Berkay Çelen
“Padişah düşmanınızdır, halife düşmanınızdır, bana bakın kimse işitmesin, millet düşmanınızdır!”
Sonda söyleyeceğimizi başta söylemiş olalım. Yazımızda ele almam istenen konu, kurtuluş mücadelesinde İstanbul-Anadolu ikiliği ve mücadelenin seyri üzerindeydi. Dolayısıyla, tüm yazının özeti de aslında yukarıda ifade edilen sözde saklı bulunuyor. Mücadeleyi zaferle taçlandıran Anadolu ekibinin, ki sürecin devamında Ankara Hükümeti olarak da adlandırabiliriz, önde gelen isimlerinden olan, Kurtuluş Savaşı’nın Batı cephesi komutanı, sonrasının ise hem başbakanı hem de cumhurbaşkanı olan ‘’Milli Şef’’ İsmet Paşa (İnönü), karşıladığı askerlerine bu sözleri söylerken aslında hem mücadelenin hem de kurulacak Cumhuriyetin temelini ifade etmiş oluyordu.
Bugün halen iktidar kanadının bazı mensuplarınca dillendirilen, padişahın emriyle Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı tezinin, bu derginin okurlarınca çok da dikkate alınacak bir tez olmadığı açık. Bu konuyu ele almak dahi kurtuluş mücadelesine bir hakarettir. Ancak yine de, tarihe bir kez daha bakmaya ve 19 Mayıs 1919’da atılan ilk adımı değerlendirmeye çalışacağız.
Bilindiği üzere, İttifak Devletleri safında Birinci Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı Devleti, savaştan ağır bir yenilgi ile çıkmıştı. Her ne kadar Çanakkale’de büyük bir zafer elde edilmiş olsa da diğer cephelerde başarı sağlanamamış ve Osmanlı’nın yanında olduğu büyük devlet Almanya yenilgiyi kabul edince Osmanlı da bu savaştaki yenik devletler arasında yerini almıştı. Ardından gerçekleşen ateşkes ve barış antlaşmaları da teslimiyetin kabulü anlamına gelmişti. Mondros Mütarekesi sonucunda ülke, bir bütün olarak İtilaf Devletleri himayesine girmiş ve emperyalist ülkeler arasında fiili olarak paylaşılmaya başlanmıştı. Süreç, fiziki işgaller ile devam etti.
Her işgal, karşısında bir tepki de buluyordu. Anadolu’nun çeşitli noktalarında yerel direniş faaliyetleri başlamıştı. Dağınık ve birbirinden bağımsız olarak ilerleyen bu hareketler, özellikle işgal kuvvetlerinin ülkeye yerleşmesini yavaşlatıyorlardı. Bu durum, emperyalist devletleri oldukça rahatsız etmişti ve Osmanlı’ya da baskılar artıyordu. Osmanlı Devleti, Mondros’ta imzalamış olduğu antlaşmanın gereğini yerine getirmeye zorlanıyordu:
Silahlar teslim edilecek, her türden direniş hareketi kesin olarak durdurulacaktı.
Samsun, o tarihte fiziki bir işgale uğramamıştı ancak bölgedeki Türk ve Rum nüfusu arasında çatışmalar bulunuyordu. Karışıklık halinin devamı, bölgenin işgali anlamına gelecekti. Bu karışıklıkları durdurmak için ise Mustafa Kemal görevlendirildi. Dokuzuncu Ordu Müfettişliği görevi verilen Mustafa Kemal, Vahdettin tarafından kendisine verilen görev doğrultusunda 16 Mayıs 1919 günü Bandırma Vapuruna binerek bölgeye doğru yola çıktı. Bu yol, başlayacak büyük mücadelenin, kazanılacak zaferlerin, kurulacak yeni ülkenin de ilk adımı olacaktı. Dolayısıyla, 19 Mayıs tarihi, Mustafa Kemal’in bölgeye giderken aldığı görevle değil, bölgede ve sonrasında yaşananlarla önem kazanmaktadır.
Genç ve başarılı bir subay olan Mustafa Kemal, uzun yıllardır ülkenin geleceğine dair düşüncelere sahipti. Avrupa’da geçirdiği eğitim süresinde yeni fikirlerle tanışan Mustafa Kemal, Fransız Devrimi ve sonrasındaki gelişmeleri yakın olarak öğrenme fırsatına sahip olmuş ve bu uygulamaları ülkesinde gerçekleştirebilmenin yollarını aramaya koyulmuştu. Padişahın, halifenin, ümmetçi anlayışın bir çözüm olmayacağını anlamış, ülkenin ilerlemesi için yeni bir kuruluş ihtiyacı olduğunu da tespit etmişti.
Savaş ve sonrasındaki işgal koşulları, bitmiş gözüyle bakılan ülkede aslında yeniden başlamanın da mümkün olduğu diyalektik sonucunu vermişti, Mustafa Kemal de bu diyalektik düşünceyi benimseyenlerdendi. Dolayısıyla, yola çıkmak için uygun zamanlardı. Ancak, ülkenin merkezi işgal altındaydı. Hem Osmanlı’yı yönetenlerin yaklaşımı hem de fiziki işgal koşulları nedeniyle İstanbul’da girişilecek bir mücadelenin kısa ömürlü olması ve hemen bastırılması yüksek ihtimaldi. İşgalcilerin ve Osmanlı otoritesinin olmadığı bir yerde, güç biriktirerek ilerlemek stratejik açıdan daha uygundu. Üstelik, memleketin her tarafında silahlara el konulduğu için mühimmat eksiği de bulunmaktaydı. Mühimmatı bulunan tek ordu gücü ise Erzurum’da Kazım Paşa (Karabekir) himayesindeydi. Bir şekilde oraya ulaşmak ve orayı mücadeleye ikna etmek gerekmekteydi. Samsun, bu yönüyle biçilmez bir kaftan olmuştu ve ‘’görevin’’ yerine getirilmesi için şartlar uygundu. Başkent İstanbul işgal edildiği için, mücadelenin Anadolu’da yürütülmesi kaçınılmaz bir sonuç olmuştu. Ancak tek sebep işgal değildi. İstanbul, fiziki olarak işgal edilmesi bir yana, işgal kuvvetlerine irade olarak da teslim olmuştu. Sevr Antlaşması, İngilizlere Vahdettin’in sembolik anahtar vermesi, Mustafa Kemal hakkında idam fermanı yayınlanması, iç ve dış kaynaklı ayaklanmaların desteklenmesi gibi gelişmeler ile birlikte değerlendirildiğinde, Anadolu’nun bu mücadeleyi aynı zamanda İstanbul’daki güçlere karşı verdiğini söylemek zor olmayacaktır.
16 Mayıs günü vapura binen genç subay, büyük bir görev için gönderilmişti. İstanbul’un kendisine verdiği görevin haricinde, kendisinin ve birlikte mücadele edeceği kadroların memleket için kendilerine yükledikleri bir görevi de vardı. Görev başarıyla tamamlandığında ise görev verenlerin tüm enkazının ortadan kaldırıldığı yeni bir Cumhuriyet kurulacaktı.