Hikmet Yaman
15 Mayıs 1984, 12 Eylül askeri faşist darbesi sonrası tam bir açık hava hapishanesine dönen ülkede çıt çıkaranın tepelendiği bir ortamda sunuş kısmıyla birlikte 6 sayfalık “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” başlıklı bir dilekçe Cumhurbaşkanlığı ve Meclis Başkanlığına sunuldu.
“Türkiye henüz atlatamadığı en ağır bunalımlardan birini yaşamaktadır. Kuşkusuz, bu büyük bunalımdan toplumumuzun bütün kesimleri, katmanları ve görevlileri ortaklaşa sorumludur. Biz Türk aydınları, eksiklerimizin ve sorumluluğumuzun öneminin ve önceliğinin bilincindeyiz. Bu bilinç, bize toplumumuzun sağlıklı ve güvenli bir düzene geçişiyle ilgili görüşlerimizi açıklama görev ve hakkını vermektedir.” sunumuyla başlayan bu dilekçe, demokrasi, yargının bağımsızlığı, işkencenin ortadan kaldırılması, adalet, siyasi partilere ve toplumsal örgütlenmelere serbestlik, sanat ve fikir hayatındaki baskıların ortadan kalkması gibi başlıklarda talep ve önerileri kapsıyor ve “Bu dilekçe 1300 aydın tarafından imzalanmış olup imzalı kopyalar Ankara, Altındağ 1. Noterine emanet olarak teslim edilmiştir” diye bitiyordu.
Faşist cuntanın başı, dönemin “Cumhurbaşkanı” olan Kenan Evren, dilekçeyi imzalayanları “vatan haini” ve “ahlak yoksunu” olmakla suçladı. İmzacılardan bir kısmı, örneğin İbrahim Tatlıses ve Öztürk Serengil gibi toplu konut projesi sanmak, Fikret Hakan gibi dilekçenin tamamını okumadan imzalamak ya da Sami Hazinses gibi kahvede kâğıt oynarken çabuk oyna denildiği için okumadan imzalamak gibi bahanelerle, içerikten haberleri olmadığını söyleseler de bu dilekçe, Türkiye aydınının “onur belgelerinden biri” olarak tarihteki yerini almıştır. Ve kuşkusuz bunun baş mimarı Aziz Nesin’dir.
HAYATININ HİKAYESİ
Aziz Nesin, kendi anlatımıyla, “Yıl 1915, Çanakkale Savaşı’nın en kızgın, en civcivli zamanı. Nusret, “yardım, Tanrı yardımı, başarı, üstünlük” anlamına geliyor. Tanrı yardım etsin de Çanakkale Savaşı’nı kazanalım diye, böyle bir dilekle adımı Nusret koyuyorlar. Mehmet de dedemin adı. Ben Mehmet Nusret…” diye başlatır yaşamını. Yoksul bir ailenin çocuğudur. Amcasından öğrenir okumayı yazmayı, sekiz yaşında hafız olur.
Bu yoksul yaşamın içinde kendisini anlatırken “Çocukluğumu hiç yaşamadım. Çember çevirmedim, zıpzıp, bilya alamadım elime. Uçurtma uçurmadım. El bende, sobe, körebe, birdirbir, uzuneşek, kovalamaca oynamadım… Hiç, hiçbir şey… Çocuk olmuş tek günüm yok yaşamımda… Oysa öyle severdim ki koşup oynamayı…” der.
1926’da Darüşşafaka’lı olur. Yazma sevdası hep vardır. Yazar, yazar…
1942’de üsteğmendir orduda.
“Aziz Nesin” takma adıyla dergilere öyküler gönderir. Yeni Adam, Yedi Gün, Ankara’da yayımlanan Millet… Bir Memurun Masası adlı öyküsü Akbaba dergisinde yayımlanır. Yazar olabilmek için askerlikten kurtulmaya çabalar. Kurtulur da. Askerlikten mahkeme kararıyla çıkartılıp üç ay on gün cezaevinde kaldıktan sonra, işsiz ve parasız bir yazar olarak başlar hayatının yeni dönemi. Tan gazetesiyle ilerici sosyalist bir aydın olarak yürüyüşü de başlar. Tan komünistlikle suçlanıp matbaası yakılır ve kapatılır.
Yeniden işsiz kalan Aziz Nesin, Cumartesi adlı dergiyi çıkarır. Yedi sayı çıkabilen Cumartesi’nden sonra Sabahattin Ali ile birlikte Markopaşa’yı çıkartmaya başlar. Bir siyasal gülmece olarak Markopaşa, halkın ilgisini çekmiş, bu da siyasal iktidarın şimşeklerinin dergiye yönelmesine neden olmuştu.
İktidar partisi CHP, sıkıyönetimi uzatabilmek için Markopaşa’yı bahane olarak ileri sürüyordu. Valiler ve emniyet müdürleri birçok şehre gazeteyi sokmuyorlardı. Gericiler, durmadan gazete aleyhinde tertipler ve gösteriler yapıyorlardı. Gazete hakkında birçok dava açılmıştı… Markopaşa o kadar çok baskıya uğramış, sık sık kapatılmıştı ki, tam altı kez adını değiştirerek, başka adlarla yayımını ve yayım yoluyla politik savaşımını sürdürebilmişti: Malum Paşa, Ali Baba, Yedisekiz Hasan Paşa, Bizim Paşa, Medet. Bu, Aziz Nesin’in aydınlanma mücadelesinde bayrak taşıyıcılığını daha da büyütmüştü.
2. Dünya Savaşı sonrası emperyalizmin Türkiye’ye iyice yerleşmesine karşı bir şeyler yapmak düşüncesiyle “Nereye Gidiyoruz?” adlı broşürü yayımlar. Bu nedenle 22 yıl hapisle yargılanır. On ay hapis yatar ve Bursa’ya sürgün edilir. Artık yazdıkları, yaptıklarıyla siyasi iktidarların hedefinde yaşamaya başlamış, yazdıkları nedeniyle onlarca dava ile yargılanmış, birçok kez hapse girmiş çıkmıştır.
1955 yılında iktidar, “Kıbrıs konusunda dikkat çekmek” üzere İstanbul’da bir mitingi gizlice örgütlemişti. Kışkırtılan kitleler gece sabaha dek başta Rum, Ermeni, Yahudilerin olmak üzere evleri, işyerlerini ve malları yağmalamış, yakıp yıkmışlardı. Menderes, “Kıbrıs meselesinden doğan bir milli galeyanın ortaya koyduğu birtakım tahribattan ibaret değildir. Katiyetle ifade ediyorum ki, şekilleriyle hazırlanmış olan büyük bir komünist darbesinin karşısında bulunmaktayız. (…) Müsait olan zemini fevkalade üstadane maharetle ve soğukkanlılıkla istismar eden komünistler birer milli felaket diyebileceğimiz fevkalade ağır bir vaziyet vücuda getirmişlerdir” diyerek, olayların sebebi olarak komünistleri suçlar.
Komünist olarak bilinen 45 kişi tutuklanarak polis tarafından sorgulanır. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Ratip Tahir, İsmet Selimoğlu, Emin Sekun, Ziya Tüzmen, Muzaffer Kolçak, Hadi Malkoç, Recep Yelkendağ, Tahsin Güzel, Fehmi Kurucu, Hasan Kaşarcı, Dr. Hulusi Dosdoğru, Dr. Müeyyet Boratav, Dr. Can Boratav, Dr. Nihat Sargın, İsmet Selimoğlu, Faik Muzaffer Amaç, Aslan Kaynardağ, Asım Bezirci, Ali Ertekin, Hasan İzzettin Dinamo, Mustafa Börklüce, İlhan Berktay, Suni Büyük ve Ali Akça gibi isimler vardır.
Yassıada yargılamalarındaki duruşmalarda ”Hükümet neden komünistleri suçladı?” sorusunu Fuat Köprülü, “Olayların ertesinde toplanan Bakanlar Kurulu’nda, genellikle komünistlerin tertibi görüşünün hâkim olduğunu, Emniyet yetkililerinin hükümete, olayların komünistler tarafından yapıldığına yönelik telkinleri ve o zaman İstanbul’da bulunan Amerikan istihbarat şefinin tahribat şekillerinin tamamıyla komünist tekniği ve usullerine uygun olduğunu ifade ettiğini” söyleyerek yanıtlayacaktır.
Aziz Nesin çok üreten bir o kadar da aydın tutarlılığı içinde sisteme kafa tutan bir duruş içindeydi. Yazdıkları birçok dile çevrilmiş, birçok ödül kazanmış, dünya yazarları içinde önemli bir yer kazanmıştı.
“AZİZ NESİN SEN NESİN”
Yetmişli yıllar, Türkiye’de ilerici sol sosyalist hareketlerin güçlendiği, kitleselleştiği bir dönemdir. Bu güçlenme işçi sınıfının sendikalaşma ve hak arama mücadelesini de büyütmüştür. Aynı zamanda sol siyasi hareketlerin kendi aralarındaki çekişme ve tartışmalar da bu büyümeye eşlik etmiştir.
30 Mayıs 1977’de DİSK Maden-İş’in örgütlü olduğu 25 işyerinde birden başlatılan grev “Büyük Grev” olarak adlandırılır. “DGM’yi ezdik sıra Mess’te” sloganıyla başlayan grev, yaklaşan seçimlerde işçilere CHP’yi desteklemeyi işaret eden “ilerlemeci” sendikacılar ve siyasi örgütlerin bu tutumu sol içinde çok sert tartışmalara neden olur.
Büyük Grev’in nedenleriyle ilgili olarak da asıl önemli ve büyük tartışma Aziz Nesin’in “Büyük Grev” adlı öyküsünün Vatan gazetesinde yayınlanmasıyla birlikte ortaya çıkar. Haslet’in çizdiği karikatürde, bir işçinin elinde “Yaşasın grev”, Vehbi Koç’un elinde ise “Yarasın Grev” yazan dövizler vardır. Büyük Grev başladığında “madeni eşya endüstrisinin birçok dalında üretim fazlası” olduğu ve ayrıca “hammadde yokluğu, ithal zorluğu, döviz darboğazı, enerji sıkıntısı” nedenleriyle grevin “işçiden çok işverenin işine yaradığı” yolundaki tezleri destekleyen öykü, nedeniyle, o dönem Maden-İş başta olmak üzere DİSK içinde etkili olan “ilerlemeci” hareket toplantılarda, mitinglerde “Aziz Nesin, sen nesin” sloganını atarak Aziz Nesin’i aforoz etmiş, hainlikle suçlamışlardı.
Aziz Nesin yaşamı boyunca kendisini “halkına karşı sorumlu” hissettiğini ve bu “borcu” ödemek için çabaladığını söyler. “Ah Biz Ödlek Aydınlar” kitabında Türk aydınlarının tepki vermekte geciktiğini, aydın olmanın, verileri iyi değerlendirerek, geleceği önceden görmesi gerektiğini belirtir.
OY MADIMAK
2 Temmuz 1993 tarihe kara bir leke olarak geçen gün…
Sivas’ta Pir Sultan Abdal şenlikleri kapsamındaki etkinliklere katılmak üzere gelen 33 sanatçı yazar, aydının ve 2 otel çalışanının Madımak otelinde dinci gericiler ve faşistlerce yakılarak öldürüldüğü bu kara günde Aziz Nesin katliamdan yaralı olarak kurtulmuştur.
“Şeytan Aziz!”, “Sivas, Aziz’e mezar olacak!”, ”Kahrolsun laiklik!”, “Müslüman Türkiye!”, “Yaşasın Şeriat!” sloganları atan ve herhangi bir engelle karşılaşmadan otelin önünde toplanan gericiler, oteli ateşe verdiler. Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin, Metin Altınok’un içinde bulunduğu 35 kişi dumandan zehirlenerek ve yanarak can verdiler.
İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edilip itfaiye aracı etrafında toplanan saldırgan kalabalığa doğru itildi. Başından yaralanan Aziz Nesin linç girişiminden zorlukla kurtarılıp hastaneye götürüldü. Doktorların dinlenme önerilerini dinlemedi. Ona göre halkına olan borcunu ödemek için daha çok işi vardı. Ve ölümden kaçmalıydı.
Aziz Nesin’e göre aydın, yalnız kalma tehlikesini göze alabilmeli ve söylemesi gerekenleri araba devrilmeden önce söyleme cesaretini gösterebilmelidir. Aydın, popülizmin tuzağına düşmeye hakkı olmayan kişidir. Aydın, doğruların gün ışığına çıkarılmasında sıra dışı olmak ve çoğunluğu karşısına alma cesaretini kendinde bulmak zorundadır. Gelişmeler karşısında sessiz kalmanın suça ortak olma anlamına geldiğini her zaman dile getiren bir tavır gösterir.
Büyük Grev kitabında ölüme yazdığı mektubunda şöyle der;
“Ortaçağ simyacıları, taşı altına çeviremedi. Ama ben bir simyacıyım, gözyaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum. Saygıyla gel ölüm, bekliyorum.”
6 Temmuz 1995’te buluşur ölümle…
Zaman zaman yalpalasa, yalnız kalmanın dayanılmazlığında kimi yanlış işler yapsa da Aziz Nesin bu ülkenin aydınlık yüzündeki en önemli kişilerden biridir.