“Çözüm süreci”: Türk-Kürt ittifakı mı? Bölünme mi? 2. Cumhuriyete eklemlenme mi?

Dergi Gündem Sayı 30 (Mayıs-Haziran 2025)

Kamil Tekerek

“YENİ SÜREÇ” NEREDEN ÇIKTI?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, önce Meclis açılışında DEM Partililer ile el sıkışması, sonrasında 1 Ekim 2024 tarihinde grup toplantısında yaptığı konuşma ile Kürt meselesi ile ilgili yeni bir sürecin perdesinin aralanmasına neden oldu. Bilindiği üzere, Bahçeli bu eksendeki çağrılarını yinelemeye devam etti. Şimdi ise süreç İmralı, DEM Parti, MHP ve AKP arasındaki görüşmeler silsilesi ile devam ediyor.

Bu çağrıların ardından perde arkasında neler olup bittiğinin tam olarak anlaşılması için üzerinden biraz daha fazla zaman geçmesi gerekmiştir. Burada perde arkasında olup bitenlerin ne olduğuna ve devamında yaşananlara nasıl yaklaşacağımız önem taşıyor. Eğer ki devlet yetkilileri, Abdullah Öcalan, DEM Parti mensupları, farklı siyasetçiler ve benzerleri arasındaki görüşme trafikleri ve bunların perde arkasında yürüyen boyutlarını anlamaya çalışırsak bunun kimi zaman çözümü olmayan bir bulmaca olduğunu söylememiz gerekecektir. Dolayısıyla işin siyasi boyutuna ve genel plandaki siyasi gelişmeler içerisindeki durumuna neden ve sonuç ilişkileri içerisinde yaklaşmamız doğru olacak.

Buradan hareketle Ekim ayından bugüne kadar süreci ve yaşanan gelişmeleri ele aldığımızda, meselenin arka planında iki tane temel olgunun olduğunu tespit etmek yerinde olur. Bunlardan birincisi, Türkiye’deki yeni rejimin tescillenme arayışıdır. Bunun için AKP iktidarının yeni bir Anayasa’ya ve/veya bitirilmiş bir Anayasa tartışmasına ihtiyacı vardır. Bu bağlamda “çözüm sürecinin” gündeme getirilmesinin perde gerisinde, Türkiye’de Kürtlerin ve Kürt siyasi hareketinin yeni rejime ya da daha farklı bir ifadeyle İkinci Cumhuriyet’e eklemlenmesinde gelinen aşamanın sonuca erdirilme ya da tamamlanma arzusu bulunmaktadır. Bu sürecin “başarıyla” sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, ne kadar “demokratik” olacağı ya da Türkiye’nin “demokratikleşme” sürecine nasıl bir katkıda bulunacağı ise başka bir tartışmanın konusudur.

“Çözüm süreci”nin arka planında yer alan ikinci ana olgu olarak Suriye’de son süreçte yaşananları ve Kürt devletleşmesini yazmak doğru olur. Her ne kadar Suriye’de ABD, İsrail ve Türkiye destekli HTŞ’nin Esad yönetimini devirerek iktidarı ele geçirmesi Bahçeli’nin açıklamalarından sonra hayata geçse de tüm vektörler bu yöne işaret etmektedir. Bu noktada, Suriye’ye dönük müdahale öncesinde Türkiye’deki tüm Amerikancı ve İsrailci güçlere CIA tarafından brifing verilmiş midir bunu bilemiyoruz.

Ancak böyle bir bilgiye ihtiyaç olmasa da akacak su yatağını bulmuştur. Türkiye’de NATO’cu sermaye devleti, Türkiye burjuvazisi, AKP iktidarı ve Cumhur İttifakı bileşeni MHP, Suriye’nin parçalanması sonrasında tescillenmesi muhtemel olan Kürt devletine ya da özerk bölgesine “ön almak” ya da “hamilik etmek” için Kürt kartını ceplerinden çıkarmıştır. Bu yazımızda nedenleri ve sonuçlarıyla ikinci olgu üzerine yoğunlaşacağız.

ARZ-I MEV’UD, BÖLGESEL SAVAŞ VE İÇ CEPHE

Geçtiğimiz yaz aylarında önce Cumhurbaşkanı danışmanı Yiğit Bulut’un, devamında ise Tayyip Erdoğan’ın İsrail’in yayılmacılığının Türkiye topraklarını da hedefleyeceğine dair yaptıkları konuşmalar, Yahudiler ve Arz-ı Mev’ud (Vadedilmiş Topraklar) tartışmalarını da beraberinde getirdi. Bu konuşmaların bir buçuk yıl boyunca Ortadoğu’yu kasıp kavuran İsrail saldırganlığının bir adım sonrasında ortaya çıkmasının önemli bir öngörü olduğunu düşünmek için bir neden göremiyoruz. AKP iktidarının emperyalist siyonist çevreler tarafından bir sürece çoktan dahil edilmiş oldukları açık. Bunun tescillendiği nokta ise Suriye’de HTŞ’nin yönetimi ele geçirmesi olmuştur. İsrail ise Türkiye’yi değil ama Suriye’yi işgal etmiştir.

AKP iktidarının, İsrail’in Türkiye’yi işgal edeceğine dair olan propagandası, bir yandan siyonizm ile işbirliğini perdelemek gibi bir yan taşımakta; diğer yandan ise dış tehdit algısını yükseltmeye yaramaktadır. Çünkü son süreçte İsrail’in Ortadoğu’da yaptığı katliamlar ve saldırılar, toplum nezdinde bu ülkenin reel bir tehdit olduğu algısını büyütüyor. AKP işte tam da bu çizgiye oynamıştır ve bir düzeyde bu söylemin karşılık bulduğu düşünülebilir.

Bu söylemlere paralel olarak başta Tayyip Erdoğan olmak üzere Cumhur İttifakı tarafından “iç cephe”nin tesisi ve güçlendirilmesi söylemine ağırlık verilmeye ve Ortadoğu’da büyük bir bölgesel savaş yaşandığı telaffuz edilmeye başlanmıştır. İç cephe söylemine ağırlık verilmesi, Türk-İslâmcı bu iktidarın Kemalizmi yeniden keşfetmesi ve Kurtuluş Savaşı günlerine dönme arayışı değildi elbette. Amaçlarının günü kurtarmak ve emperyalist siyonist projelere ortaklık esnasında herkesi çevrelerinde toparlama arayışı olduğu kısa bir zaman diliminde açığa çıktı.

AKP iktidarı ve devamında “çözüm süreci”nin sözcüsü olarak adlandırabileceğimiz Devlet Bahçeli’nin söylediklerinin özü kabaca şu şekilde yazılabilir: Ortadoğu’da İsrail’in körüklediği ve emperyalistlerin desteklediği büyük bir savaş ya da savaş olasılığı var. Bütün ülkeler bölünerek yeni ülkeler kurulacak. Bu açıdan Türkiye’nin savunulması için iç cepheyi güçlendirmek gerekmektedir. Suriye’nin parçalanması ile ortaya çıkması muhtemel Kürt devletine hamilik edebilmek ve aynı zamanda güncellenmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nde rol kapmak için ülke içerisinde Kürtlerin (ya da Kürt siyasi hareketinin) yeni rejime bağlanması, entegre edilmesi gerekiyor. Bunun için açılıma, açılım içinse Abdullah Öcalan’ın sürecin merkezine yerleştirilerek adım atılmasına ihtiyaç var. Bu sayede Türkiye içinde birlik sağlanacak ve Ortadoğu’daki savaşın dışında kalmak mümkün olacaktır. Ancak bu sürecin adı aynı zamanda “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırılıyor.

Bu yazıdaki amacımız Kürt meselesi üzerinden yaşanan gelişmelerin güncel ve anlık boyutunu ele almak değil. AKP iktidarının bir yandan kardeşlik ve demokrasi derken diğer yandan baskı ve kayyum politikasını devreye alması ve İBB’ye, Ekrem İmamoğlu’na ve CHP belediyelerine dönük yapılan operasyon üzerinden ortaya çıkan tabloya bu noktada bir parantez açarak değinmek isabet olacaktır. Bunlarla birlikte özellikle iç cephe çağrısının Kürt siyasi hareketinde ve liberallerde büyük bir karşılık bulduğunu, DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar’ın Meclis kürsüsünden iç cephe çağrısı yaptığını, Kürt siyasi hareketinin de siyasi jargonunu bu eksene kaydırdığının altını çizmek gerekiyor.

“ÇÖZÜM SÜRECİ” VE 19 MART DARBESİNİN KARŞI KARŞIYA GELİŞİ

Bu noktada bir parantez açarak, sermaye iktidarının başlattığı ve “Terörsüz Türkiye” adı verilen süreç ile 19 Mart tarihinde başlayan sürecin çakışmasına dair bazı noktaları ele almak önem taşımaktadır.

19 Mart darbesi olarak nitelenebilecek süreçle birlikte CHP’nin yeni “çözüm süreci”ne destek verme potansiyeli çeşitli şartlara bağlanmış oldu. Bu durum geçtiğimiz haftalarda Devlet Bahçeli’nin Ekrem İmamoğlu’nun yargı süreçlerinin hızlandırılması çağrısına Özgür Özel’in verdiği yanıtta ortaya çıkması ise şaşırtıcı olmamıştır. Özel’in, İmamoğlu’nun tutuksuz yargılaması karşılığında sürece destek vereceklerini açıklaması bunun belirteci olarak görülebilir.

Son seçimlerde birinci parti olan CHP’nin maruz kaldığı ve tüm Türkiye’de gündemi belirleyen 19 Mart darbesi ile birlikte başlayan olaylar silsilesinin hukuk devletinin sınırlarını zorladığı açıktır. Diğer taraftan İmralı ve DEM Parti heyetlerinin yaptığı görüşmelerin sonuçlarının ise hukuk normlarının daha titizlikle uygulanmasını gerektirecek durumlar yaratacağı da bilinmektedir. Dolayısıyla iki sürecin çakışması aynı zamanda bir dizi çelişkiyi beraberinde getirmekte, bir yandan CHP belediyelerine operasyon yapıp Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesine paralel olarak PKK önderliğinin geleceğinin “hukuk normları” veri alınarak tartışılması oldukça abes bir tabloyu açığa çıkarmaktadır.

Benzeri bir durum, bir yandan iç cephe çağrısı yaparken diğer yandan iç cephenin bir numaralı muhatabı olan CHP’nin karşıya alınmasında ortaya çıkmakta, siyaseten çok zorlanırsa kriz dinamiklerinin tetikleneceği bir yola doğru girilmektedir. Cumhur İttifakı çatısı altında reel olarak var olan kriz başlığı burada düğümlenmekte, Bahçeli ile Erdoğan arasında köprüler yakın vadede atılacak gibi olmasa da süreç zorlanmaktadır.

Bu anlamıyla, 19 Mart darbesi ile yeni “çözüm süreci” karşı karşıya gelen olgular olarak burjuva siyaset düzleminde yerlerini almış durumdalar. DEM Parti ise “sürece zeval gelmemesi” adına olayları sessizlikle geçiştirmeyi tercih etmektedir. Kürt siyasi hareketinin Ergenekon operasyonlarına ve 2010 referandumuna verdikleri örtülü destek, Gezi direnişi ile mesafeli duruşları hatırlandığında bunun şaşırtıcı bir durum olmadığı ifade edilebilir. Tam bunlara paralel olarak Suriye’de şeriatçı HTŞ’nin lideri Colani ile Kürt siyasetinin lideri Mazlum Abdi’nin Alevi katliamının gölgesinde el sıkışmaları ise asla tesadüf olarak görülemez.

İşte böylesi bir konjonktürde Amerikan barışının destekçisi olması muhtemel pozisyonda yer alan CHP ya da Ekrem İmamoğlu’nun sahne dışına itilme çabası burjuva düzenin genel çıkarları açısından da sıkıntı yaratacak bir olasılık olarak sıcaklığını korumaktadır. Bu noktada parantezi kapatarak kaldığımız yerden devam edebiliriz.

MİSAK-I MİLLİ VE TÜRK-KÜRT İTTİFAKI GÜNDEMİ

2014 yılında nihayete eren bir önceki “çözüm süreci”nde gündeme getirilmiş olan Misak-ı Milli tartışmaları kısmen de olsa gündeme gelmiş gibi görünüyor. Hatırlanacağı üzere o dönem “Türkiye Misak-ı Milli sınırlarına büyümezse küçülür. Musul’u almazsak Diyarbakır’ı veririz.” gibi yaklaşımlar çokça gündemde idi. Irak’ta Kürt devletleşmesine paralel ve sonrasında Suriye’nin bölünme dinamikleri tetiklendiği oranda gündeme gelen bu başlıkların benzeri Suriye’nin parçalanmasının reel bir olguya dönüşmesi ile birlikte yeniden akıllara gelmeye başlamıştır. Ara ara 82, 83 gibi plaka numaraları telaffuz edilerek bu başlık ısıtılıyor. Reel karşılığının ne olacağı ise belirsiz.

Bu çerçevede, Kürt siyasi hareketi ise verili süreci Türk- Kürt ittifakı adı altında karşılamaya karar vermiş gibi görünmektedir. Diğer taraftan devlet ve Cumhur İttifakı ise “Terörsüz Türkiye” söylemini ön plana çıkarırken, iç cephe çağrısının ise altı boşalmış gibidir. Bu noktada “Türk-Kürt ittifakı” olgusundan çıkan temel sonucun Türk milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliğinin dönemsel müzakeresi ve “çözüm süreci” adı altında Ortadoğu’da alınan pozisyonların deklare edilme arayışı olduğu açıktır.

Dolayısıyla, sonda söyleyeceklerimizi bu noktada ifade etmekte sakınca bulunmuyor. Türk-Kürt ittifakı denilen olgu ancak ve ancak anti-emperyalist, sermaye ve gericilik karşıtı bir eksende anlam kazanabilir. Şu an yürütülen süreç, bir ayağı liberalizme batmış, diğer ayağı milliyetçilik tarafından belirlenen bir senteze sahip olan Kürt siyasi hareketinin NATO’cu sermaye devleti ile yürüttüğü müzakereler bütününden ibaret.

Bilindiği ve görüldüğü üzere içinden geçtiğimiz sürecin Kürtlerin ulusal demokratik haklarının tescillenmesi ile uzaktan yakından ilgisi olmadığı açıktır. Meseleyi bir kere daha ifade etmek gerekirse, Suriye’deki Kürt devletleşmesi çevresine alınan pozisyonlar bulunmakta, ek olarak Abdullah Öcalan’ın durumu ise her iki taraf açısından bir pazarlık kozu olarak görülmektedir. Her iki tarafın ittifak adı altında milliyetçi bir eksende pazarlık etmelerinin ise emekçi halklar açısından bir faydası olmayacağını şimdiden dile getirmek doğru olacaktır.

ORTADOĞU’DA EMPERYALİST SİYONİST YÖNELİM, TÜRKİYE’NİN BÜYÜMEYE ÇALIŞIRKEN KÜÇÜLME İHTİMALİ

Türkiye’nin Misak-ı Milli için el yükseltmesi ile İsrail’in Arz-ı Mev’ud sınırlarını ilerletmesi, iki ülke arasında büyük bir savaşa yol açabilir mi tartışması komplocu ve spekülatif bir tartışma olur kuşkusuz. Ancak, İsrail’in Suriye’yi işgal ederek topraklarını genişletme yönelimi ile Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine yayılma arayışı arasında gerilimler çıkması ise muhtemeldir. Gerilimler ise daha büyük işbirliklerinin müjdecisi olabilir. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin zamanla nasıl tam anlamıyla yoluna gireceğini zaman gösterecektir. Ülkemizdeki “Siyonist İslâmcılar”ın istediği tam da bu olsa gerekir.

Bunlarla birlikte ABD, İngiltere ve İsrail’in bölgede attığı adımların ofansif, Türkiye’nin pozisyonunun ise defansif olduğunu da bir kenara not etmemiz gerekiyor. Emperyalizmin ve İsrail’in bölgedeki taarruzunun ve gelinen aşamanın İran’ın geriletilmesi, Rusya’nın bölgeden “çekilmesi”, Suriye’nin parçalanması gibi sonuçları olduğu açık. Şimdi sırada Suriye’nin paylaşılması gibi bir durum mevcut. Türkiye burjuvazisinin ve temsilcisi AKP iktidarının bu paylaşımdan daha fazla inşaat ve enerji ihalesi alarak çıkmak istediği açık olmakla birlikte, Suriye’de Kürt meselesi açısından “Amerikan barışı” çerçevesinin belirleyici olacağını şimdiden ifade etmek önem taşıyor.

Diğer taraftan, İsrail’in bölgedeki en önemli potansiyel ittifak unsurunun Kürt yönetim(ler)i olduğunu ya da olacağını akıldan çıkarmamalıyız. Emperyalizmin tercihi, bir yandan İran’ın önünün kesilmesi diğer yandan da Azerbaycan’dan başlayan, Türkiye’nin içinde olduğu, Kürt bölgesel yönetimlerinin ve İsrail’in iç içe geçtiği yeni bir Amerikancı eksenin oluşmasıdır. Amerikan barışının bir diğer boyutu ise budur.

Amerikan barışına Türkiye’nin itirazları olabilir, Suriye Kürtleri daha fazla egemenlik altına alınmaya çalışılabilir, Suriye’deki Kürt bölgesinin HTŞ kontrolü altına girmesi istenebilir, federasyon olmaz da özerklik olabilir… Tüm bu başlıklar içinden geçtiğimiz süreçte tartışmaya ya da pazarlığa açık görünmektedir. Ancak emperyalizmin yönelimi Ortadoğu’da BOP’un daha fazla konsolide edilmesi ve geri dönüşsüz bir şekilde taşların yerine oturtulmasıdır. Çünkü Rusya’nın da içinde olduğu ve Ukrayna gündemini de kesen bir süreç paralel olarak ilerlemektedir.

Böylesi bir konjonktürde Türkiye’nin Kürt meselesi üzerinden bölgede bazı başlıkları zorlamasının ise sınırlarının olduğu açıktır. AKP iktidarının hamasi söylemlerinin hayatın gerçeklerine ve kapitalizmin yasalarına çarpması yüksek olasılık dahilindedir. Bunlarla birlikte Suriye’ye hamilik ve genişleme adına ortaya atılan “çözüm süreci”nin bir sonraki vadede Türkiye’deki bölünme dinamikleri üzerinde de etkisi olabileceğini yabana atmamak siyasi olarak dikkate alınması gereken bir durumdur. Suriye’nin parçalanması bağlamında sübjektif rolü olan AKP iktidarının şimdi çıkıp Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletleşmesine itiraz etmesi ise AKP’nin siyaset tarzının en temel örneğidir. Buna artık çelişki dahi değil, pazarlığın en açık ve AKP iktidarının Türk dış politikasını getirdiği noktanın adı denmesi en doğrusudur.

“Çözüm süreci Türk- Kürt ittifakı mı, bölünme mi?” sorusunun yanıtı elbette bu iki uçta verilmek durumda değil. Kürt meselesinin bir çözüm yolu bulunuyor. O da Türk emekçileri ile Kürt emekçilerinin emperyalizme ve gericiliğe karşı birliğinden ve sömürü düzenine karşı mücadele etmesinden geçiyor. İttifak adı altında milliyetçilerin ittifakından, barış adı altında Amerikan barışından, statü adı altında emperyalizm ile işbirliğinden, çözüm adı altında sermayenin çıkarlarından bahsediliyorsa bilin ki oradan kurtuluş yolu geçmiyor…

Related Posts