Cengiz Kılçer
Başlıkta adı geçen süreç, yalnızca bir coğrafyanın değil, bir halkın ve bir ulusun varoluş mücadelesini ifade eder. Bu mücadeleyi doğru kavrayabilmek için Lenin’in Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı çalışmasına bakmak gerekir: 1914-1918 savaşının, iki taraf için de emperyalist bir savaş (yani bir fetih, yağma, talan savaşı), dünyanın paylaşılması, sömürgelerin, mali-sermayenin (finans kapitalin) nüfuz bölgelerinin bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için çıkarılmış bir savaştır. Bu çerçeveden bakıldığında, Sykes-Picot ve Sevr gibi antlaşmalar salt diplomatik belgeler değil, emperyalist sistemin Osmanlı toprakları üzerindeki ekonomik ve politik uygulamalarıdır. Lozan ise yalnızca bir sınır antlaşması değil, Türkiye’nin kapitalist dünya sistemi içindeki konumunu yeniden tanımlayan, egemenlik ve bağımsızlık mücadelesinin somut ürünüdür.
19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu zayıflamış, Avrupa güçlerinin çıkar çatışmalarına açık bir hale gelmişti. İngiltere, Fransa ve Rusya, imparatorluğun Arap toprakları, Boğazlar ve petrol açısından stratejik bölgelerinde nüfuz alanlarını artırmayı amaçlamıştı. Osmanlı’nın ekonomik zayıflığı, mali bağımlılıkları ve askeri geriliği, bu güçlerin planlarını kolaylaştırıyordu. I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Osmanlı’nın savaşa girişi, Avrupa ve Orta Doğu’daki yeni sınırların ve nüfuz alanlarının şekillenmesine doğrudan katkı sağladı. Bu süreç, emperyalist devletlerin stratejik planlarını gizli anlaşmalarla yürüttüğü bir dönemdi.
1916’da İngiltere ve Fransa arasında gizlice imzalanan Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı topraklarının paylaşımını resmileştiren ilk plan olarak öne çıktı. Anlaşmanın öngördüğü paylaşım oldukça detaylıydı: Doğu Anadolu’nun bir kısmı ve Kuzey Mezopotamya Rusya’ya bırakılmış, Suriye kıyıları, Adana ve çevresi Fransa’nın nüfuz alanı olarak belirlenmiş, Mezopotamya ve Hayfa, Akka gibi stratejik limanlar İngiltere’nin nüfuz alanına dâhil edilmişti.