Deniz Olcay
Yaklaşık 10 yıldır hayatımıza giren dijital zenginlerin nasıl başarılı olduklarına dair bitmeyen hikayeleri sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bazen “bu da güzel delirdi” dediğimiz “son taksi bükücü” Martı CEO’sundan bazen ava giderken avlanıp şirketlerini kaptıran getir götürcüye denk geliyoruz. Hepsiburada, Trendyol, Martı, Getir, Btctürk, Yemeksepeti diye devam eden listenin kurucuları “sıfırdan” nasıl büyük bir fikrin peşinde büyük bir özveriyle koştuklarını anlatıyorlar. Geleneksel sermayedarlar gibi uzun soluklu üretim veya ticaretle değil, müthiş bir fikirle teknolojiyi harmanlama safsatalarına kulak kabarttıkça hep aynı noktaya varıyoruz.
Bu karakterlerin gerçekte ne kadar üstün zekalı, yetenekli, azimli oldukları çok da ilgilendiğimiz bir konu değil ama yarattıkları algı, tuttukları yer, kendilerine açmaya çalıştıkları alan üzerinde durmaya değer.
Ücretli çalışmanın bir gelecek inşası için yeterli olmaması, iyi bir ücrete sahip doktorun, mühendisin bile anasından babasından kalmadıysa bir ev bile alabilmesinin imkânsıza yakın olması ile birlikte propaganda edilen bu alanın adı girişimcilik. Dijitalleşen dünyada herkesin elindeki telefonla kolayca ulaşabileceği bir uygulama yazma fikrinin oluşturduğu batağın diğer adı da diyebiliriz. “Herkesi etkileyecek, cezbedecek bir fikir bul, bu fikri güzelce paketle, yemeden içmeden aylarca çalış, sonra yukarıda adı geçenlerin de olduğu firma ve isimlerin içinde yer aldığı bir yatırım fonunun ilgisini çek ve hayatının sonuna kadar yetecek paran olsun” kurgusuyla karikatürize edebileceğimiz bu alan özellikle gençleri batağına çekmekte hayli başarılı. Aylar boyunca “ücretli çalışmıyoruz, kendi işimizi yapıyoruz” motivasyonuyla yatırım alacaklarına dair umutla çalışan genç insanların %90’ından fazlası ilk 18 ay içinde dükkânı kapatıyor. Bunların bir kısmı kendilerine olan inancı yitirmeyerek suçu anlaşılamamakta bularak yeni ve “anlaşılabilir” fikirleri için tekrar bir deneme daha yapıyor. Bütün bu mücadele ilk yatırımı alma umuduyla veriliyor. İlk yatırımı kimden aldıkları da önemli olmakla birlikte yatırımı aldıkları kişinin de cazibesiyle kazanacaklarını düşünüyorlar.
Oyunun kuralları yazılı değil ama belli. “Üstün nitelikli”, piyasada tanınan yatırımcılar her yıl onlarca şirkete yatırım yapıyorlar. Bunun önemli nedenlerinden biri girişim sermayesi fonları aracılığı ile vergiden kaçınmak. Bir başka nedeni ise paralarını onlarca şansı yüksek girişim arasında yayarak gerçekten trend olabilecek birini yakalamak ve yatırdıkları parayı 500 kat, 1000 kat gibi uçuk bir ölçekte kıymetlendirmek. Bunu başardıklarında diğer yatırımlarının batması da önemli olmuyor tabi. Bu böyle saçma gibi görünen “yeni düzen” farklı dinamiklere de sahip. Örneğin iş dünyasının kurallarını değiştirdiğini iddia eden bir şirkete yatırım yapmış olmanın yatırımcı çevreler içinde yarattığı sükse de çok cezbedici. Paranın ve şöhretin olması şirin görünse de bir yerden sonra büyük bir saadet zinciri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Girişimleri finanse eden yatırımcıların öncelikli amacı yeni yatırımcıları içeri çekmek, yeni yatırımcılar ne kadar yüksek bir şirket değeri üzerinden gelirlerse ilk yatırımcıların kârlarını o kadar artırmaları da kaçınılmaz oluyor. Gelen yatırımcı sayısı ve “kalitesi” ile ürün yeni pazarlara ve piyasalara açılıyor. Stratejiyi üstlenen yatırımcı ya da yatırımcı grubu işi nereye kadar götürürse oraya kadar giden bir yol bu. Buna verilebilecek basit örneklerden biri Getir uygulaması; nasıl bir değerleme silsilesiyle, hangi yatırımcılarla kaç milyar dolarlık değerlemeyle nereye geldiği, sonra başına neler geldiği ile incelendiğinde yazdıklarım daha anlaşılır oluyor.
Yazılı olmayan oyun kurallarından biri de; fikri bulan siz olmasanız bile eliniz bu alanda iş tutuyorsa ve ürünün erken dönemlerinde bu şirketlerden birinde çalışmaya başlarsanız size verilen sözler. Genelde günde 12 ila 16 saat arasında çalışılan bu genç girişimlerde çalışanlara da %0,5 hatta kimi durumlarda çok daha azı oranında hisse verilir. Bu fikre inanıyorsan bizimle çalış denir hatta. Bizimle çok çalış ki bu şirket de yukarıda saydığımız 8-10 şirket gibi milyar dolarlık olsun sen de ortağı olarak büyük kazan ama “şimdilik sana düşük bir maaş ve yüksek çalışma saatleri verebiliyoruz sadece” denir. Hatta şirket cüssesi aldığı yatırımlarla büyüdüğünde bile hisse vaadi uzun soluklu çalışmanın önüne bir kalkan gibi konur. Getir örneğinde çalışanlardan bu hisseler için para alınmış olması da bu işin uç noktalarından biri. Maaşlı çalışmak zorunda kalan ama maaşlı çalışmamanın kutsallaştırıldığı bir kültürde maaşlı çalışanların kendilerini yadsımamaları ve hızlı şekilde rollerine yabancılaşmaları için kurulan muhteşem bir tezgâh.

İşin kötüsü bu tezgâha hiç de vasat eğitimler almamış genç bir kuşağın ciddi bir kısmının kafa üstü atlamış olması. Ücretli köle olmayacaklar, yeteneklerini konuşturacaklar, değerleri ortaya çıkacak, fikirleri kutsanacak, çok acayip paralar kazanacaklar hiçbiri olmuyorsa da günde 16 saat çalışıp böyle bir fikrin parçası olacaklar ve muhteşem fikrin sahibinin bahşettiği hisselerle ciddi bir gelir elde edecekler. Kurgu muazzam ancak başarı oranı %1’in bile hayli altında olan bir kumar. Kumar değil bu, alın teri, emek, yetenek var diyenler olacak ama bunlar da bu kumarı oynamaya devam edenler ya da henüz derslerini yeterince almamış olanlar ne yazık ki.
Piyasa tarafından kuşatılmış gençlik öyle çaresiz ki bu kumarı oynamak zorunda hissediyor. Bu kumarı oynamazsa yurt dışına kapağı atma hayali kuruyor, bir şekilde memleketten kaçmak istiyor. Eğitimli gençlerin yurt dışına çık(a)mayanları eğer gerçekten böyle “büyük” bir hayalin peşinde koşmuyorlarsa bir sıkışmışlık hissi içinde hayatlarına devam ediyorlar. Memlekette kalacak kadar iyi bir iş bulunsa bile siyasi gerilimler, ekonomik çalkantılar hep bir burukluk hali yaşatıyor bu gençlere. Yurt dışına gidenlerin de hepsi mutlu değil tabi ki, doğduğu büyüdüğü topraklardan uzak kalmanın, ite çakala memleketi bırakmış olma hissi onların da üstünde bir karabasan. Yalnız değiller ama burada bulunan arkadaşlarından daha fazlası orada ama kaybetmiş olma hissi zaman zaman daha ağır basıyor.
Hem toplumsal koşullar hem de yukarıda bahsi geçen sırtlan yatırımcıların saldıkları zehir gençler için yeni tip bir uyuşturucu etkisi yaratıyor. Bu toplumu, memleketi değiştirmenin mümkün olmadığına dair yaygın inancın üstüne, “yapan nasıl yapmış”, “sen de başarabilirsin ama kendin için yatırım yapmıyorsun”, “bunu başarmanın yolları var ama şimdilik farkında değilsin” propagandası da yeni bir dolandırıcılığın kapısını aralıyor. Son model spor otomobillerinden bu soruların cevaplarını eğitimle vereceklerini anlatan yeni nesil dolandırıcılar tam da buraya ağlarını atıyor. Bunların biraz daha akıllı ve edepli olanları “iş garantili” teknik eğitim kampları düzenliyor. Bir taraftan her yerde pompalanan “gelecek bilişim çağı, gençler yazılım öğrenin” safsatasıyla birlikte ilgisiz alakasız her bölümde okuyan ya da mezun olmuş gençler bilişimci olarak yukarıdaki döngüye dahil olan yeni kurbanlar oluyorlar.
Son birkaç aydır o rüzgâr da yön değiştiriyor aslında. Yapay zekanın günlük hayatımıza hızlı girişiyle birlikte “yazılımcılık artık bitti” tufanı başladı. Tabi zengin olmanın yapay zekayla artık çok kolay olduğunu iddia eden, “muhteşem fikrini hayata geçirmek için yapay zekâ dışında hiçbir şeye ihtiyacın yok” diyen yeni eğitimlerin tasarlanmasıyla bu alanın da nasıl kapatılacağı hızlıca anlaşıldı.
Bütün bunlar bir umut tacirliğinden ibaret. Bu yazılanların karşısına yıllarca atanmayı beklemek, alan dışında herhangi bir işte çalışmak, asgari ücrete hatta daha azına razı olmak, 30 yaşında ailenin yanında sığıntı gibi bir yaşam sürmek yazıldığında bir tarafta en azından umut var demek isteyebilirsiniz fakat bu sahte bir umuttan başka bir şey değil ve gençlere satılan tam olarak da bu. Memleketin zenginliklerinin hepimiz için fazlasıyla yeterli olduğunu kabul ederek başlamalıyız ancak. Kalitesiz gıdalar tüketmememizin sebebinin köylüye aşılanan kolay para kazanma zehriyle ilgili olduğunu, nakliye ve ulaşım ücretlerinin toplumsal bir planlama yapılmadığı için verimsizlikten arttığını, üretimin değil rantiyenin kazandırması sebebiyle 3-5 şehir dışında sanayinin neredeyse bittiğini konuşmak gerekiyor. Devlet üretim yapar mı denilerek satılan kamu fabrikalarının satıldığı gibi kapatıldığını ve ithalatla yeni sahiplerine para kazandırdığı için işsizliğin yüksek olduğunu anlatmak gerekiyor. Devlet eliyle imar rantının yönetildiğini, belediyelerin ve bakanlıkların imar politikaları sebebiyle bir avuç inşaat tekelinin zenginleştiği, on binlerce boş konut varken kiraların yükseldiğini anlatmak gerekiyor. Üniversite okumanın tek kurtuluş yolu olmadığı, eğitimin her seviyede kaliteli olması gerektiğini ve bunun hangi koşullarda mümkün olduğunu yazmak gerekiyor.
Peşinden koşacağımız tek girişimin yazacak, tartışacak, anlatacak ve yaygınlaştıracak olan yeni araçları geliştirmek olması ümidiyle….

