Hakan Turan
Suriye’de on üç yıl boyunca emperyalist müdahaleye karşı eşine az rastlanır bir direniş örneği gösteren Baas iktidarının emperyalizm destekli cihatçı terör örgütleri tarafından devrilmesi ile ortaya çıkan tablo, ülkenin geleceğine yönelik farklı beklenti ve yorumların merkezindeki yerini aradan üç ay geçmesine rağmen koruyor. Uluslararası alanda dikkatlerin Suriye üzerinde yoğunlaşmasının nedenlerinin başında ülkedeki iktidar değişiminin sadece Suriye’nin geleceğini değil aynı zamanda seneler boyunca emperyalizm ve taşeronları tarafından şekillendirilmeye çalışılan Ortadoğu coğrafyasının geleceğini de etkileyecek olması geliyor.
Bölgede iktidarların değiştirilip emperyalizmle tam boy uyumlu yapıların ortaya çıkarılmasını öngören Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında emperyalizmin taşeronu güçlerin Suriye’de Baas iktidarını devirmesiyle bölgedeki olasılıklar yeni bir aşamaya taşınmış oldu.
2011 yılında çatışmaların başladığı andan günümüze Suriye’de çok aktörlü bir gerçeklik bulunuyor. Emperyalist güçlerin ve uluslararası dengelerin belirleyiciliğinde ilerleyen, dönem dönem bu aktörlerin adım ve beklentilerine göre temposu değişen sürecin sonunda cihatçı çeteler, on gün kadar süren bir harekât sonucunda başkent Şam’ı ele geçirerek bölgede iki kutuplu dünyadan günümüze kalan son örnek olan Baas iktidarını da ortadan kaldırıp, Ortadoğu coğrafyasında geriye dönülemeyecek bir tablonun ortaya çıkmasına neden oldu.
Geçtiğimiz on üç senede farklı çıkar ve beklentilerle demokrasi ve özgürlük mücadelesi maskesi arkasına gizlenerek hareket eden ve emperyalizmin taşeronluğunu üstlenen grupların ortaklaştığı başlık, Esad yönetiminin devrilip Baas iktidarının ortadan kaldırılmasıydı. Baas iktidarını ülkede özgürlük ve demokrasinin önündeki engel olarak gören ve uluslararası kamuoyuna bunun propagandasını yapan grupların, gerçekleşen iktidar değişiminden sonra da kendi aralarında devam ettirdikleri çatışma ve tartışmalardan ile Alevilere ve gayrimüslim halka yönelik girişilen katliamlardan, taşeron grupların demokrasi ve özgürlük mücadelesinden anladıklarının bölgeye istikrarsızlığın yerleşmesi ve anti-emperyalist yapıların ortadan kaldırılması olduğu açıkça görülüyor.
Suriye’de somut olarak ortada duran çok değişkenli gerçeklik ve emperyalizmin varlığı, ülkenin geleceğine yönelik öngörü ve yorumlarda belirli bir sınırları da beraberinde getiriyor. Bu kısıtlara rağmen Suriye’nin geleceğine dair birkaç başlığın üzerinde durulması gerekir.
İSRAİL’İN GÜVENLİĞİ, Şİİ HİLALİ VE İRAN
BOP’un bölge üzerindeki hedeflerinin başında, emperyalizmin bölgeye kalıcı bir şekilde yerleşmesi ve İsrail’in güvenliğinin sağlanması geliyordu. Dolayısıyla Suriye’de yaşanan iktidar değişikliğinin İsrail’in güvenliği başlığı dikkate alınmadan değerlendirilmesi eksikli bir yaklaşım olur.
6 Aralık’ta Türkiye tarafından desteklenen Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) bir komutanının İsrail kuvvetlerinin Gazze ve Lübnan’a yönelik saldırıları sürerken İsrail merkezli haber sitesine verdiği röportajda dile getirdiği: “İsrail dahil bölgedeki herkesle dostluğa açığız. Esad rejimi, Hizbullah ve İran dışında düşmanımız yok.” sözleri Sünni cihatçıların İsrail saldırganlığına ve Filistin direnişine yaklaşımını gözler önüne seriyor.
İsrail’in güvenliğini sağlamak amacıyla ABD tarafından Doğu Akdeniz’e sevk edilen USS Wasp ve USS H. Truman taarruz ve uçak gemileri, Suriyeli cihatçılar Başkent Şam’a yürürken olası Hizbullah saldırısıyla karşılaşmamaları için Hizbullah mevzilerini vurdu. Şam’ın cihatçılar tarafından ele geçirilmesi ve Baas iktidarının devrilmesiyle birlikte İsrail ordusu hiçbir direnişle karşılaşmadan Golan Tepelerini geçerek Suriye’ye girdi ve Şam’ın çeperinde bulunan yerleşim noktalarına kadar ilerleyişini sürdürdü. İsrail’in Suriye sınırlarını hukuksuz şekilde geçmesi ve Şam kırsalında yaşayan köylülere yönelik işkence ve katliamlara girişmesine karşı Suriye iktidarını ele geçiren cihatçılar tarafından sonradan yapılan cılız birkaç açıklama ve tepki dışında hiçbir direniş gösterilmedi.
Suriye’de Baas iktidarının düşmesi, “direniş hattı” olarak da bilinen Şii Hilalinin yara almasına neden oldu, Şii Hilalinin delinmesi ise Lübnan merkezli Hizbullah güçlerinin İran ile olan kara bağlantısının kopmasına yol açtı. İsrail saldırganlığına karşı Filistin direnişinin bölgedeki etkili destekçilerinin başında gelen Hizbullah’ın İran’dan kara yoluyla sağlanan lojistik desteğinin kesilmesi ve komuta kademesinin İsrail tarafından uygulanan terör yöntemleri ile ortadan kaldırılması Filistin direnişinin büyük bir darbe almasına yol açtı.
İsrail’in Suriye topraklarına girmesini takip eden süreçte ise, Suriye merkezli cihatçı gruplar İsrail’in ülke topraklarındaki işgalci varlığına yönelik harekete geçmezken Lübnan’ın kuzeyinde bulunan Alevi köylerine yönelik saldırılara girişerek sivil halkı katlediyorlar.
İsrail, gerçekleştirdiği suikastlar ve füze saldırılarıyla İran’ın etkisini kırmışken Hizbullah’ın Suriyeli Sünni cihatçılar tarafından hedef alınması, işbirlikçi Arap ülkeleri tarafından yalnız bırakılan Filistin direnişinin büyük bir destekten yoksun kalmasına ve güç kaybetmesine neden oluyor.
İsrail tarafından tarihi düşman olarak görülen Suriye’deki Baas iktidarının devrilmesi ve emperyalizmle uyumlu cihatçıların iktidarı ele geçirmesi, İsrail’in güvenliğinin sağlanması başlığında atılan önemli bir adım oldu. Emperyalizm ve Siyonizm ile uyumlu bir iktidarın Suriye’deki varlığı kuşkusuz bölge ülkeleri arasında en çok İsrail’in çıkarına hizmet edecek, Filistin direnişinin Siyonist İslamcıların da yardımıyla kan kaybetmesine neden olacak.
Şii Hilalinin delinmesi İsrail ve ABD emperyalizmine karşı Lübnan ve İsrail sınırında başlayan İran savunma hattının kendi sınırlarına çekilmesi anlamına da geliyor. Bölgede emperyalizm ile doğrudan çatışma halindeki İran’ın güvenliği, Suriye’de Siyonist İslamcılar’ın iktidarı ele geçirmesiyle tehlikeye düşmüş oldu. Geçtiğimiz aylarda İsrail’in İran’a yönelik füze saldırıları, Trump’ın koltuğa oturduktan sonra imzaladığı İran’a yönelik baskı kararnameleri ile birlikte Ortadoğu’daki gelişmeler bir arada değerlendirildiğinde, İran’a yönelik bu baskı politikalarını emperyalizmin ya taşeronları aracılığıyla veya doğrudan müdahalelerinin izleyebileceği ihtimali de göz ardı edilmemeli.
AMERİKAN BARIŞI VE SURİYE’NİN KUZEYİ
ABD, YPG öncülüğünde hareket eden Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolünde bulunan Fırat’ın doğusunda fiili olarak 2014 yılından beri askeri varlığını sürdürüyor. IŞİD ile mücadele kisvesi altında koalisyon güçleri adına bölgede YPG’yi desteklemek için askeri üsler kuran ABD, Baas iktidarı devrildikten sonra Suriye topraklarındaki üslerini takviye etti. ABD, kendisinin Suriye’deki kara kuvvetleri olarak değerlendirdiği YPG’nin kontrolünde bulunan Fırat’ın doğusuna yerleşmiş, YPG de Suriye’nin geleceğindeki konumunu ABD emperyalizminin bölgedeki varlığına bağlamış durumda.
SDG’nin ülkedeki konumu da İsrail’in bölgedeki güvenliğinden bağımsız ele alınamayacak bir başlık. İsrail Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları tarafından SDG, bölgede kendi kaderini tayin hakkı savunulması gereken bir aktör olarak görülüyor, İsrail’in çıkarları ile SDG’nin çıkarlarının örtüştüğü beyan ediliyor. En nihayetinde İsrail makamlarının da dile getirdiği gibi parçalı bir Suriye, Siyonizmin bölgesel çıkarlarıyla da uyuşuyor.
Türkiye tarafından desteklenen SMO ile SDG arasında meydana gelen çatışmalar dönem dönem şiddetini arttırmaktaysa da ABD’nin uyarılarıyla tansiyon düşürülüyor. Suriye’nin kuzeyini ve geri kalanını kapsayacak bir Amerikan barışı ihtimali, ABD’nin tansiyon düşürücü adımlarından ve Fırat’ın doğusunda SDG aracılığıyla elinde bulundurduğu petrol kuyularının kontrolünü tehlikeye atmak istemeyeceği öngörüsünden hareketle dillendirilebilir. Fakat ABD tarafından bölgede inşa edilecek çatışmasız sürecin ülkeye kalıcı ya da uzun süreli bir istikrar getirmeyeceği unutulmamalı. İnşa edilecek Amerikan barışı ancak ülkedeki çatışma ve gerilimlerin belirsiz bir geleceğe havale edilip dondurulması anlamına gelir.
Alanda bulunan aktörlerin tüm çıkarları birbiriyle örtüşmüyor. Kendilerine emperyalizm tarafından sağlanan destekle, ortak düşman olarak gördükleri Baas iktidarına karşı kader ve eylem ortaklığına giren taşeron gruplar arasında gelecekte her an yeni gerilimlerin çıkması kuvvetli bir ihtimal olarak değerlendirilmeli.
Amerikan Başkanı Trump’ın Suriye üzerine alacağı kararlar ile ortalıkta dolaşan ABD’nin SDG yerine bölgede başka aktörler ile müttefiklik ilişkisi kuracağı söylentileri, kaderlerini ABD’nin bölge politikalarına bağlayan taşeronlar tarafından endişeyle takip ediliyor. İsrail’in güvenliği ve bölgesel çıkarları itibariyle bu ihtimal şimdilik düşük görülse de yine de olasılıklar arasında değerlendirilmesi gerekiyor.
Bölge halkları emperyalizmin ikiyüzlü politikalarıyla yüz yıl önce Sykes-Picot Antlaşması ile tanışmıştı. İlkinde trajedi olarak gerçekleşen bu tanışmanın günümüzde tekrar gerçekleşme ihtimali emperyalizmin bölgedeki taşeronlarını endişeye sevk ediyor.
Öte yandan hatırlanacağı üzere; alışılagelen kararların dışında da kararlar alıp uygulamaya geçiren Trump’ın ilk dönemi sona ererken batılı yorumcu ve akademisyenler, emperyalizmin makyajlı hali küreselleşmenin çatışmaları ve bölgesel istikrarsızlıkları engelleyeceği söylemine geri dönmüşlerdi. Trump’ın ilk dönemini arızi, münferit bir vakıa olarak değerlendiriyorlardı. Ancak bugün görülmektedir ki, Trump’ın Amerikan başkanlık koltuğuna tekrardan oturması arızi bir durum değil emperyalist kapitalist sistemin günümüzde geldiği noktanın yapısal bir sonucudur.
SERMAYE VE DÜNYA
Avrupa ülkelerinin Suriye’de iktidarı işgal eden cihatçılar ile resmi bağlar kurup üst düzey görüşmelere başlamaları Suriye’deki tablodan memnun olduklarını gösteriyor. Ülkenin şeriatla yönetileceğini beyan eden yeni yönetim ile batılı ülkeler arasında temas kurulması, batının özgürlükten anladığının Suriye’nin zenginliklerinin sömürülmesi ve emperyalizmin ülkeye engelsiz bir şekilde yerleşme özgürlüğü olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Bu vesileyle sözde Avrupalı ve batılı değerlerin, özgürlük ve demokrasi vurgularının söylemden öteye geçmediği, yalnızca bölgenin emperyalizme uygun şekilde biçimlendirilmesi için kullanılan çarpıtmalardan ibaret olduğu unutulmamalı.
Yeni cihatçı iktidar Suriye sermayesine, ithalat ve ihracat üzerinde uygulanan yasakların kaldırılması ve rekabete dayalı serbest piyasa ekonomisine geçilmesi vaatlerinde bulunurken, Davos’a katılan yeni Dışişleri Bakanı Suriye’nin izleyeceği ekonomik yolun özelleştirmelerden geçeceği sözünü verip uluslararası sermayeyi Suriye’ye davet etti.
BOP’un bölgeyi küresel piyasa ekonomisine entegre etme amacına uygun olarak ekonomik politikalarını belirleyen cihatçı iktidarın bu çağrısı, uluslararası sermaye tarafından olumlu karşılanırken 2014’ten beri Suriye devletinin kontrolü dışındaki alanlarda fiili olarak işlevsiz kılınan engellerin resmi olarak da kaldırıldığı sermaye gruplarına ilan edildi.
SONUÇ YERİNE
Suriye’de iktidarı ele geçiren cihatçı teröristlerin meşruiyeti bulunmuyor. Mevcut iktidar meşruiyetini halktan değil emperyalizmin desteğinden alıyor.
Fransız manda idaresine karşı grevler, direnişler örgütleyip mücadele eden, emperyalizme karşı 1945’te bağımsızlığını kendi elleriyle kazanan Suriye halkı köklü bir mücadele geleneğine sahip. Emperyalizmin taşeronluğuna soyunan gruplar tarihte kaybederken Suriye halkı bağımsızlığını kendi elleriyle kazandı.
Değinilen tüm başlıkların ortak noktası olarak söylenebilir ki, emperyalizm, Suriye ve Ortadoğu’da kendi belirleyiciliğinin dışında konumlanan iktidar ve siyasi yapılar istemiyor, bunun için her türlü müdahale kanalını kullanmaktan çekinmiyor.
Suriye’nin ve bölgenin geleceği üzerine kalem oynatırken küresel seviyede uluslararası aktörlerin belirleyiciliği göz ardı edilmemeli. Karşı karşıya bulunduğumuz tablo ne Suriye özelinde yerel ne de Ortadoğu özelinde bölgesel denilmekle yetinilebilecek bir durum. Suriye, sahip olduğu jeopolitik konumu itibariyle Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’ya göz diken emperyalist ülke ve sermaye tekellerinin iştahını kabartıyor. Bu durum, Balfour Deklarasyonu ve Sykes-Picot Antlaşması’ndan günümüze yerini ve önemini koruyor.
Suriye ve Ortadoğu ülkelerinin emekçileri ise, Suriye’nin ve bölgenin geleceğinin emperyalistlerin başkentlerinde belirlenmesinin önüne geçecek yegâne güç olmayı sürdürüyor.