28 Şubat’tan istibdada: Laikliğin adım adım tasfiyesi

Dergi Gündem Sayı 30 (Mayıs-Haziran 2025)

Ali Ateş

28 Şubat 1997 tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan irtica ile mücadele kararı ve yazılan 18 maddelik karar, ülke siyasi tarihine 28 Şubat süreci olarak geçti. Erbakan hükümetinin düşmesi ve sonrasında Refah Partisi’nin kapatılmasına yol açan 28 Şubat sürecine bugünden bakıldığında yapılması gereken ilk tespit “Asker Partisi”nin başarısız olduğudur.

Refah Partisi’nin kapatılması ve 8 yıllık kesintisiz eğitim gibi icraatlar hayata geçse de irtica tehlikesinin önü kesilmemiş, tersinden AKP’nin iktidarına giden sürecin kapıları açılarak Türkiye 22 yıllık bir karşı-devrimci dönüşümle baş başa kalmıştır. Elbette son 22 yıllık sürecin ya da AKP’nin iktidar olmasının ana nedeni olarak 28 Şubat sürecinin görülmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalı. Ancak söylenebileceklerden birisi şudur: Asker Partisi tarafından verilen “muhtıra”nın kodu olan 28 Şubat, emperyalizmin bölgesel hedefleri doğrultusunda Türkiye’ye yönelik müdahalesinin aslında önünü açmıştır.

Bu anlamıyla 28 Şubat süreci, dünden bugüne ordunun merkezinde durduğu darbe tartışmalarının çok ötesinde, ülkemizde karşı-devrimin adım adım nasıl iktidara geldiği bir noktadan ele alınarak değerlendirilmelidir. “Darbeci Kemalizm” retoriğinin, 15 Temmuz ile birlikte “darbeci İslamcılar” karşıtıyla zaten boşa düştüğü baştan yazılmalı. O yüzden 28 Şubat’ı, AKP’nin vesayet-darbeciler suçlamasının bir argümanı olmasının çok ötesinde Türkiye’de “Cumhuriyet’in bekçisi” olarak görülen ordunun ya da “gardrop Atatürkçülüğünün” aslında neyi temsil ettiğini göstermesi bakımından ele almak, bugün laiklik tartışmaları bağlamında daha anlamlıdır.

NATO’CULUKTAN 28 ŞUBAT’A

Önce küçük bir tarihi gezinti… İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra sermaye ve CHP’nin öncülüğünde Türkiye, Sovyet tehdidini bahane ederek Amerikan saflarına geçen, NATO üyeliği ile emperyalist kampın karakol ülkesi haline gelen Türkiye. Amerikan askeri üsleri Türkiye’ye kurulurken, Cumhuriyet’in kurucusu olarak kendini gören ordu NATO konseptine göre şekillendirilirken NATO’culuk orduda yükselmenin bir aracı haline geliyordu. NATO’nun iç savaş aygıtı ‘gladio’ bir yandan faşist ve gerici güçleri koruyup beslerken diğer yandan da bu yapıları yöneten devletin çekirdeği (istihbarat ve silahlı güçler) Türk-İslamcı bir ideolojik yapılanmanın merkezi haline dönüşüyordu.

NATO’ya girişten 30 yıl sonra 12 Eylül askeri darbesi, yaklaşık 47 yıl sonra da 28 Şubat süreci, bu açıdan bu tarihsel ilerlemede bizleri şaşırtan bir yan taşımıyor. NATO’cu sermaye devleti, bir yandan NATO’culuğundan kaynaklı olarak diğer yandan sermayenin çıkarları adına 24 Ocak kararlarını yaşama geçirmek için sola, işçi sınıfına ve sosyalizme karşı bir huruç hareketine girişiyor, 12 Eylül askeri darbesiyle sola darbe vurulurken, geride sağa yatmış bir ülke bırakıyordu.

Özal’lı yıllar ülkenin emperyalizmin pazarı haline getirilmesinin bütün kapılarını açarken, 1990 yıllar ekonomik krizle birlikte 12 Eylülcü devlet düzeni açısından iki büyük kriz dinamiğini daha tetikliyordu: Kürt siyasi hareketi ve dinci gericilik. 1991’de Sovyetlerin dağılmasından sonra emperyalizminin “yeni dünya düzeni” ve bu iki krizle karşı karşıya kalan 12 Mart-12 Eylül ile birlikte düzenin has partisi olarak kendini kodlayan AsParti’nin (Asker Partisi) bütün ayarlarını bozmuş, aynı zamanda bütün yetersizliğini ortaya çıkarmıştı.

Bugüne kadar faşist ve gerici hareketle ittifak yapan, hatta doğrudan sola karşı dinci gericiliği ve faşist hareketi toplumsal bir güç olarak örgütleyen “devlet”in bütün kanatları “yeni dünya düzeni”nde “yeni aktörler” olarak yerini almaya başlamış, Kemalizm aslında NATO’culuğun üstünde eğreti duran bir elbiseye dönüşmüştü.

28 Şubat, özellikle devlet içinde ordunun kurduğu düzenin restorasyonunu amaçlamış, diğer yandan emperyalizmin yönelimleriyle dönemin Erbakan hükümetinin arasındaki açının giderilmesini hedeflemişti. Erbakan iktidardan düşmüş, ama Refah Partisi bölünerek AKP’nin kuruluşunun önü açılmıştı. ABD’nin Irak’ı işgali öncesi iktidara gelen AKP’nin 22 yıldır ülkenin başında yeni bir rejim inşasına girişmesi “28 Şubat’ın başarısı ya da başarısızlığı mı?” sorusu ciddi bir tartışma başlığı. 28 Şubat sürecinin, bir darbe süreci olup olmamasının ötesinde, irticaya karşı “Cumhuriyet’in bekçileri” olarak görülen ordunun tepkisinin ya da müdahalesinin, bugünkü Türkiye tablosu üzerinden bakarak özellikle seküler ve Cumhuriyetçi kesimler açısından neden başarısız olduğunu tartışmak sanırız daha gerekli… Eğer akademik bir metin yazmıyorsak.

CUMHURİYET’İN SOLUKSUZ BIRAKILMASI

Öncelikle, “güvenilen dağlara kar yağdı”yla başlamak lazım. “Cumhuriyet’in bekçileri”, Cumhuriyet’i bekleyememiş, AKP-FETÖ-Amerikan ortaklığı orduda büyük bir tasfiye hareketine girişmiş, 1923 Cumhuriyet’inin tasfiyesine giden AKP’nin karşı devrimi istibdat rejimiyle buluşmuştu. Bugün “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyen genç subayların dahi ordudan ihraç edildiği bir gerçeklikte, dün orduya yönelik “güven” bugün tutunacak dal olarak CHP’nin sağ kanadını temsil eden İmamoğlu-Yavaş’a kadar daralmış durumda.

Bu anlamıyla, bugün laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet’in kazanımlarının yitirilmesinin esastan ve temelden en büyük nedeni, Cumhuriyet’in solsuz yani soluksuz bırakılmasıdır. Bu soluksuz bırakılma halinin tarihsel-kronolojik bir özetini yukarıda sunmaya çalışmıştık. Bu çerçeve aynı zamanda Cumhuriyet’in kemirilerek bitirilmesi ile ordu başta olmak üzere devletin adım adım nasıl sağcılaştığının da bir tarihsel özeti olarak karşımızda.

Öncelikle Amerikancı dış ve iç siyaset, Türkiye’nin mafya, çete ve tarikatlara teslim edilmesinin tarihi olmuştur. NATO’cu bir politik ve ideolojik çizgi ile devlet konsepti tartışılmadan örneğin bugün tarikat ve dinci örgütlenmeden şikâyet etmenin bilimsel ve sosyolojik bir karşılığı olmuyor. Gülen hareketinin, doğrudan gladio örgütlenmesinin bir aracı olduğunu 15 Temmuz kanlı darbe girişiminde bütün Türkiye tüm açıklığıyla görmüş oldu.

Ülkemizde bugün laiklik tanımı değiştirilip, anayasal bir ilke olmaktan çıkarılmak isteniyorsa, bunun asli nedeni dinci gericiliğin toplumsal ve siyasal olarak bizzat emperyalizm tarafından örgütlenmesidir. Emperyalizm sadece Türkiye’de FETÖ ile değil Irak’ta da Güney Kore’de de benzer yöntemler kullanmaktan çekinmedi. NATO ile hesaplaşmadan, emperyalizme karşı bir duruş geliştirilmeden siyasal İslamcılıkla hesaplaşılamayacağını Türkiye tarihi somut olarak kanıtlamıştır.

28 Şubat sürecinin neden başarısız olduğuna dair bir başka saptama ise doğrudan sınıfsal tercihlerle ilgilidir. Türkiye burjuvazisi, sömürüyü, inanç sömürüsüyle daha işlevli bir şekilde örttü. Ülkenin gericileştirilmesi ve emekçi sınıflarda tarikatlar aracılığıyla dinselleştirme bir yandan işçi sınıfının mücadelesinin yumuşatılması anlamı taşırken diğer yandan işçi sınıfına karşı dinci gericiliğin bir kontra-güç olarak kullanılmasının zemini oldu. Kanlı Pazar başta olmak üzere ülkemizde sınıf mücadelesinin başını ezmek ya da Soma gibi işçi katliamlarında öfkeyi dindirmek için gericilik sermayenin her zaman yardımına koşmuştu.

Laiklik, sadece Cumhuriyet-Osmanlı, yeni-eski, Kemalizm-dincilik tartışmasının bir konusu değil aynı zamanda kapitalist sınıfların sömürü mekanizmaları açısından asli olarak ele alınmak durumunda. Örneğin tarikatların bir dini kuruluş olmasının ötesinde önce ticaret şimdi ise sermaye grubu haline dönüşmesi, doğrudan dinci örgütlenme sürecinin bir sonucu olarak görülmek durumunda.

O yüzden sermaye ile, kapitalizm ile, piyasa ile, yabancı sermaye ya da tekeller ile hesaplaşmadan dinci gericilikten şikâyet etmenin bir yerden sonra anlamı kalmıyor. Bugünün yeni sermaye grupları doğrudan tarikat sermayesi üzerinden şekilleniyor, hatta tarikatlar kendi sermaye gruplarını yaratıyorlar. Örneğin FETÖ’nün TUSKON’u ya da Erenköycülerin BİM’i, ya da Menzilcilerin özel hastaneleri…

Örnekler çoğaltılabilir. Ama dinci gericilik sadece “sömürü için inanç sömürüsü” ya da “sola karşı dinci terör” olarak değil aynı zamanda patron olarak da işçi sınıfının karşısında bulunuyor. O yüzden laiklik istiyorsak, emek demek durumundayız. Hiç değilse kapitalizmi ve tekellere hayır demek gerekmez mi?

CUMHURİYET’İ SAVUNACAK KİTLELER

İktidardaki Atatürkçülüğün, bir başka handikabı ise şuydu: Anti-Sovyetizm, sol düşmanlığına, sol düşmanlığı ise soldan korkuya neden olmuştu. Soldan korkudan kastımız salt devletin genlerine işlemiş bir komünizm düşmanlığı değil aynı zamanda kitlelerden korku anlamına geliyordu. Siyaset kitlelerden kopartıldığında ve Cumhuriyet gardrop Atatürkçülerinin balo ve resmi devlet kutlamalarına sıkıştırıldığında, Cumhuriyet kendisini savunacak kitleleri harekete geçirememiştir. 28 Şubat günü yayınlanacak askeri bildirilerle Cumhuriyet’in ve laikliğin korunacağını düşünmek, Atatürkçüler için sükût-u hayalin bir başka yanını oluşturuyordu.

Siyaset ve onu savunacak kitleler olmayınca siyasal, sosyolojik ve ekonomik gelişmeler karşısında yenilgi kaçınılmaz oluyor. NATO’cu bir iç-dış siyaseti ve kapitalist yolu tercih eden Türkiye’de Atatürkçüler artık bugün iktidarda değiller. Ancak NATO’culuk, piyasacılık ve gericilik iktidarını sürdürüyor. İmam Hatiplere katsayı düzenlemesi, eğitimin 8 yıla çıkartılması, tarikat liderlerine yönelik soruşturma, üniversitelerde türbanlı öğrencilere konulan yasaklar, İslamcı diye bilinen isimlere konulan siyasi yasaklar, 28 Şubat’ın yukarıdan talimatla hayata geçirmeye çalıştığı gecikmiş ve sentetik kararları olarak artık tarihte kaldı.

Cumhuriyet, devrimlerle yaşıyor. Cumhuriyet’in en temel ilkelerinden birisi olan laikliğin yeniden kazanılmasının yolu ise laikliğin toplumsal bir mücadele başlığı haline getirilmesinden geçiyor. Birincisi bu.

İkincisi devrimci bir program gerekiyor. Tarikat yurtlarına ve medreselere hayır diyorsak eğer eğitimde özelleştirmeye de hayır demek, tarikatlara hayır diyorsak emekçilerin yardım bahanesiyle tarikatların ağlarına düşmemesi için sömürüye ve kapitalizme de hayır demek zorunda olduğumuz bir program: Sol bir program!

Related Posts