Kültür-Sanat

Sen, Ben, Lenin: Ölmeyen Lenin Üzerine

Kaan Kavuşan

Lenin’in bedeni öleli çok oluyor. Gorbaçov’un, onun ve Sovyetler Birliği’nin anısı üzerinde tepinmesinin üzerinden de on yıllar geçti. Buna karşın, aynı Marx’ta, Engels’te, Stalin’de ve Che’de olduğu gibi, Lenin’in fikri de en ufak kasabalarda bile, ama cılız ama kuvvetli, bir şekilde takip edilmeye devam ediyor. Sadece bununla da kalmıyor, reel sosyalizm deneyinin sekteye uğramasıyla birlikte insanların tepesine daha çok binen kapitalizm, Lenin ve SSCB hakkında hiçbir şey bilmeyen insanlarda bile, kuvvetli bir öğrenme merakı uyandırıyor. Yeri geliyor, sahile vuran ahşap bir Lenin heykeli bile hayatlara dokunuyor bir şekilde.

Son cümle, motamot olarak yaşandı aslında. Sen, Ben, Lenin filminin senaryosunu yazan Barış Bıçakçı ve Tufan Taştan, 1993 yılında, muhtemelen Karadeniz kıyılarındaki bir kentten suya atıldıktan sonra Akçakoca sahiline vuran Lenin heykelinin kasabada yarattığı heyecana kurmaca bir polisiye vaka katarak, Lenin’in kasaba üstündeki hayaletinin etkisini anlatıyor.

Kasabanın meydanına dikilmesi planlanan Lenin heykelinin çalınması ve polisin bu hırsızlık üzerine yaptığı soruşturma, ikilinin dertlerini anlatması için bir araç oluyor aslında. Elbette hepimiz şunun farkındayız: Anti-komünizm geçmişi çok yoğun olmasına rağmen, o 60’ların 70’lerin sol damarının da bir yerlerde çaktırmadan uyanmayı beklediği bir ülkede, bir kasabanın meydanına Lenin heykeli dikilmesi pek olası değil. Üstelik durum ne şimdi farklı ne de heykelin gerçekten bulunduğu zamanlarda farklıydı. 2000’lerin başında, AKP’li dışişleri bakanı Yaşar Yakış, heykelin bir sergide sergilenmesi önerisi ortaya atıldığında bu önerileri “yakışıksız” bulmuştu. Öte yandan, heykelin çalınıp çalınmaması polis teşkilatının da pek umurunda olmazdı herhalde.

Film bu anlamda zaman ve mekanla oynama isteği duyuyor derdini ortaya koyabilmek için. Bir yandan sanki 12 Eylül darbesinin ardından ancak SSCB’nin henüz yıkılmadan önceki son günlerinde gibi hissediyoruz. O günlerde komple Amerikancı olsa da SSCB’yi de üzmeme dengesini tutturmaya çalışan Türkiye bürokrasisi heykelin çalınmasına çok kızıyor çünkü. Böylece polisin soruşturmaya verdiği önem de anlamlanmış oluyor. Ancak diğer yandan, karakterlerin söylemlerinden, Rusya’daki reel komünizm deneyinin bitmiş olduğunu da anlıyoruz. Bir başka açıdan, 70’lerde var olan ancak bugün geri çekilen bir sağ-sol çatışması iklimi yaşanmaya devam ediyor kasabada. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden kopmuş kasabalı faşistler, solcu öğretmenler, soruşturmada diklenen eski devrimciler, son model telefonlarına karşın 1960 model kayıt cihazlarıyla vukuatı kaydeden maço dedektifler; hepsi aynı zaman/mekân içinde başka başka bağlamlardan ışınlanan karakterler olarak karşımıza çıkıyor.

Bu da hikâyeyi, sanki buğulu cam üzerinde parmakla yazılmış bir izi takip ediyormuşuz hissiyle kavratıyor bize. Sanki tazeyken bırakılmış izlerin üzerine, bir kat daha buğu çökmüş de izler biraz puslanmış gibi. Ama dikkatli baktığımızda bırakılan izi görebiliyoruz her zaman. Gerçekte de böyledir. Filmin zaman/mekânında Türkiye’nin sol siyasi tarihinin başka başka zamanlarda yaşadığı kitlesel acılar içe içe geçmiş durumda. Bu iç içe geçmişlik hali de aslında çok isabetli. Çünkü bu konuda bir birikim var üzerimizde. Burjuva terörü yüzünden solun yaşadığı acılar, bugüne kadar uzanan bir hafıza bıraktı pek çok insanda. Hepsi hala yerinde duruyor. Örneğin “boylu poslu”, “çok iyi insandı” diye anılan berber Ahmet Abi’nin bir gün kaçırılıp asla geri gelmemesi hafızalardaki bildik acı hikayeleri canlandırıyor.

Olayın aslını anlatan ve Vimeo adlı video sitesinden bulabileceğiniz Hoş Geldin Lenin belgesinde gördüğümüz bazı insanları, Sen, Ben, Lenin’de de etrafına başka mitler örülse de, içine öyküler katılsa da, karikatürleştirilmiş olsa da bulabiliyoruz bu zamansızlığın etrafında. Örneğin, heykeli açacağı kafede sergilemek isteyen birinden, “Belki de buraya bizi örgütlemeye gelmiştir” diyerek gülen başka birine kadar izler mevcut.

Üstelik yönetmen Tufan Taştan, bu zamansızlıktan başka, bir de tek mekânda geçen konuşkan bir film yapma yoluna gitmiş. Film, sadece eski bir belediye binasının içinde geçiyor. Hatta yüzde doksanı da o binanın içindeki soruşturmanın yapıldığı odada. İlk senaryo taslağının tercihi bu değilmiş fakat sonra ortaya çıkan maliyetler ikinci bir senaryoyu gerektirmiş. Aslında isabet de olmuş, “konuşan kafalar” filmi dediğimiz türde bir film ortaya çıkmış ki, iyi diyaloglara yaslandığı zaman bu tarz filmlerin seyir zevki çok yüksek olabiliyor. İlk senaryodaki şekliyle, çok mekânlı ve hem konuşarak hem göstererek anlatan bir film olsaydı belki de tempo düşebilirdi ister istemez. Bu tercihse, asla sıkıcı olmayan, ilgiyle kendini izlettiren bir film karşımıza getirmiş. Üstelik birçok tek mekân filmi, sırtını gerilim unsuruna yaslarken (mesela Phonebooth ve Burried), Sen, Ben, Lenin filmi onların aksine hikayesinde tuğla üstüne tuğla koyarak aktaran meşhur The Man From Earth ve 12 Angry Man’in izinden gidiyor bu anlamda. Pek tabii ki onlardan konusu ve ölçülü bir şekilde başvurduğu mizahıyla ayrılıyor.

Filmi açık etmemek için işin polisiye kısmına fazla giremiyorum ama ideolojik bakışına değinebilirim. Komünistler, film yapanların ideolojik eğilimini bildiği zamanlarda bile, böyle filmlerden biraz korkar. Çünkü filmin anlattığına paralel olarak, Lenin bizi değiştirdiği gibi biz de Lenin’i değiştirmiş olabiliriz. Hepimiz Lenin’i olduğu gibi gördüğümüzü iddia ederiz ancak Lenin hakkında pek çok yanlış fikre sahip olanlar da bu kanıdadır. Üstelik Lenin’in de dediği gibi, sinema belki de edebiyat kadar önemli ve ondan daha da kitlesel bir sanattır. Dolayısıyla hep bir temkin olur ayak sinema salonuna giderken, hep bir bit yeniği aranır. Taştan’ın filmiyse, bu anlamda bir yükten kurtarıyor pek çok kişiyi. Lenin’e ve incelediği zamanlara bakışında bir sıkıntı bulunmuyor gördüğüm kadarıyla. Ve yine gördüğüm kadarıyla, solun çeşitli kesimlerinden izleyiciler tarafından da en azından ideolojik bir negatif eleştiriye tabi tutulmadı. Yenilgici romantizmi yapmıyor ki, bu da iyi. Ton olarak da mizahıyla kurmacası arasındaki dengeyi bir hayli iyi tutturuyor. Ne katılarak gülerken filmin derdini unutuyoruz, ne de filmin derdine düşüp saçımızı başımızı yoluyoruz.

Son bir şey de şurası: Tiyatrodan gelme bir yönetmenin, sinemayı kullanış biçiminde tiyatro aramak elbette makul ama sanıyorum ki bu hikâyenin “ileteni” olarak sinemanın tercih edilmesi (elbette ticari bir etkisi olacak olsa da -belki de borç yazacak haneye) ticari bir tercih değil. Tasarlanmasında sinemanın kitlelere ulaşmasındaki güç bir unsur, ancak hikâyenin öğeleri de bunu gerektiriyor. Tiyatroda bu zamansızlık hissini vermek eminim ki daha güç olurdu, belki de çok mümkün olmazdı.

Uzun lafın kısası, bilenmiş bir düşün boğulduğu pek çok zamana asılı kalmış atmosferiyle, tek mekânı başarılı kullanışıyla, söylediklerini gösteriş şekli ve sözüyle, Sen, Ben, Lenin oldukça ( gayet ) iyi bir film olmuş dersem pek de yanılmış sayılmam herhalde.

Comments are closed.

0 %