Dosya

Solun Çağında Sağ Koalisyon: İslamcılığın İlk İktidarı ve CHP

Barış Zeren

1974 yılı ocak ayı; 12 Mart muhtırası sonrasında, 37. Türkiye hükümeti için partiler arasında görüşmeler sürmektedir. Türk siyasetinde pek çok açıdan yeni bir sayfa açılmıştır. Birincisi, 12 Mart’ta ordunun buyurduğu “siyasetler üstü” rejim, bilinen adıyla “teknokrat hükümetleri” reformlarını yaparak dağılmış, Türkiye siyaseti parlamenter siyasete geri dönmüştür. İkincisi, yalnızca teknokratlar hükümeti değil, Türkiye’de çok partili yaşamın başından beri yönetenlerce özlenen “iki partili sistem” projesi tutmamış, siyaset sağda ve solda pek çok yeni parti ve akıma bölünmüştür. Başka deyişle, parlamenter sistem bütün parçalılığıyla geri gelmektedir. Üçüncüsü, Türkiye siyasetinin lider kompozisyonu kökten değişmiştir. CHP’nin kadim başkanı ve kurucu siyasetçi kuşağının son temsilcisi İsmet İnönü siyaset sahnesinden çekilmiş, CHP başkanlığında yerini 1973 seçimlerinin galibi Bülent Ecevit’e bırakmıştır. Ne var ki, 1973 sonundaki seçimlerde ne Cumhuriyet Halk Partisi ne de Adalet Partisi hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamaz haldedir.

İşte bu manzara karşısında, Ecevit hükümet kurma önerisini Necmettin Erbakan’ın İslamcı Milli Selamet Partisi’ne götürür. Öneri, pek çoklarınca “beklenmedik” ya da “şaşırtıcı” bulunmuş, sonucunda ortaya çıkan CHP-MSP hükümeti de bir sol partinin sağ partiyle ilk koalisyonu olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan, söz konusu “şaşırtıcı” koalisyonun açıklamaları siyaset kulislerindeki hesaplarla sınırlı tutulmuş, aynı şekilde, Kasım 1974’te dağılması bakımından da geçici olduğu kabul edilmiştir. Oysa, cumhuriyetin kurucu partisinin bir Nakşi-Kadirî ve bir kısım Nurcu koalisyonu olan Milli Selamet Partisi’yle bu ittifakı gerek arka planı gerek bıraktığı miras açısından bakıldığında özel bir sağ iktidar niteliği taşıdığı, tam da koalisyon protokolünde vaat ettiği üzere “engin tarihimizde yeni bir dönemin başlangıcı” olduğu söylenebilir. 

Arka Plan

CHP-MSP koalisyonu, bir tür Kemalist-İslamcı koalisyonu olarak aslında CHP’de uzun dönemdir görülen bir eğilimin berraklaşmasıydı. 27 Mayıs 1960 ihtilali ve 1961 Anayasası Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısını olduğu gibi CHP’nin yerleşik bünyesini de sarsmıştı. Her ne kadar CHP’yi ordu ve aydın kitleleriyle yan yana gösterse de, 27 Mayıs ihtilali İnönü’nün Demokrat Partililere söylediği ünlü “sizi ben bile kurtaramam” sözünü bir nevi gerçekleştirmiş ve İsmet İnönü’nün otoritesini de aşarak gelişmişti. İhtilalin ardından ordu ve bürokrasi, artık siyasi parti yaşamını denetleyen bir mekanizma olarak meşrulaşmış, resmi planda 1961 Anayasası’yla birlikte seçim kazanan partinin bütün devlet aygıtını yönetebilmesi engellendiği gibi üniversite ve basın-yayın özerkliği güvence altına alındığından, CHP’nin parlamento merkezli siyaset tekeli büyük ölçüde kırılmıştı. 

Dahası, yeni anayasanın altyapısını kurduğu yeni bir ekonomik modele geçilmiş, Türkiye özellikle Devlet Planlama Teşkilatı gibi kurumlarda somutlanan bir sanayileşme hamlesi yürütmeye başlamıştı. İthal ikamecilik olarak adlandırılan bu sanayileşme hamlesi de demografik değişimi hızlandırıyor, kırdan kente göçü tetikleyerek kentlerin çeperlerinde büyük ve genç bir işçi sınıfının birikmesine yol açıyordu. Yeni anayasanın tanıdığı grev hakkı ve genel olarak toplumsal örgütlenmelere açtığı alan sayesinde, sosyalist sol hızla örgütlenmeye ve kitleselleşmeye başlıyordu. Parlamentoda Türkiye İşçi Partisi, bürokrasi ve aydınlar içinde Yön Hareketi, üniversitede devrimci gençlik hareketi, giderek de işçiler içinde DİSK üzerinden kök salan sol sendikacılık bir bütün olarak sosyalist solu yeni, canlı ve belirleyici bir toplumsal muhalefet akımı haline getiriyordu.

İşte bu aşamada, İsmet İnönü CHP’sinin aldığı tutum genelde 1965 yılındaki 17. CHP kurultayından itibaren benimsenen “ortanın solu” programına odaklanır. Oysa 27 Mayıs’ın bir sonucu, CHP’nin kendi solunda giderek büyüyen toplumsal muhalefete karşı dengeleyici olarak sağa yaslanma yolları aramasıdır. Nitekim ihtilalin ertesindeki ilk seçimler sonucunda, 2 Aralık 1961’de göreve başlayan hükümet yalnızca cumhuriyetin ilk koalisyon hükümeti değil, henüz bir sol parti olmayan CHP’nin de Adalet Partisi’nde somutlaşan sağ ile ortaklaşmasıydı. Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi hükümete bakan veriyor, Yeni Türkiye Partisi ile –MHP’nin önceli olan– Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi de hükümeti dışarıdan destekliyordu.

Bu koalisyon hükümeti yalnızca yedi ay sürmüş olsa da, gerek Adalet Partisi’ne gerek onun sağındaki akımlara 27 Mayıs sonrasında toparlanma imkânı verdi. Eski Demokrat Parti yanlısı ve kurucu meclis üyesi Abdülhadi Toplu’nun “anayasada milliyetçilik mücadelesine” ayırdığı çalışmasında da görüldüğü üzere, İslamcı hareket 27 Mayıs’ın doğrudan hedefinde olmakla, milliyetçi hareket ise 27 Mayıs’ın içinde olmasına rağmen anayasa yapım sürecinin dışında kalmış olmakla, ciddi bir siyasal mevzi kaybı içindeydi. İhtilalden anayasanın kabulüne dek bütün hedefini bir devrimci ve kurucu iktidarın sürmemesine odaklayan, asker ve bürokratların yerini siyasi partilere bırakmasına oynayan CHP, hem seçimleri zorlayarak hem de AP ile koalisyona girerek toplumda sağı besleyecek kanalları açmış oluyordu.

Söz konusu koalisyon hükümetinin kurulmasından itibaren, özellikle Adalet Partisi içinde “şahin” kanadı temsil eden sağ, Demokrat Partililerin affı üzerinden yeni bir seferberlik başlattı. Bu seferberlik, Adalet Partisi içinde önce nispeten “ılımlı” kadroları teslim aldı, daha sonra da CHP’yi. Başta 27 Mayıs ertesindeki dengeler, söz konusu talebin gerçekleşmesine ancak kısmen izin verse de, 1962’den 1967’ye gelindiğinde Adalet Partisi yalnızca seçimleri kazanmakla kalmıyor, parça parça ilerleyen “Demokrat Partililerin Affı” sürecini, siyasi yasakların kaldırılması aşamasına kadar vardırmış oluyordu. Bütün bu süreçlerde, CHP’lilerin ve 27 Mayıs’çı liderlerin itirazlarına rağmen İnönü yönetimi af kapısının açılması yolunda sağ ile uyumlu davrandı. 1969 yılında, yeni seçimleri de kazanan Demirel liderliğindeki Adalet Partisi bir yandan yükselen işçi hareketini engellemek üzere DİSK’i kapatacak yasa tasarılarını hazırlarken diğer yandan eski Demokrat Partililerin siyasi affını da meclisten geçiriyordu. Türkiye İşçi Partisi eski Demokrat Partililerin affına karşı çıkarken tasarı İsmet İnönü’nün desteğini alıyordu. Böylelikle milliyetçi-muhafazakâr siyaset 27 Mayıs düzenine karşı ciddi bir mevzi elde etmiş oluyordu. Sağın 27 Mayıs düzenine ve sola karşı bu hücumunu 12 Mart rejimi tamamlayacaktı.

Bütün bu süreçte, bir yandan ortanın solu programını ortaya atan CHP’nin diğer yandan sağın talepleriyle uyum içine girmesi dikkat çekicidir. Genel olarak manzara şuydu: “Ortanın solu” programı parlamenter siyaset dışında, daha somut olarak bürokraside, üniversitede ve fabrikalarda giderek güçlenen sola alternatif olarak konumlandırılıyor, aynı zamanda CHP, parlamenter siyaset dahilinde Adalet Partisi’yle geliştirdiği sinerji sayesinde sağ siyasetin en radikal fraksiyonlarıyla yeniden örgütlenip pekişmesine fiilen imkân veriyordu. 

CHP’nin “Feda” Programı

Dolayısıyla, yeni ve genç CHP lideri Ecevit’in MSP ile yakınlaşma hamlesi hiçbir bakımdan yeni ve genç olmayıp İsmet İnönü’nün 27 Mayıs’tan beri sürdürdüğü politikanın devamı sayılabilir. 12 Mart ve ertesindeki gelişmeler, bu politikanın basit bir pragmatizm olmadığını ve hem 12 Mart’çı teknokratlar hükümetine Nihat Erim ve Ferit Melen gibi başbakanlar veren hem de Milli Selamet Partisi’ne bakanlıklar tanıyan CHP’nin sağ siyaseti kurumlaştırma yolunda etkin müdahalelerde bulunduğunu düşündürmektedir, üstelik kendi içindeki fraksiyonları da ortaklaştıracak ve cumhuriyeti kuran parti iddialarını tehlikeye düşürecek düzeyde.

Ocak 1974’te üzerinde uzlaşmaya varılan CHP-MSP koalisyon protokolü bu bakımdan öğreticidir. Protokolün ilk maddesinde bir tür formalite olarak anlayabileceğimiz “Atatürk ilkelerine bağlı bir devlet idaresi” vurgusu yapılırken hemen ardından (gerçek birinci madde olarak yorumlamak gereken) ikinci maddesinde “Partiler arasında kurulan koalisyonlar, bu koalisyona katılan partilerden her birinin kendi görüşlerinde belli ölçülerde fedakarlık yapmasını gerektirir,” diyerek olası tavizler için zemin sunuyordu.

Protokolün devamında, özellikle eğitim alanında “Çocuklarımıza töre ve geleneklerimizle milli hasletlerimize uygun ahlak kaidelerinin öğretilmesi gayesi ile ilk ve ortaöğretime mecburi ahlak dersleri konulacaktır,” ibaresiyle 12 Eylül 1980 sonrası din ve ahlak bilgisi olarak sabitlenecek dersin önü açılıyor, “Bu dersleri okutacak öğretmenlerin gerekli vasıfları taşımasına özel bir önem verilecektir,” koşuluyla da normal öğretmen statüsünün dışında bir öğretim kadrosuna gerekçe oluşturuluyordu.

Bir başka maddede, “Din görevlilerinin toplumumuzdaki manevi yeri ve değeri dikkate alınarak ekonomik ve sosyal kalkınmamızda kendilerinden yararlanılaca[ğı]” duyuruluyor ve “Köylere hızlandırılmış bir programla imam kadroları temin edilecek ve camiye ihtiyacı olan köylerin cami projeleri ve cami yapımı için gerekli malzemenin devletçe sağlanması gerçekleştirilecektir,” koşuluyla dinsel kurumlaşmanın köylere taşınması öngörülüyordu. Bu iki madde, imam-hatip mezunlarına devlet içinde ilk elden büyük bir alan açılması güvence altına almaktaydı. Bunun, bazı aşırı iyimserlerin yorumladığının tersine, merkezi otorite tarafından Anadolu’daki dinsel statükoya müdahale olmadığını ilerleyen tarihler göstermiştir. Ama aslında koalisyon protokolünde bile amaçlananın böyle bir merkezi müdahale olduğu kuşkuludur. Özellikle vekil imamların asıl kadroya geçmeleri maddesiyle birlikte düşünüldüğünde, o ana kadar gayriresmigayri resmi biçimde serpilmiş tarikat ağının hızla devlet aygıtına transferinin tek somut sonuç olacağı açıktı.

CHP’nin MSP’yle ve o vesileyle İslamcı siyasetle bu buluşmasına ideolojik bir arka plan çizilmiş olması da dikkate değerdir. Ecevit’e kadar dinselliğe karşı, “cumhuriyetin kurucu partisi” mesafesini koruyan CHP çevresinde, bu tarihten itibaren İslamcılıkla birlikteliği meşrulaştıracak bir literatür gelişmeye de başlamıştır. Ecevit gerek 27 Mayıs gerek 12 Mart ertesinde “askere karşı parlamenter demokrasiyi savunan” politikacı konumuna ağırlık verdiğinden İdris Küçükömer’e yakın, sağı ve İslamcılığı meşrulaştıran, 30’lu yıllar CHP’sini mahkûm eden yaklaşımını incelikli biçimde dışavurmuyordudışa vurmuyordu. Ama Türkiye’nin bir sanayi toplumuna geçtiği, bunun büyük burjuvazi ile geleneksel Anadolu burjuvazisi arasındaki gerilimi artırdığı, Anadolu burjuvazisinin de sosyal adalet talep edebilecek bir dinamik oluşturduğu yolundaki sosyolojik görüşler CHP-MSP koalisyonuna ihtiyacı olan ideolojik yakıtı sağlamak üzere devreye girmişti. “Minareler hâlâ Türkiye’nin dört bir yanını süslüyor. Ama yalnız minareler değil, onların yanında yepyeni bacalar da yükseliyor,” diye başlayıp “Geleceğin ‘yeni Türk ikilemi’ işte bu ‘sentez’in nasıl oluşacağı sorununda kıvılcımlanmaktadır,” diye devam eden Ali Gevgilili bu düşüncenin en köşeli ifadesi sayılabilir.

Bununla birlikte, yine bir af gündemi, CHP’nin İslamcılarla olan bu yakınlaşmasının yine İslamcılarca çizilen sınırlarını göstermesi bakımından önemlidir. CHP’nin 12 Mart sonrası bir toplumsal uzlaşma için siyasi af önerisine Necmettin Erbakan ve Adalet Bakanı Şevket Kazan, koalisyon görüşmelerinde verdiği güvencelere de aykırı biçimde, sol görüşlü mahkûmları dışlayacak şekilde taş koyuyordu. Kendi dışındaki İslamcı çevrelerin de baskısını bahane eden Milli Selamet Partisi, özellikle de içindeki Nurcu fraksiyon, 163. Maddeyi af kapsamına alıp milliyetçi-muhafazakâr mahkûmların affını sağlarken sol görüşlüleri ilgilendiren 141 ve 142. Madde’yi af kapsamı dışında bırakmıştı. Anlaşılan MSP, “fedakârlık yapmaya” CHP kadar niyetli değildi. Ecevit liderliğindeki CHP kamuoyu nezdinde, göz göre göre aldatılmış duruma düşüyordu. Neyse ki, büyük cumhuriyetçi hukukçu Muammer Aksoy’un müdahalesiyle Anayasa Mahkemesi Milli Selamet Partisi’nin kırptığı af tasarısını sol görüşlü mahkûmları da içerecek şekilde genişletti. Sağ ile flört eden CHP’yi, düştüğü tuzaktan yine bir 27 Mayıs kurumu kurtarmış oluyordu.

Milli Selamet Partisi’nin yalnızca %11 oyla Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı gibi son derece kritik ve stratejik kadro kaynaklarını alabildiği CHP-MSP hükümeti de İnönü-AP hükümeti gibi uzun ömürlü olmadı. Kıbrıs Harekatı gibi yüksek prestijli başarılara rağmen, artık İslamofaşist fraksiyonlarıyla örgütlenmiş olan sağ siyaset açısından uzlaşmacı bir “koalisyonun” anlamı kalmadığı da açıktır. Sağ artık komünizme karşı bir iç savaş programı uygulayan Milliyetçi Cephe koalisyonuyla (Adalet Partisi, Güven Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi ortaklığında) yoluna devam edecekti. 

Eski kuşak CHP’lilerden ve CHP-MSP hükümetinin Dışişleri Bakanı Turan Güneş, koalisyonun hazırlık evrelerinde kendisine hükümette görev verilmemesini umduğundan bahseder. MSP’nin yeni milletvekilleriyle mecliste yer yer sohbet etmiş ve “onları biraz ilkel ve acemi bulmuştu.”  Güneş’e göre bu milletvekillerinin “çoğunun dünyadan haberi yoktu… Seçimlerde oy toplamak başka şey, devlet yönetmek de başla şeydi.” Bu noktanın, CHP-MSP koalisyonunun ömrünü aşan yönüne ışık tuttuğunu düşünüyorum. Söz konusu koalisyonla birlikte İslamcılık devlete girmiş, yalnızca taban örgütlenmesini sağlamakla kalmamış devlete de sızmaya, hatta devlet yönetmeyi öğrenmeye başlamıştı – üstelik, geleneksel CHP’lilerin komünizme karşı mücadele, Ecevitçi genç ve “solcu” CHP’lilerin de sosyal adaletli sınai kalkınma yolunda bir müttefik olarak ideolojik rızalarını kazanarak. Bu programın olgunluğa erişmesi için 12 Eylül darbesiyle sosyalist ve devrimci akımların önünün kesilmesi gerekecekti.

Comments are closed.

0 %