ile dönüştürülmesine ve dine olan ihtiyacın da ortadan kalkmasına işaret etmektedir.

Burada dikkat çekilen bir başka nokta dinsel yanılsamanın insan eyleminin ve etkinliğinin üstünü örten, insan iradesinin yerine ilahi iradenin tecellisini koyan anlayıştır. Siyasi karşılığı ise emekçilerin kaderci anlayışla teslim alınması ve eyleyici, dönüştürücü, devrimci iradeden yoksun bırakılmasıdır. Öyleyse emekçi sınıfların devrimci eyleminin üzerini örten her türlü örtüyü kaldırmak, devrimci eylemin önünü açmak doğaldır ki başat mücadele başlıklarındandır.

İŞÇİ SINIFI GERİCİ İDEOLOJİLERİN TAHAKKÜMÜNDEN NASIL KURTULACAK?

Yine bir başka tartışma konusu işçi sınıfının, emekçilerin örgütlenmesi ve bu açıdan din konusunda alınması gereken tutum üzerinedir.

Lenin, 1905 tarihli “Sosyalizm ve Din” makalesinde dinin toplumsal işlevini şöyle tanımlar: “Ömürleri boyunca didinip yokluk içinde yaşayanlara, dinle, bu dünyada bulundukları sürece itaatkar olmaları ve tanrısal bir ödül umuduyla avunmaları öğretilir. Başkalarının emeğiyle yaşayanlara da, dinle, bu dünyada bulundukları sürece iyiliksever olmaları öğretilir; böylece onlara, sömürenler olarak bütün varlıklarını haklı çıkarmanın çok ucuz bir yolu sunulur ve cennette mutluluk için uygun bir fiyata biletler satılır” [3]

Lenin’in ortaya koyduğu bu yaklaşım Marx’ın da değişik vesilelerle ifade ettiği din konusundaki yaklaşımına paraleldir.

Lenin, devrimci mücadelenin üzerini örten her türlü gerici ideolojiye savaş açmak gerektiğini ifade ederken, “Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşunu amaçlayan sınıf bilinçli, ileri savaşçıların bir birliğidir. Bu tür bir birlik, dinsel inançlar biçimindeki sınıf bilinci yokluğuna cehalete ya da aydınlanma düşmanlığına kayıtsız kalamaz ve kalmamak zorundadır. Kilisenin devletten tümüyle ayrılmasını, dinsel karanlığa karşı tümüyle ve yalnızca ideolojik silahlarla basınımızla ve sözlü olarak savaşabilmek için istiyoruz. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni, tam da işçilerin her tür dinsel aldatılma biçimine karşı mücadele etmek için kurduk.” der. [4]

Bununla birlikte Lenin aynı makalede parti programına ateizmin girmesini savunanlara ise şiddetle karşı çıkar: “İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun yalnızca toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir ürünü ve yansıması olduğunu unutmak, burjuva dar kafalılığı olur. Kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi yürüttüğü mücadeleyle aydınlatılmadığı sürece, ne kadar broşür çıkarırsanız çıkarın ve ne kadar vaaz verirseniz verin, proletaryayı aydınlatmak mümkün değildir. Ezilen sınıfın yeryüzünde cennet yaratmak için yürüttüğü bu gerçekten devrimci mücadelede birlik, bizim için gökyüzündeki cennete ilişkin bir proleter görüş birliğinden daha önemlidir.” [5]

Özetle dinin bireysel bir konu haline gelmesini ve özel alana ilişkin olmasını savunur ve hedefler. Din ve dünya işlerinin ayrılmasını öngörür, toplumsal yaşama dinsel müdahaleleri reddeder. İşçi sınıfının, emekçilerin örgütlenmesinin önündeki her türlü engelin ortadan kaldırılmasını önüne koyar.

GERİCİLİK DÖNEMİNDE LAİKLİK MÜCADELESİ

Bugünün dünyasında ve ülkemizde son çeyrek asırda dinci gerici örgütlenmelerin işçi sınıfını kuşattığı ve teslim almaya çalıştığı bir tabloda, laiklik mücadelesinin başa yazılması zorunludur. Burjuvazinin laikliği önce din ve devlet işlerinin ayrılması tanımıyla sınırlandırıp toplumsal yaşamın her alanında dinci örgütlenmelerin kök salmasının önünü açması, bugün başta Türkiye olmak üzere bölgemizde ve dünyada işçi sınıfı hareketine vurulmuş en büyük darbelerden biridir.

Ülkemizde bu süreç siyasal İslamcıları iktidara taşıdı. Geride bıraktığımız yirmi beş yıllık süreç cumhuriyetin bütün kazanımlarının ortadan kaldırıldığı bir süreç oldu. Laikliğin, ‘din ve devlet işlerinin ayrılması’ şeklinde özetlenen tanımı, ‘özgürlükçü laiklik’ ifadeleri ile dinin hem toplumsal yaşamı dizayn eden misyonu, hem de doğrudan devlet işlerine içkin olması kabul edildi. Dinci örgütlenmeler, tarikat ve cemaatler, birer sermaye grubu ve iktidar ortağı haline geldi.

SİYASAL İSLAM SERMAYEYİ ÜZÜYOR MU?

AKP iktidarının rejimi dönüştürme hamlelerinin zaman zaman kimi patron örgütlerinin tepkisine neden olduğu biliniyor. Keza AKP’nin sözcülerinin patron ve sermaye karşıtı beyanları da… Buradan hareketle AKP iktidarını bir taraf, patron örgütlerini karşı taraf olarak lanse eden görüşler gündeme gelebiliyor. Sermaye grupları arasında kimi zaman çıkar çatışmaları ya da pastayı paylaşma kavgası siyasal saflaşmalara neden olabilir elbette. Bu durumun kapitalizme içkin ve kapitalizmin kriz dinamikleri ile bağlantılı yanları var. Ancak AKP’nin kurduğu gerici rejimin bir bütün olarak sermayenin ihtiyaçlarının ürünü olduğunu görmek için alim olmaya gerek yok.

OHAL, pandemi, deprem ve ekonomik kriz emekçiler cephesinde yoksulluk, işsizlik ve yıkım iken TÜSİAD’ı, MÜSİAD’ı ve sermayenin her çeşit rengi için kar ve rant devşirme dönemleri oldu. Öyle ki, TÜSİAD’ın son günlerde gündeme gelen eleştirileri karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP’nin 8. Kongresinde şu sözlerle yanıt verdi: “Ak parti döneminde sermayelerine sermaye katanlar kirli muhalefet yapıyor.” Siyasal İslam’ın radikal savunucusu Yeni Akit ise TÜSİAD’ın eleştirilerini “karları arttıkça dilleri uzuyor” manşeti ile haberleştirdi, AKP döneminde katlanan karlarına yer verdi.

Bilinen bazı verileri yeniden hatırlayacak olursak, Koç Holding AKP iktidarının ilk on yılında yüzde 683 büyüdü. AKP’nin Koç grubuna en büyük kıyağı 2006 yılında TÜPRAŞ yağması idi. Ekonomik kriz ve enflasyonun yakıp kavurduğu 2024 yılında ise Koç Holding 3,2 milyar TL net kar açıkladı. Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından biri olan Sabancı Holding sahipleri 2002 seçimlerinden sonra AKP’nin kazanmasından duyduğu memnuniyeti dile getiren, türban tartışmalarında AKP’yi rahatlatan açıklamaları ve başkanlık sistemine destekleriyle biliniyor.

Tarikat ve cemaatlerin holdingleşmesi ise bir başka olgu. Menzil, Erenköy, İsmailağa, Süleymancılar ve benzerleri kurdukları ticari ağlar ve aldıkları devlet desteği ile büyük sermaye grupları ve birer holding haline geldi. Sadece son dönem Menzil tarikatında yaşanan miras kavgalarında bahsi geçen rakamlar (17 milyar lira) nasıl bir servetin söz konusu olduğunu gösteriyor.

12 Eylül Darbesi’nin ardından başlayan ve Türk-İslam sentezi ideolojisi ile şekillenen süreç, sermayenin yeniden yapılanmasıyla devam etti, önce 1990 yılında dönemin ruhuna uygun olarak MÜSİAD, ardından AKP iktidarının ilk yıllarında, 2005 yılında doğrudan tarikat ve cemaatlerin sermaye gruplarını temsilen TÜMSİAD kuruldu.

Patronlar kulübüne dahil olan bir başka grup ise ‘beşli çete’. AKP döneminde devlet teşvikleri, devlet ihaleleri ile vergi aflarına mazhar olan yandaş sermaye grupları Osmangazi Köprüsü, İstanbul Havalimanı, Yavuz Sultan Selim Köprüsü gibi dev projelerin ihaleleri ile servetlerine servet kattı.

Özetle yandaşı, yeşili, gelenekseli… Siyasal İslamcı AKP iktidarı her renk sermaye grubu için kar ve rant kapısını sonuna kadar açtı, açıyor.

SİYASAL İSLAM İŞÇİLERE NE VAAZ EDİYOR?

12 Eylül ile başlayan karşı devrim bir yandan patronların kar hırsına hizmet ederken öte yandan işçi sınıfını adım adım gerici politikalarla kuşattı, direncini kırdı, sömürüyü meşrulaştırdı. 12 Eylül öncesi solun örgütlü olduğu emekçi mahallelerine tarikat ve cemaatler yerleştirildi. İşçi kimliğinin yerini önce mürit, tarikat ve cemaatler holdingleştikçe müritin yerini de müşteri aldı. Hak arayışı yerini takvaya bıraktı. İşçi sınıfının mücadele tarihi unutturuldu, mücadele bilincinin yerine kader tahkim edildi.
Toplumun dinselleştirilmesi görevinin en önemli temsilcisi Diyanet oldu. Diyanet bugün devlet kurumlarının ve bakanlıkların neredeyse tamamının bir bileşeni gibi çalışıyor. Diyanet’in bu misyonu kimi zaman doğrudan hutbelerinde tezahür ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı 2011 yılında Düzce’de 120 işçinin greve çıkmasının ardından kentteki camilerde “grev caiz değildir” hutbesi okuttu. Diyanet yine pandemi döneminde yoksulluk ve açlığın bir imtihan olduğu ve sabır gösterilmesi gerektiğini vaaz etti. Aynı Diyanet lüks makam araçlarıyla da gündemden düşmüyor.

Öte yandan, AKP’nin sözcüleri sınıfsal konumlarını açıkça ifade etmekten çekinmiyorlar. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan artan iş cinayetleri karşısında fıtrat ya da kader planı açıklamaları ile işçilerin dinsel hassasiyetlerine sesleniyor. Aynı Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde patronlarla yaptığı toplantıda OHAL ile ilgili rahatlıkla şunları söyleyebiliyor: “Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız”

Yine AKP’nin ‘efsanevi’ Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin, AKP kampında sarf ettiği “Dar gelirliler hariç, firma ve şirketler kazanıyor, çarklar dönüyor” sözleri ekonomiye bakışı ve işçilere reva görüleni açıkça ifade ediyor.

SON SÖZ

Yukarıda özetle ifade edilen sosyalistlerin din karşısındaki tutumu ve laiklik mücadelesinin emekçi sınıflar açısından önemi Türkiye’nin yaşadığı karşı devrimci süreç ile birlikte bir kez daha vurgulanmalı.

Açıktır ki, emperyalist kapitalist sistem kriz dönemlerini aşmanın ya da işçi sınıfının düzene ikna edilmesinin önemli bir aracı olarak dini imdada çağırıyor. Yalnızca ülkemizde değil bugün emperyalist merkezlerde de benzer eğilimleri görmek mümkün. Gerici iktidarlar egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda şekilleniyor. İşçilerin payına düşen ise yoksulluk, iş cinayetleri, savaş ve göçün yanı sıra, kader planı, yer yüzünde cehennem ve takva oluyor.

Bugün sermaye sınıfının şu veya bu kanadının laiklik bayrağını taşıma, aydınlanma mücadelesine öncülük etme gibi ne niyeti ne de ‘devrimci’ bir paradigması bulunmaktadır. Tarihsel olarak burjuvazi için bu sayfa çoktan kapanmış durumda.

Bugün sermaye düzenine karşı bu bayrağın yükseltilmesi devrimci bir görev sayılmalı. İşçi sınıfı ve yoksulların çoğunluğu sınıf düşmanı bir parti olan AKP’nin tahakkümü altındayken, laiklik mücadelesi tam da sınıf mücadelesinin üzerini örten bu gerici tahakkümün kırılması ve sınıf hareketinin, devrimci dinamiklerin önündeki setlerin kaldırılması için hava kadar su kadar elzemdir.

 

NOTLAR

[1] Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi
[2] Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi
[3] Lenin, Sosyalizm ve Din, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s.10
[4] Lenin, Sosyalizm ve Din, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s.12
[5] Lenin, Sosyalizm ve Din, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s.13

Related Posts