Dosya

Barış ve Kardeşliğin Baş Düşmanı NATO’dur

Demir Silahtar

Rusya’nın NATO’nun saldırgan yayılmacılığını durdurmak ve kuşatılmayı engellemek amacıyla Ukrayna topraklarında başlattığı askeri operasyon, ülkemiz solunun ve aydınlarının kimi kesimlerinde ciddi kafa karışıklıkları yaratmış görünüyor. Ortalık “ne Putin sosyalisttir ne de bugünkü Rusya SSCB’dir” türünden malûmu ilâm eden ve abesle iştigal derecesine varan sığ analizlerden, solun barışseverlik icabı sığınaklarda titreşen veya göç yollarında eziyet çeken Ukrayna halkının acısına ortak olması gerektiği doğrusunu “her türlü savaşa karşıyız” türünden tınısı hoş, altı boş lafazanlıklara vardıranlardan geçilmiyor. Bunlardan bazısı hızlarını alamayıp kamburu çıkmış Rosinante’lerini soldaki muhayyel Putinciliğin yel değirmenlerine doğru mahmuzluyor. Kalburüstü bazı aydınlarımız arasında dahi “otokratik Rus despotizmi karşısında burjuva demokrasisinden yana konumlanmak, yani Ukrayna’nın yanında durmak” gerektiğini ciddi ciddi dile getirenlere rastlamak tarihin acı bir ironisi olsa gerek.

Bugünkü Rusya’nın oligarşik, plütokratik, adına ne derseniz deyin “kapitalist” bir devlet olduğu tartışmasız. Gelgelelim Rusya’yı “otokratik” olarak nitelerken onun sosyoekonomik açıdan muadili olan, üstelik siyasi ve bürokratik aygıtı Rusya’dan da beter biçimde yolsuzluk, çürümüşlük çukuruna dibine kadar batmış durumdaki Ukrayna’yı “burjuva demokrasisi” olarak nitelemeyi gerektiren nedir tam olarak? Yüzünü ABD’ye ve NATO’ya yani sözde “çağdaş batılı değerlere” dönmüş olması mı? Seçimle işbaşına gelmiş hükümeti Soros finansmanlı kanlı bir darbeyle devirerek iktidara gelen, Donbass bölgesinde açıkça etnik temizlik yapmaya girişen, oy oranı yüzde yirmilere varan Ukrayna Komünist Partisi’ni ve diğer ilerici-sol örgütleri yasaklayan, başta Rusça olmak üzere halkın önemli bir bölümünün ana dilini kullanmasına engel olan, Lenin’in ve Kızıl Ordu kahramanlarının anıtlarını yıkıp yerine Nazilerle omuz omuza soykırım suçu işleyen faşist katil Stepan Bandera’nın heykellerini diken, Azov Taburu ve Sağ Sektör gibi  paramiliter Nazi örgütlerin ülkede terör estirmesine göz yuman ve teşvik eden Ukrayna rejimini “burjuva demokrasisi” nitelemesiyle ehven-i şer görmek, hatta yanında durulması gerektiğini düşünmek nasıl bir akıl tutulmasının ürünüdür? 

Harekât başladığından bu yana televizyon kanallarında dön dolaş aynı gedikli kadronun fonda haritalar eşliğinde yaptığı sözde derin tespitleri andıran uzun boylu tahlillere girişmeye hiç lüzum yok. Ayan beyan ortadaki gerçek şudur: Ukrayna halkının bugün yaşamakta olduğu acıların baş sorumlusu NATO ve ABD emperyalizmi ile işbirlikçi-faşist Ukrayna rejimidir. NATO tescilli bir terör örgütüdür. Ukrayna egemenleri ülkelerini, kurulduğundan bu yana dünya halklarına kan kusturan bu terör örgütüne üye yapmaya ve ABD’nin sömürgesi haline getirmeye kalkışmışlar, Ukrayna nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Rusça konuşan yurttaşlarına karşı şiddet ve kültürel soykırım eylemlerine girişmişler, ayrıca Rusya’nın ulusal güvenliğini doğrudan tehdit eden açık bir saldırganlık sergilemişlerdir.

Rusya’nın yayılmacılığından, Putin’in “çarlık özlemleri”nden dem vurup aksini ileri sürenler önce lafı hiç dolandırmadan şu sorunun cevabını vermelidir: İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından, “Sovyetler Birliği tehdidine karşı Avrupa’nın korunması” gerekçesiyle kurulduğu iddia edilen NATO, Sovyetler Birliği’nin çözülmesine ve Varşova Paktı’nın dağılmasına karşın neden hâlâ varlığını sürdürmekte, neden yeni katılımlarla Doğu’ya doğru sistematik biçimde genişlemekte ve bilhassa Rusya’ya karşı bir kuşatma/çevreleme harekâtı yürütmektedir? Bugüne kadar bu soruya tatminkâr bir yanıt alınabilmiş değildir.

NATO’nun bir terör örgütü olduğu konusunda şüphesi olan ya da bunu abartılı bulan varsa, temel bazı tarihsel gerçekleri hep birlikte hatırlamakta yarar var.

NATO savunma değil saldırı örgütüdür

ABD emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne ve komünizme karşı mücadele aracı olarak kurduğu NATO’nun ilan edilen resmi kuruluş amacı başından beri, Sovyetler Birliği “tehdidine” karşı başta Avrupa olmak üzere “hür dünyanın” korunması olagelmiştir. 

Oysa dünya barışına ve insanlığa karşı gerçek tehdit, II. Dünya Savaşı’nın sonunda ABD hava kuvvetlerinin napalm bombalarıyla gerçekleştirdiği muazzam bombardıman sonucunda Tokyo başta olmak üzere ülkesi neredeyse çöle dönüşmüş olan Japon faşizminin teslim olması an meselesi iken, yani ortada akıl ve mantıkla izah edilebilecek hiçbir askeri gereklilik bulunmazken, salt savaş sonrası dünyadaki güç dengeleri bakımından Sovyetler Birliği’ne göz dağı vermek amacıyla Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atıp yüzbinlerce sivili sebepsiz yere katleden ABD emperyalizminden gelmekteydi. 

ABD nükleer silah bulunduran tek ülke olmanın verdiği özgüvenle Sovyetler Birliği’ni kuşatmak amacıyla NATO’nun temelini oluşturan Kuzey Atlantik Antlaşması’nın hazırlık çalışmalarını başlattığı sırada ve hatta antlaşmanın imzalandığı 24 Ağustos 1949 tarihinde Sovyetler Birliği’nin elinde atom bombası bulunmuyor, ayrıca 1950’lerin ortasına kadar nükleer silah geliştiremeyeceği tahmin ediliyordu. II. Dünya Savaşı sırasında kendi topraklarına tek bir bomba düşmemiş olan, gücünün zirvesindeki ABD, NATO’nun kuruluş çalışmalarının yapıldığı sırada hem askeri üstünlüğü elinde bulunduruyor hem de savaş sırasında 20 milyonun üzerinde insanını kaybetmiş, ülkesi ve ekonomisi ağır bir yıkıma uğramış Sovyetler Birliği karşısında açık bir ekonomik üstünlüğe sahip bulunuyordu. Dolayısıyla ortada bir tehdit varsa bu Sovyetler Birliği’nden ve Doğu Avrupa’da yeni kurulan halk demokrasilerinden değil, ABD emperyalizminden ve yardakçılarından kaynaklanmaktaydı.

1. Dünya Savaşı sonrasında sömürgelerini art arda kaybederek inişe geçen ve liderlik rolünü ABD’ye terk etmek zorunda kalan Britanya emperyalizminin başbakanı Winston Churchill daha savaş sona ermeden önce Sovyetler Birliği’ni işgal etmeye dönük planlar hazırlatmıştı. 5 Mart 1946’da ABD’de yaptığı konuşmada “Avrupa’nın ortasına bir demir perde inmiştir.” diyerek soğuk savaşın başlangıç fişeğini atan ve ABD’nin komünizme karşı haçlı seferinin öncülüğünü üstlenmesine ön ayak olan da yine o oldu. Buna karşın NATO antlaşmasının imzalanmasından sadece beş gün sonra, 29 Ağustos 1949’da Sovyetler Birliği’nin ilk atom bombası deneyini başarıyla gerçekleştirmesi, köpeksiz köyde değneksiz gezeceğini düşünen ABD emperyalizminin hevesini kursağında bıraktı. 

Nükleer silahlar üzerindeki tekelini yitirmesi ve Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist ülkeler topluluğuyla doğrudan askeri alanda karşı karşıya gelmenin öngörülen maliyetinin artması, ABD’nin yeni oyuncağı NATO’yu örtülü operasyonlara ve gizli orduların örgütlenmesine dayalı daha farklı yol ve yöntemler benimsemeye itti. NATO terminolojisinde bunun adı “Stay Behind” (arkada/yedekte dur) idi.

Perde arkasındaki kukla ustası

Savaşta harap olan Avrupa’nın ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasını ve komünist partilerin faşist işgale karşı savaşta gösterdikleri yurtseverlik ve cesaretle Avrupa halkları nezdinde edindikleri yüksek prestiji kırmayı amaçlayan Marshall Planının askeri alandaki tamamlayıcısı olarak tasarlanan NATO’ya kuruluş aşamasında Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Fransa, Hollanda, İtalya, İzlanda, Kanada, Lüksemburg, Norveç ve Portekiz üye oldu. Bunları 1952’de Yunanistan ve Türkiye, 1955’te Almanya, 1982’de de İspanya izledi. 

NATO’ya üye olmak isteyen her devlete resmi giriş anlaşmasının yanı sıra ABD ile “komünizme karşı mücadele edecek bir devlet kuruluşu oluşturma” zorunluluğunu da içeren gizli protokoller imzalama mecburiyeti getirilmişti. Söz konusu gizli protokoller uyarınca güya Sovyet saldırısı ve komünistlerin Kızıl Ordu’ya destek sunması ihtimalinde direnişi örgütlemek üzere, bu ülkelerin her birinde değişik isimlerle NATO’ya bağlı gizli ordular kuruldu. İngiltere’de Section D/SOE, İtalya’da Gladio, Fransa’da La Rose des Vents, İspanya’da Kızıl Kuantum, Portekiz’de Aginter Press, İsviçre’de Project-26, Norveç’te ROC, Belçika’da SDRA-8, Holanda’da G-7, Danimarka’da Absalon, Yunanistan’da Lochos Oreinon Katadromon, Almanya’da Werewolf ve Bund Deutscher Jugend, Türkiye’de Özel Harp Dairesi ve diğerleri. Gayri nizami harp esasları doğrultusunda örgütlenen, yeraltındaki depo ve zulalarda tonlarca silah, ekipman ve mühimmat depolayan, elemanları CIA ve İngiliz Özel Kuvvetleri SAS tarafından özel eğitimlerden geçirilen, mensupları arasında en üst düzeydeki devlet görevlilerinin de yer aldığı  bu gizli NATO orduları, faaliyet gösterdikleri ülkede hiçbir yasal denetime tabi olmayan, hiç kimseye hesap vermeyen, birçok örnekte burjuva demokrasisi normları açısından bile illegal sayılması gereken oluşumlardı.

Güya Sovyet işgaline karşı koyma amacına dönük olarak örgütlenen bu karanlık oluşumlar, bulundukları hemen her yerde komünist partiler başta olmak üzere sol, sosyalist, ilerici güçlerin bastırılması, lafa gelince “batı demokrasisinin değerleri” açısından kutsal kabul edilen seçmen iradesinin ve seçimlerin manipüle edilmesi ve ABD emperyalizminin işine gelmeyen iktidar değişikliklerinin engellenmesi için gereğinde askeri darbe de dahil olmak üzere terör, sistematik işkence ve ağır insan hakları ihlalleri içeren faaliyetlerde son derece etkin bir biçimde kullanıldılar.

Ülkeden ülkeye kullandıkları isimler farklılık gösterse de NATO’nun bu gizli terör yuvalarının kullandığı yol ve yöntemler her yerde birbirinin aynıydı. Nazilerin muhalefeti ezmek için tertipledikleri ve suçu komünistlerin üzerine attıkları Reichstag yangını komplosu, NATO teröristleri için adeta bir başyapıt niteliğindeydi. Komünist partilerin prestijini sarsmak, işçi sınıfı hareketini ve sol yükselişi durdurmak amacıyla halk arasında korku ve panik yaratmayı hedefleyen bombalamalar, infazlar, katliama varan provokasyonlar gerçekleştiriliyor ve bunlar asıl mağdur konumundaki solun üzerine yıkılıyordu. 

Örneğin İtalya’da Komünist Parti’nin seçim zaferini engellemek ve halk arasında korku yaratmak amacıyla gerçekleştirilen onlarca bombalama eyleminin yanı sıra Başbakan Aldo Moro’nun kaçırılarak öldürülmesi olayı da solcu Kızıl Tugayların üzerine atıldı. Hristiyan Demokrat Parti DCI’nin lideri olan ve ikinci parti konumundaki İtalyan Komünist Partisi – PCI ile ortak hükümet kurmak üzere “Tarihi Uzlaşma” adlı bir anlaşmayı hayata geçirmeye hazırlanan Aldo Moro’nun cesedi kaçırıldıktan 55 gün sonra, gereken mesajın alındığından emin olunması için DCI ve PCI genel merkezlerinin tam orta noktasına park edilmiş bir aracın bagajında bulundu. Ülkemizde de Adnan Menderes iktidarı döneminde Kıbrıs olayları bahanesiyle İstanbul’daki gayrimüslim azınlığa karşı gerçekleştirilen 6-7 Eylül pogromu, İstanbul Kültür Sarayı’nın yakılması, Marmara Yolcu Gemisi ve Eminönü Araba Vapuru’nun batırılması gibi NATO’nun gizli kolu Özel Harp Dairesi tarafından örgütlenen provokasyonlar düzmece davalarla solcuların üzerine yıkıldı.

NATO’ya bağlı terör örgütleri bu gibi provokasyonlarla netice alamadıklarında, ABD emperyalizminin çıkarlarına daha iyi hizmet edecek unsurları iş başına getirmek için hükümeti askeri darbe yoluyla devirmeye kalkışmaktan da geri durmadılar. Fransa’da hükümetin Cezayir politikasına ve NATO’ya karşı mesafeli tavrına karşı çıkan sağcı askerler tarafından kurulan Organisation Armee Secrete (Gizli Ordu Örgütü – OAS) 1961’de başarısızlıkla sonuçlanan bir darbe girişiminde bulundu. 1970 yılında İtalya’da komünistler ve sosyalistlerin oy oranının Hristiyan Demokrat Parti’yi geçme olasılığı belirdiğinde CIA tarafından desteklenen İtalyan Gladyosu “Tora Tora Operasyonu” adıyla, nihai aşamasında Akdeniz’deki ABD ve NATO birliklerinin de harekata dahil olmalarını öngören bir askeri darbeye kalkıştı. Darbeciler harekata başlamış ve silahlı ekipler radyo ve televizyon binalarını ele geçirmek üzereyken darbe liderlerine gelen bir telefon her şeyin rafa kaldırılmasına yol açtı: Darbe haberini alan Sovyet Kızıl Donanması sayısız gemiyle Akdeniz’e inmişti. 

Yunanistan’daki ve Türkiye’deki NATO teröristleri daha şanslıydılar. Yunanistan’ın bir ABD sömürgesine dönüştürülmesine hatta ülkenin kolluk kuvvetlerinin doğrudan CIA tarafından yönetilmesine karşı tavrıyla tanınan Papandreu’nun partisinin seçimleri kazanacağının belirgin hale gelmesi üzerine Nisan 1967’de NATO’cu teröristlerden oluşan Helenik Akıncılar Kuvveti adlı gizli ordu askeri darbe yaparak iş başına geldi. Albaylar Cuntası olarak bilinen ve Yunan komünistlerinin, sosyalistlerinin, aydın, sanatçı, öğrenci ve hatta muhalif din adamlarının muazzam bir baskı ve kitlesel işkenceden geçirildiği bu dönem, darbeci faşistlerin 1974’te Kıbrıs’ta da Grivas önderliğinde benzer bir darbeyi gerçekleştirme macerası duvara tosladığında albayların tutuklanarak ömür boyu hapse mahkûm edilmeleriyle son buldu.

Ülkemiz bakımından, 1952’den sonraki tarihimizin aslında Türkiye’deki NATO terörünün tarihi ile özdeş olduğunu söylemek abartılı sayılmamalıdır. Kore Savaşı, 6-7 Eylül Olayları, 12 Mart faşizmi, Kızıldere katliamı, kanlı 1 Mayıs 1977 provokasyonu, 16 Mart 1978 Beyazıt bombalaması, Çorum ve Maraş katliamları, kontrgerillayı soruşturan ilerici savcı Doğan Öz’ün öldürülmesi, 12 Eylül faşist darbesi, Kürt illerindeki kontrgerilla eylemleri, Gazi Olayları, Sivas katliamı, Susurluk olayı, Uğur Mumcu cinayeti, Ankara ve Suruç bombalamaları, 15 Temmuz FETÖ kalkışması … uzayıp giden ve nerede ne zaman biteceği belli olmayan bu listenin her satırında NATO’nun ve onun emir komutası altındaki terör örgütlenmelerinin kanlı imzası bulunmaktadır.

NATO ve faşistlerin ölümsüz aşkı

NATO’nun anti komünist terör ordularının oluşturulmasında ABD’nin başvurduğu ilk insan kaynağı daha dün baş düşman kabul edilen Naziler oldu. Eski çamlar çabucak bardak olmuştu. Nazilerin fanatik anti komünizminin ve savaş deneyimlerinin yanı sıra Sovyetler Birliği hakkında sahip oldukları istihbaratın kıymetini çabucak kavrayan CIA, hızla eski Nazileri bulup savaş suçlusu olmalarına aldırış etmeksizin devşirmeye başladı. 

Federal Almanya ile ABD arasında 1955 yılında imzalanan bir gizli protokolde, yeni Alman yönetiminin Nazi savaş suçlularına dönük sert takip ve soruşturmalar yürütmemesi karara bağlanırken, İtalya’da da Mussolini’nin faşist rejiminde yüksek görevler üstlenen ve komünistlere karşı işlenen birçok katliamın baş sorumlusu olan “Kara Prens” lakaplı Prens Junio Valerio Borghese, CIA tarafından partizanların elinden kurtarılmış ve Gladio örgütlenmesine angaje edilmişti. Keza, savaşın sonlarına doğru gizli bir lokasyona gömerek sakladığı Sovyetler Birliği’ne ilişkin gizli istihbarat belgelerini ABD’ye teslim eden Hitler’in Doğu Avrupa’daki Alman Askeri İstihbarat sorumlusu General Reinhard Gehlen, doğrudan CIA tarafından Federal Almanya’nın yeni ulusal istihbarat servisinin başına getirilmiş, Gehlen tarafından kolluk kuvvetlerine ve istihbarat teşkilatına doldurulan eski Naziler böylece yeniden Alman devletinin dizginlerini ellerine almışlardı.

NATO’nun gizli örgütlerinin faaliyet gösterdiği bütün ülkelerde durum bundan farksızdı. Hatta Salazar diktatörlüğü altında olmasına karşın “hür dünyanın koruyucusu” NATO’ya üye kabul edilmesinde sakınca görülmeyen Portekiz örneğinde, hükümetin kendisi düpedüz faşistti. Ülkemizde de faşist hareketin Alparslan Türkeş, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Mehmet Ali Ağca, Enver Altaylı gibi bilinen isimlerinin, NATO ve CIA tarafından ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda görevlendirildikleri, Türkiye komünist ve devrimci hareketine, ilerici aydınlara, Kürt yurtseverlerine, Alevi yurttaşlara karşı binlerce cinayet, katliam ve provokasyonun TİT, TÜŞKO gibi paravan isimler altında CIA güdümündeki MHP’li teröristlerce gerçekleştirildiği, hatta Papa suikastı, Azerbaycan darbesi, uyuşturucu trafiği gibi uluslararası bazı operasyonlarda bu unsurlara görev verildiği bilgi, belge ve tanıklıklarla sabittir. 15 Temmuz kanlı, Amerikancı ve gerici darbe girişimini gerçekleştiren FETÖ’nün iplerini elinde tutan da NATO’nun derin örgütlenmesidir.

NATO bugün de eski geleneğini aynen sürdürmekte, bu kez Ukrayna’da Sağ Sektör, Azov Taburu gibi isimler altında örgütlenen, Rusça konuşan Ukraynalılara ve ülkede azınlıkta bulunan diğer halklara karşı etnik temizlik eylemlerine girişen, 2014 yılında tarihinde Odessa Sendika Binası’nı ateşe verip içerideki insanları diri diri yakarak katleden, Rus kadınlara tecavüz eden, Nazi kimliklerini ve sembollerini gizleme ihtiyacı dahi duymayan Bandera’cı faşistleri “ülkeleri işgale uğramış mazlum ve mağdur Ukrayna’nın kahraman direnişçileri” olarak lanse ederek para ve silah yağdırmaktadır.

NATO, bütün dünyada terörün arkasındaki en büyük güçtür. Barış ve kardeşliğin en büyük düşmanıdır. Dün de öyleydi, bugün de öyledir. Politik eleştirisinin ve mücadelesinin odağına emperyalizmi, NATO’yu ve yerli işbirlikçilerini yerleştirmeyen bir sol, sol değildir.

Comments are closed.

0 %