Behiç Oktay
Himalaya Dağları’nın eteklerinde, jeopolitik fay hatlarının tam ortasında konumlanmış Nepal, tarihinin sancılı dönemlerinden birini yaşıyor. Geçtiğimiz aylarda başkent Katmandu’dan ülkenin dört bir yanına yayılan, çoğunluğunu kimilerince Z jenerasyonu ya da Gen Z’nin oluşturduğu kitlesel protestolar, uluslararası kamuoyunun dikkatini dev nüfuslu büyük ülkelerin arasındaki bu küçük ama stratejik ülkeye çevirdi. Zaten kişileri doğum yılı veya dönemine göre kalıplara sokan bu sıkıntılı kategorizasyon bile, sürecin değerlendirilmesi konusunda ne gibi sorunların olduğunun basit bir işareti olarak da kabul edilebilir.
Gösteriler, gençlerin siyasilere, yapısal yolsuzluğa ve kronik işsizliğe karşı birikmiş öfkesinin spontane bir patlaması olarak sunuldu. Ancak bu yüzeysel okuma, Nepal’in karmaşık tarihsel bağlamını, derinleşen sınıfsal çelişkilerini ve emperyalizmin bölgeye dönük sürekli müdahale stratejilerini görünmez kılmaktadır. Monarşinin yıkılıp laik cumhuriyetin ilan edildiği 2008 yılı, uzun ve kanlı bir iç savaşın ardından gelen büyük umutlar taşıyordu. Ne var ki, bu umutlar, koalisyonlar, güven oylamaları ve bitmek bilmeyen parti kavgalarıyla geçen on yıllar içinde büyük ölçüde tükendi. Siyaset, halkın temel sorunlarına çözüm üretememeye başladı. İşte Nepal’de gençlerin öfkesini besleyen asıl sebep, bu siyasi sorunlar ve onun yarattığı ekonomik çıkmazdır. Ancak, bu meşru sınıfsal öfkenin yönlendiriliş biçimi ve arka planı, dünya sisteminin işleyişine dair daha derin ve rahatsız edici sorular sormayı gerektirir.
İki Dev Arasında Emperyalizmin Yeni Silahı
Marksist-Leninist analiz, hiçbir toplumsal hareketin, içinde filizlendiği uluslararası sınıf mücadelesi ve emperyalist hegemonya bağlamından bağımsız anlaşılamayacağını öğretir. Nepal’deki gençlik hareketine bu diyalektik perspektiften baktığımızda, olgunun birbirine sıkı sıkıya bağlı iki yüzünü görebiliriz. Bir yanda, işsizlik, yoksulluk ile karşı karşıya kalan Nepal işçi sınıfı, kır yoksulları ve kent gençliğinin somut ve haklı olarak görünen sınıfsal tepkisi; diğer yanda ise bu tepkinin, emperyalizmin bölgedeki jeopolitik ve ekonomik çıkarları doğrultusunda manipüle edilme, araçsallaştırılma ve nihayetinde içinin boşaltılma tehlikesi.
Nepal’in bu sıkışmışlığını ve emperyalizm açısından önemini anlayabilmek için haritadaki yerine bakmak yeterlidir. Ülke, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile Hindistan’ın geleneksel bölgesel hegemonyası arasında sıkışmış stratejik bir geçiş koridorudur. Tarihsel olarak Hindistan’ın nüfuz alanında görülen ve hatta zaman zaman ablukalarla ekonomik olarak sıkıştırılan Nepal, son yıllarda bu bağımlılıktan kurtulma arayışı içine girmiştir. Çin ile artan havaalanları, limanlar, enerji projeleri gibi altyapı işbirlikleri ve ticaret, Katmandu’ya Yeni Delhi karşısında manevra alanı yaratma imkânı sunmuştur. Ek olarak Nepal, Hindistan açısından Çin ile arasındaki bir tampon bölge gözüyle de bakmaktadır. Çin açısından ise zaman zaman emperyalizm tarafından kaşınan Tibet bölgesine komşu olması bakımından Nepal’in önemini artırmaktadır.
Ancak bu hamle, Hindistan’ın yanı sıra, onun jeostratejik ortağı olan ve Çin’i çevreleme politikasını benimseyen ABD ve müttefikleri tarafından da kaygıyla izlenmektedir. İşte tam da bu noktada, “demokrasi”, “şeffaflık” ve “gençliğin sesi” kılıfına bürünmüş yeni nesil müdahale stratejileri devreye girmiştir. Bu stratejilerin hedefi, Nepal’in Çin’e yakınlaşmasını engelleyecek, Hindistan ve Batı yanlısı bir siyasi rejimi ikame etmektir.
Bu bağlamda, Nepal Komünist Partisi (Maoist Merkez) liderliğindeki hükümetin konumu oldukça paradoksaldır. Bir zamanlar “Halk Savaşı” bayrağını taşıyan ve ABD tarafından “terör örgütü” ilan edilen bu güç, şimdi devleti yönetmekte ve aynı zamanda hem içerideki muhalefet hem de dış aktörler tarafından yolsuzluk ve beceriksizlikle suçlanmaktadır. Bu, tarihsel bir ironidir. Maocu hareket, iç savaş döneminde feodal kalıntılara ve emperyalizme karşı mücadele iddiasıyla yola çıkmıştı. Ancak barış süreci ve siyasete entegrasyon, onu, eleştirdiği burjuva parlamenter sistemin bir parçası haline getirdi. Bugün, “komünist” etiketli bir hükümetin, neoliberal politikaların ve yabancı yatırımların baskısı altında, ülkenin bağımsız kalkınma yolunu inşa etmekte zorlandığı görülmektedir. Bu durum, gençlik nezdinde ideolojik bir hayal kırıklığı yaratmakta ve “tüm siyasiler aynı” algısını güçlendirerek, apolitik ya da sisteme yabancılaşmış bir öfkenin yükselmesine zemin hazırlamaktadır. Bu öfke, sınıf bilincinden yoksun olduğu ölçüde, dışarıdan yönlendirilmeye son derece elverişlidir.
Tarih, emperyalizmin bu tür müdahale yöntemlerini geliştirme konusundaki diyalektik yeteneğini defalarca göstermiştir. Soğuk Savaş döneminde emperyalizmin dünyanın dört bir yanındaki açık müdahaleleri zamanla etkinliğini ve meşruiyetini yitirdikçe, daha incelikli, “yumuşak güç” odaklı stratejiler öne çıkmıştır. Bu stratejilerin başını renkli devrimler çekmiştir. Gürcistan’daki “Kadife Devrim”, Ukrayna’daki “Turuncu Devrim” ve Arap Baharı’nın ilk aşamaları, bu modelin prototipleriydi. Bu modelin işleyiş mekanizması bellidir.
İlk adım emperyalizmin çıkarları doğrultusunda hareket etmeyen yönetimlere karşı yerel, meşru muhalefetin kooptasyonudur. Her ülkede, yolsuzluğa, adaletsizliğe ve otoriter eğilimlere karşı var olan gerçek ve kitlesel bir halk muhalefeti tespit edilir. İkinci adım emperyalist ülkeler tarafından fonlanan sivil toplum ağları oluşturmaktır. Batılı devletlerin (USAID, NED vb.) ve onların yerel ortaklarının fonlarıyla beslenen STK’lar, gençlik platformları, medya kuruluşları ve “düşünce kuruluşları”, bu muhalefeti örgütlemeye, finanse etmeye, eğitmeye ve stratejik yön vermeye çalışır. Üçüncü adım, hiç kimsenin karşı çıkamayacağı kavramlar üzerinden söylem üretmektir. “Demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları”, “yolsuzlukla mücadele” gibi evrensel olarak kabul görmüş kavramlar, ülkenin ulusal çıkarlarına ve bağımsız kalkınma yoluna aykırı bir siyasi dönüşümü meşrulaştırmak için araçsallaştırılır. Asıl vurgu, sınıfsal sömürüden ziyade, “iyi yönetişim” üzerinedir. Son adım ise medya ve algı operasyonlarıdır. Emperyalizm ile bağları güçlü yerel ve uluslararası medya, olayları tek yanlı ve abartılı bir şekilde yansıtarak, mevcut hükümeti şeytanlaştırır, protestocuları ise “demokrasi ve umudun temsilcileri” olarak paketler.
Nepal’deki protesto hareketi de bu kalıbın dışına çıkmamaktadır. Hareketin sosyal medya odaklı, merkezi ve hiyerarşik örgütlülükten yoksun, lidersiz yapısı, onu geleneksel siyasetin kirlenmişliğinden uzak gösterse de, aynı zamanda dışarıdan manipülasyona ve yönlendirmeye son derece açık hale getirmektedir. Hareketin gündeminde yolsuzlukla mücadele ve siyasi reform gibi kimsenin karşı çıkamayacağı talepler varken, bu taleplerin Nepal’in bağımsız kalkınma yolunu tıkayacak, onu yeniden eski bağımlılık ilişkilerine mahkûm edecek bir siyasi alternatife evrilip evrilmeyeceği kritik sorudur. Bu bir komplo teorisi değil, emperyalizmin, kapitalizmin en üst aşaması olarak, sürekli ve uyum sağlayıcı doğasının bir tespitidir. Emperyalizm, bir ülkenin iç çelişkilerinden azami ölçüde faydalanmayı ve kendi hegemonyasını pekiştirecek kendi çıkarlarına uygun çözümleri, yerel dinamiklerin içine sızdırmayı esas alır.

Renkli Devrimlerden Jenerasyon Devrimlerine mi?
Nepal’de ve dünyanın başka bölgelerinde filizlenen protestolar, bize emperyalist müdahale stratejilerinin sürekli bir evrim içinde olduğunu göstermektedir. “Renkli Devrim” markası artık eskimiş, fazla tanıdık ve şüphe uyandırır hale gelmiştir. Yerini, daha organik, daha dijital, daha yatay ve en önemlisi, son derece zorlama bir jenerasyon kimliği üzerinden tanımlanan yeni bir markaya bırakmaktadır. Bu yeni modelin aktörleri, siyasi partiler veya geleneksel sendikalar değil, sosyal medyada aktif, küresel aktivizm söylemlerine hakim, hiyerarşi karşıtı söylemleri benimseyen “Gen Z” ve şimdilerde ortaya çıkan “Alfa” jenerasyonlarıdır. Bu jenerasyonlar, kendi içlerindeki meşru arayışları nedeniyle değil, bu özellikleri nedeniyle emperyalist operasyonlar için ideal bir sosyal zemin sunmaktadır.
Ancak bu yeni, dijital maskenin ardındaki senaryo ve nihai hedef değişmemiştir. Bu da bir ülkenin meşru iç muhalefetini ve sınıfsal öfkesini, o ülkenin emperyalist hegemonya altına alınması veya bu hegemonyanın korunması için bir kaldıraca dönüştürmektir. Nepal’deki gençlerin yolsuzluğa, işsizliğe olan öfkesi, kapitalist sistemin yapısal krizinin bir yansıması olarak haklı ve devrimci bir potansiyel taşıyor olabilir. Ancak gerçek kurtuluş, bu öfkenin sınıf temelinden koparılarak, apolitik bir “değişim” sloganına indirgenmesinde ve emperyalizmin yeni “jenerasyon” projelerine kanalize edilmesinde değildir.
Tam aksine, gerçek kurtuluş, bu öfkenin Nepal işçi sınıfı, köylülüğü ve tüm emekçi halklarıyla birleştirilerek, ülkenin bağımsız, anti-emperyalist ve sosyalist kalkınma yolunda ilerlemesini sağlayacak devrimci bir programa bilinçli bir şekilde bağlanmasındadır. Bu, yalnızca Nepal’in değil, tüm dünya halklarının karşı karşıya olduğu bir sınavdır. Renkli devrimlerin jenerasyon devrimleri kılığına büründüğü bu yeni dönemde, asıl mücadele, gençliğin meşru enerjisinin, emperyalizmin yeni ve sinsi tuzağına düşürülmeden, gerçek bir sınıf bilinci ve anti-emperyalist duruşla donatılması mücadelesidir. Nepal’in gençliği, kendi tarihsel öznesi olduğu bir halk hareketinin mi yoksa küresel güç oyunlarında bir piyonun mu olacağına karar vermek zorundadır. Bu karar, yalnızca Nepal’in değil, Güney Asya’nın ve tüm halkların geleceğini de şekillendirecektir.

