Alev Doğan

Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud rüyalarla ilgili “Bilinçaltına giden kral yoludur” tanımını yapar. Zihnin kilitli çekmecelerinde saklananlarla yüzleşmekten korkanlar açısından rüyalarını paylaşmak oldukça zor bir eylemdir. Kimisi de “Alın bakın benim kafamın içinde bunlar var” diyerek, cesurca insanlığın evrensel korkularını, kaygılarını mimler. “Yalnız değilsiniz” der. Milyonlarca insanın kendisiyle ve birbirleriyle duygudaşlık kurmasını sağlar.

İşte dünya, bu yılın 20 Ocak’ın da öyle birini, bilinçaltının dehlizlerini önümüze sermekten hiç çekinmeyen büyük bir anlatıcıyı kaybetti. David Lynch, 79. doğum gününe dört gün kala “kronik obstrüktif akciğer hastalığına bağlı kalp durması” nedeniyle aramızdan ayrıldı.

Sinemada onlarca anlatıcı biçimi mevcut. Peki David Lynch’in sinemasını tarif ederken nereden başlayabiliriz? Onun sineması hikâyenin her şeyi belirlediği ve film sanatının diğer çok güçlü ögelerini bastırdığı bir despotizmin anti-tezi gibidir. Lynch sinemasında, duyumlar ve hisleri, zekice kurgulanmış bir öykünün perdahı olarak çok incelikle kullanır.  Resim kökenli bir sanatçı olmasının bunda payı büyüktür hiç kuşkusuz.

“Kelimelerle rahat değilim. Görüntüleri, sesleri, hisleri seviyorum. Sezgi fikrini seviyorum. Bu sayede hayattaki pek çok şeyin anlaşılabileceğini düşünüyorum. Ama bu şeyleri içselleştirmelisiniz; hemen ortaya çıkmıyorlar. Belli şeyler içeride, anlayışa dair küçük alanlarda oluşur. Karanlık ve kargaşanın içinde yaşadığımı hissediyorum ve hepimiz gibi bunu bir şekilde anlamlandırmaya çalışıyorum.” der filmlerine ilişkin.

RESİMDEN SİNEMAYA

Çocukluğunda ressam olma hayali kuran Lynch etrafındakileri yanıltmayarak, Washington’daki Corcoran Sanat ve Tasarım Okulu’nda eğitimine başlar. 1964’te ise Boston Güzel Sanatlar Müzesi Okulu’na geçiş yapar. Topu topu bir yıl sonra ise okuldan hiçbir ilham alamadığı gerekçesiyle ayrılır.

Kendisiyle aynı haleti ruhiyeye sahip üniversiteden arkadaşı Jack Fisk ile uzunca bir Avrupa seyahati planlayıp yola çıkarlar.

Avusturyalı dışavurumcu ressam Oskar Kokoschka’dan eğitim alabileceklerini düşünüp Salzburg’a varırlar. Kokoschka’nın müsait olmadığını görmeleri ise ikilide derin bir hayal kırıklığı yaratır ve 3 sene olarak planladıkları Avrupa seyahatlerini ikinci haftasında sonlandırıp ABD’ye geri dönerler.

Lynch’i sinemaya iten neden ise resimlerinin hareket ettiğini görme isteğidir. Kısa film “Six Men Getting Sick” (Altı Adam Hastalanıyor) ile sinema dünyasına adımını atar.

1968 yılına gelindiğinde ise animasyon ve canlı aksiyonun bir karışımı olan “The Alphabet” (Alfabe) filmini yapar. Filme ilham olan olayı ise şöyle özetler Lynch, “Eşim Peggy’nin yeğeni bir gece kötü bir rüya görüyordu ve uykusunda acı içinde alfabeyi söylüyordu. Demek alfabeyi başlatanın bu olduğunu düşündüm. Geri kalanı ise sadece bilinçaltıydı.”

Gerçeği bükme konusunda pek mahir olan Lynch’in filmleri kolektif kabusların bir geçit törenini anımsatırken, tekinsizlik havası seyircide nedeni belirsiz bir huzursuzluğa yol açar. İlk uzun metrajı olan “Eraserhead”, ardından gelen “Blue Velvet” (Mavi Kadife), “Twin Peaks: Fire Walk with Me” (İkiz Tepeler: Ateşte Benimle Yürü), “Lost Highway” (Kayıp Otoban), “Mulholland Drive” (Mulholland Çıkmazı) ve sayısız filmi psikanalitik ve bilinçaltı araştırmaları açısından büyük ilgi görür.

Analitik Psikoloji Dergisi’nde (Journal of Analytical Psychology) yayımlanan bir çalışmada, Lynch’in filmlerindeki bilinçaltı imgelerin ve sembollerin, izleyicilerin derin duygusal ve psikolojik tepkiler vermesine neden olduğu yazılır.

Lynch, izleyicinin filmleri ile kurduğu bağa ilişkin şunları söyler:

“Hikâyelerin tanjantları vardır; açılır ve başka şeylere dönüşürler. Bir yapıya sahip olabilirsiniz ama rüyalara da alan bırakmalısınız. Fikirlerinize sadık kalırsanız; yönetmenlik içten dışarıya doğru, dürüst bir sürece evrilebilir. Ve eğer bu sizin için dürüst bir şeyse; soyut olsa bile insanların onu hissetme ihtimali vardır.”

LYNCH’İN FİLMLERİNİ DENEYİMLEMEK

“Twin Peaks” (İkiz Tepeler) dizisinin çekim aşaması, Lynch’in çalışma yönteminin çoğu zaman emprovizasyonla dolu olduğunu gösterir. Bir caz icracısı gibi doğaçlamadan yana kullanır Lynch tercihini. O yüzden onun filmlerinin bir matematiği yoktur. Önceden hazırlanmış şablonları reddeder. Sezgileri Lynch’in ana çıkış noktasıdır.

Lynch’in filmlerine ilişkin yapılan “anlaşılmaz” değerlendirmesi onun sinemasına yapılan en büyük haksızlıktır.  Çünkü onun filmleri deneyimlenir, tecrübe edilir. İzleyicinin bilinçaltı ile Lynch’in düş dünyasının kesişim kümesinin kalabalıklığının fark edilmesidir heyecan yaratan.

Lynch’in sinemasında insanın kafasındaki soruların yanıtları yer almaz, o soruların ana çıkış kaynağının karanlığı, tekinsizliği ile karşılaştırır izleyiciyi.

“Sinema bir dildir.” der, “Bir şeyler anlatır, büyük ve soyut şeyler. Ve ben bu dili seviyorum. Kelimelerle bir şeyleri anlatmak çoğu zaman benlik değil sıkılıyorum. Bazı insanlar şair veya yazar olurlar, onlara kelimelerle bir şeyleri tasvir etmek inanılmaz haz verir. Ben de bu hazzı sinemayla bir şeyleri anlatarak yaşıyorum.” diye de devam eder yedinci sanata dair yaklaşımını anlatırken.

Her anlatıcının esinlendiği, kendi özgün dilini oluştururken ilham aldığı başka anlatıcılar vardır. Lynch, her fırsatta Federico Fellini’ye olan hayranlığını dile getirir. Fellini’nin yanı sıra onu etkileyen diğer yönetmenler de Jean-Luc Godard, Ingmar Bergman, Werner Herzog, Alfred Hitchcock, Roman Polanski, Jacques Tati, Stanley Kubrick ve Billy Wilder’dır.

SONUÇ YERİNE

Dünyada iz bırakmış her anlatıcı biriciktir. Yerleri dolmaz, yoklukları bir varlığa dönüşür zamanla. Onlar bizim duygudaşlarımızdır. Hiç tanımasak da kimi zaman en iyi arkadaşlarımızdır. Dünya en kalabalık arkadaş grubuna sahip yapayalnız bir insanı kaybetti.

Diyecek çok fazla söz yok aslında. David Lynch, sen çok yaşa.

Related Posts