Gündem

Altısıbiryerde: Altılı mutabakat ve metni

Umut Kuruç

Uzunca bir süredir dönem dönem ısıtılıp farklı mecralardan ortaya atılan Anayasa tartışmaları Millet İttifakı’nın mutabakat metniyle yeniden yüksel(til)iyor. 

Aslında cumhuru ve milletiyle bütün ittifakların bileşenleri tarafından el birliğiyle tasfiye edilen 1923 Cumhuriyeti’nin yerine kurulan rejimin sorunları, yerleşmesi söz konusu olduğunda, aşılabilmiş değil. Sermaye istikrar istiyor, emperyalizm ise işbirliğinde dikensiz gül bahçesi. Öte yandan her ikisinin olmazsa olmaz önemli ideolojik aracı olan gericiliğe de direnç birçok toplumsal kesimde devam ediyor. 

Dolayısıyla ülkenin egemen sınıfları için istikrarı sağlayacak, dikensiz gül bahçesini açacak ve direnç gösteren kesimleri ikna edecek bir müdahale gerekiyor. 1923’ün, ayaklarına dolanan birçok unsurunu çeşitli vesilelerle bertaraf etmiş olsalar da direnç gösteren toplumsal kesimleri henüz ikna edebilmiş değiller. 

AKP-MHP bu ihtiyaca cevap verir hale getirilir mi bilemeyiz, bu soruya net bir yanıt vermek falcılığa girer. Ancak ısıtılan bir diğer bileşim de ringe çıkmış durumda. “Emperyalizmse en âlâ biz hizmet ederiz, sermayeyse programımızın temelidir, burada da olsa olsa din ve vicdan özgürlüğü olur” diyerek iknaya ve restorasyona programlanmış bir “muhalefet”… 

Yazımızın konusu Millet İttifakı’nın Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni… Metnin ayrıntılarında boğulmadan söz konusu ittifakın ne murat ettiğine, kimi gözettiğine ve neyi hedeflediğine değinmeye çalışacağız. 

Öncelikle şunu söylemek gerekir: Mutabakat metninde emekçi sınıflar yok, çalışma hakları ve koşulları, sendikal haklar, örgütlenme, yani toplum olma yurttaş olma yok, sağlık hakkı, eğitim hakkı, insani koşullarda barınma hakkı, ülkenin kaynaklarının, kamu hizmetlerinin yağmalanmasına karşı herhangi bir ifade yok, toplum ve dolayısıyla yurttaşlık yok… Emekçileri ilgilendiren daha birçok başlık yok… Ancak, açık ki emekçileri bir şeylere ikna var. Mesela sivil toplum var, yönetişim var, kimlikler var, piyasa var. Yurttaşlık ve dolayısıyla laiklik yok. Sadece “Din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi…” var. 

AKP’siz sermaye programı

Mutabakatta emekçi sınıflar yok dedik. Buna belki en iyi örnek, mutabakatın sayısal olarak en büyük, tarihsel olarak en eski (köklerini reddetmesi nedeniyle köklü diyemiyoruz) partisinin genel başkanı K. Kılıçdaroğlu’nun Avrupa Birliği (AB) Türkiye büyükelçileriyle buluşmasında büyükelçilerin Millet İttifakı’nın seçimleri kazanması durumunda nasıl bir ekonomi programı izleyeceğini sorması üzerine verdiği cevaptır: “Bu konuda (ekonomi) Deva Partisi tarafından başlatılan bir çalışma var, biz de buna katılacağız. Kısa süre sonra bu taslak üzerine altı parti çalışmaya başlayabilir.” 

AKP’nin ekonomi bakanlığını yapmış olan Babacan’ın DEVA Partisi’nin parti programına baktığımızda elbette şaşırmıyoruz.  Programın ekonomi bölümünden birkaç örnekle yetinelim. 

“Devletin iktisadi alandaki müteşebbis rolünü asgari düzeyde tutma hedefimizle uyumlu olarak yeni iktisadi devlet teşekkülü ya da benzeri kuruluşların oluşturulmasından kaçınacağız.”

“Özelleştirme uygulamalarını sınırları yasalarla çizilmiş bir çerçeve içerisinde, hazırlık, karar alma, ihale ve uygulama süreçleri her katılımcıya açık rekabetçi ve şeffaf bir şekilde yürüteceğiz. Özelleştirme sonrasında özel tekellerin oluşmaması ve vatandaşın aleyhine olabilecek davranışların önüne geçmek amacıyla, düzenleyici ve denetleyici kuruluşların etkinliğini arttırılacağız.”

“Bireysel emeklilik sisteminin ve DASK uygulamasının etkinliğini ve kapsayıcılığını arttıracağız. Özel sağlık ve hayat sigortalarının yaygınlaştırılmasını destekleyeceğiz. Sigorta ve emeklilik sektöründe dijitalleşmeyi kolaylaştıracak ve hızlandıracak adımları atacağız.”

“İşsizlikle mücadelede en etkin yöntem, ekonomide güven ve istikrar ortamını tesis ederek yatırımları ve büyümeyi arttırmaktır. İşsizlikle ilgili yapısal sorunların çözümü ise işgücü piyasası reformları, çok yönlü aktif işgücü politikaları ve mesleki eğitime yeni bir bakış açısı kazandırmaktan geçmektedir.”

“Özel istihdam bürolarını yaygınlaştıracak ve İŞKUR ile koordinasyonlarını güçlendireceğiz.”

AKP’siz sermaye programına daha fazla yer ayırmadan bu kadar örneğin yeterli olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla, mutabakatın diğer bileşenlerinin de üzerinden yürüyeceği bu programda devletçiliği, planlamayı, emekçilerin haklarını, hele hele eşitliği çağrıştıracak dahi bir ibarenin olmadığını bırakın görmeyi, tahmin etmek zor değil. “Halkın talepleri ortada, bugün Millet İttifakı ekonomi programı doğrudan özelleştirmeci ve işbirlikçi sağ politikalara endekslenmiş durumda. Sonuç olarak bugün Millet İttifakı kemer sıkma politikaları dışında bir şey önermiyor. Sadece bu politikaları sermayeyle uyum ekseninde (belli tavizler verilerek, özelleştirme ve yüksek faiz) etkisinin hissedilmeyeceğini ve biraz daha iyileşeceğini söylüyor. Bu politikaların sonucunda ise uzun vadede sermayeye daha bağımlı ve özelleştirmelerin arttığı bir Türkiye karşımıza çıkması muhtemel gözüküyor.”

1961 Anayasası’yla dertleri ne?

Yazının girişinde anayasa tartışmalarından söz ettik. Devam edelim. Çünkü mutabakatın özü aslında bu bölümde ortaya konuyor. “1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.” ifadeleriyle girizgâh yapılan metinde “1961 Anayasa’sı, birçok yeni ve önemli düzenleme getirmiş olsa da çok partili siyasi hayatımıza sekte vuran bir askeri darbenin ardından hazırlanmıştır. Buna bağlı olarak da silahlı kuvvetler başta olmak üzere, bazı bürokratik kurumlara demokrasi ile bağdaşmayacak yetkiler tanımış, dolayısıyla bürokratik vesayet düzenine sebep olmuştur. (…) Reform önerimiz ile 1961 Anayasası’nda geçerli olan, bürokratik kurumların, siyaset üzerinde bir vesayet makamı olarak kurgulanmasını reddediyoruz.” denmektedir. Türkiye’de anayasada ilk kez yer bulan toplumun örgütlenmesi, sendika hakkı, üniversite ve TRT başta olmak üzere birçok kurumun özerkliği, Anayasa Mahkemesi, sosyal devlet ilkesi, planlama (Devlet Planlama Teşkilatı kuruluş temeli), seçimlerde nispi temsil sistemine geçiş  ve bunların sonucunda bir aydın damarının ve işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak tarih sahnesine çıkışının zemini olan 1961 Anayasası karalanmaktadır. “1961 Anayasası’nda geçerli olan, bürokratik kurumların, siyaset üzerinde bir vesayet makamı olarak kurgulanması”  ifadesiyle kastettikleri ve reddettikleri Anayasa Mahkemesi midir? Devlet Planlama Teşkilatı mıdır? Sosyal devlet midir? Temsilde adalet, yurttaşlıkta eşitlik midir? Bugüne kadar ortaya koydukları performansa ve metnin ruhuna bakılırsa hepsidir kastettikleri. 

Anayasa meselesi neden bu kadar önemli diyeceksiniz. 

Çok basit. Bu mutabakatta Cumhuriyet yok. “Türkiye Cumhuriyeti’nin köklü devlet ve Cumhuriyet tecrübesinin demokrasi ile taçlandırıldığı yeni bir sisteme geçmek”  derken aslına bakarsanız, yeni bir sistem de yok. Var olan yeni rejimin restorasyonu çabası, dolayısıyla, sermayenin bekası için dilek ve temenniler ile birlikte laikliğin resmen tasfiyesi var. Açıkça söylenen şu: Cumhuriyet bitti. Mutabakatın 1921 referansı da, AKP’den liberallere kadar geniş bir cepheninki gibi, buraya tekabül ediyor. 

1921 ruhu mu dediniz?

1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu)  emperyalizme karşı yürütülen savaşın meşruiyetini tahkim etmek üzere Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasını güvence altına alacak, olağanüstü koşulların bir metnidir. Aynı dönemde 1876 Anayasası (Kânûn-ı Esâsî) halen yürürlüktedir. Bu anlamda kuruluşun zeminini önceleyen, Kurtuluş Savaşı’nın meşruluğunu güvence altına alan geçiş döneminin metnidir. 2. maddesi “Yürütme ve yasama yetkisi milletin yegâne ve gerçek temsilcisi olan BMM’de toplanır.” der. Kuvvetler ayrılığı da laiklik ilkesi de bu metinde yoktur. En basit anlamıyla “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” biçiminde tanımlanan laikliğin, kuşkusuzdur ki bu Anayasa ile kabul edildiği söylenemez. Kamu özgürlükleri, bu arada doğal olarak “inanç, vicdan ve ibadet” özgürlükleri bu metinde yoktur.  1876 Anayasasında yer alan, Devlet dininin İslâm olduğu hakkındaki hüküm (Madde 12), 1921 Anayasasına geçmemiştir. Ancak bunun, büyük bir önemi yoktur. Çünkü hem 1876 Anayasasının 1921 Anayasasına aykırı olmayan hükümleri yürürlükte idi hem de 7. Maddede yer alan hüküm ile Münferit Madde hükmü, yeni Türk Devleti’nin dininin “İslâm” olduğunu açıkça belirtmekteydi.

Ama çok daha önemlisi 1921’de Cumhuriyet, henüz bir rejim ilanı olarak yoktur. Dolayısıyla mutabakat metni, tarihsel önemini ve olağanüstü koşulların metni olmasını bir yana bırakarak, Cumhuriyet ilanının öncesine, dinin devletten henüz ayrışmadığı, adem-i merkeziyetçi bir özel durumu en hafif tabirle görmezden gelmektedir. Bunun, aynı zamanda olağanüstü koşulları, emperyalist işgale karşı Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel önemini de hiçe saymak olduğunu söylemek gerekir. Böylece, söz konusu mutabakat, AKP başta olmak üzere, topyekûn sermaye, gericilik ve emperyalizmin bütün siyasi temsilcilerince tasfiye edilen Cumhuriyet’i ve onun ilerici bütün birikimini reddetmektedir. 

Burada kısa bir değini de “1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.” ifadesine yapalım. 1924, 1937, 1961 ve 1982 anayasalarının hepsi aynı kefeye konmaktadır. Ancak, birincilik en ileri olan 1961’e verilmiştir!

AKP’den liberal cenaha kadar geniş bir kesimin uzunca bir süredir 1921 Anayasası “ruhuna” atıf yaparak tasfiye ettikleri Cumhuriyet’in ve onun bütün ileri kazanımlarının üzerinde tepinenlerle aynı çizginin bileşeni olduklarını da ortaya koymaktadırlar. Ancak bu ruh çağırma seansında 1921’in meclisinin emperyalist işgale karşı bir Kurtuluş Savaşı meclisi olduğunu ve 1921 Anayasası’nın aslında bu savaşın meşruiyetini güvence altına almak üzere savaşın kazanılmasını hedefleyen bir metin olduğunu inkâr ettikleri de NATO başta olmak üzere emperyalizm söz konusu olduğunda takındıkları, AKP-MHP’den bile neredeyse daha işbirlikçi tutum ortaya koymaktadır. 

ABD hayranı ‘Stratejik Derinlik’ mimarı Davutoğlu’ndan, son Ukrayna-Rusya savaşı söz konusu olduğunda “Biz NATO’nun bir parçası olarak NATO’nun öngördüğü şekilde çalışmak zorundayız. NATO’ya karşı çıkmanın bir anlamı yok” diyen Kılıçdaroğlu’na, hatta partisinin milletvekilinin Putin hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunma aymazlığına, Avrupa Konseyi’nde Rusya’nın temsil haklarının askıya alınması konusunda çekimser oy kullanılmasını savaş çığırtkanlığı ve Rusya düşmanlığıyla karşılayan ve meclisteki hiç bir partinin programında NATO’ya karşı bir bölüm olmadığını açıklayan Akşener’e, uluslararası sermaye kuruluşlarının vazgeçilmez elemanı Babacan’a kadar NATO’culukları ve işbirlikçilikleri ile gurur duyan bir toplam vardır karşımızda. 

Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmasın diye 

Mutabakatta Cumhuriyet yok dedik. Cumhuriyet olmayınca, onun değerleri de yok. 

Metinde yer alan “Herkesin inancına, kanaatine ve yaşam tarzına saygı duyulduğu, kişilerin din, inanç ve yaşam tarzı fark etmeksizin özgürce yaşadığı, herkesin kendi kimliğiyle ve kendisi olarak eşit şekilde toplumsal, kamusal ve siyasal yaşama katıldığı bir sistemi hep birlikte inşa edeceğiz.” ifadeleri, yurttaşlığın ortadan kaldırıldığı, aşiretler, tarikat ve cemaatler, dini, etnik ve her türden kimlikler üzerinden bir toplumsal yapı tarif ediyor. Burada belirleyici olan işte bu ilkel ilişkiler ağıdır. Bunun ötesinde laikliğin “din ve vicdan özgürlüğü” olarak servis edilmesi de laikliğin aslında el birliği ile tasfiyesini teyid ediyor.  Uzunca bir süredir AKP ve karşısında görünen birçok diğer kesim gibi bu mutabakatın bileşenlerinin de laiklik söz konusu olduğunda “din ve vicdan özgürlüğü” tanımlamasına sığınarak “özgürlükçü laiklik” gibi bir adlandırmada birleştikleri herkesin malumu. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’ın geçtiğimiz günlerde katıldığı bir televizyon programındaki “Bütün dili laiklik üzerinden kurmuyoruz, o dilin pratik bir karşılığı yok” sözlerinin de bizce yorumlanmaya ihtiyacı yok. 

Aslına bakarsanız, kadınlar için de tıpkı metnin genelindeki gibi yeni bir şey yok. Bir kere, laiklik olmayınca zaten kadınlar için yeni bir şey beklemek saflık olur. 

Kadın emeğinin sömürü koşullarının en ağır ve güvencesiz biçimleriyle ucuz işgücü haline getirildiği sermaye kuralları çerçevesinin ötesine geçmeyen, piyasa tanrısının kutsandığı ve 1980-90’lardan itibaren süren özelleştirme furyasına dört elle sarılmış bir ekonomi programından herhalde kadının omuzuna yüklenmiş bakım hizmetlerinin, eğitim ve sağlığın devletleştirilmesini ve kamuculuğu da beklemeyeceğimize göre kadınların eşitliğinden ve özgürlüğünden bahsetmek mümkün değil. 

Kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini besleyen gericilik bir özgürlük alanı olarak tarif edildiği sürece kadınlar için orasından burasından yamama dışında yeni bir şey olduğunu söylemek de mümkün değil. Kaldı ki, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair yasa konusunda mutabık olmayan, ancak laikiliğin tasfiyesi konusunda fikir birliğine sahip bu bileşimin kadınların hayatına dair çizdiği çerçeve yine piyasa ve gericiliğin sınırlarına hapsoluyor. 

Hep söylüyoruz, laiklik en çok emekçiler için yaşamsaldır. Dolayısıyla sorumuz da şu: Emekçi sınıfların taleplerini içermeyen bir mutabakat, laikliği kurar mı? Emekçi halkı, onun çocuklarının geleceğini kuşatan, karartan tarikatları ve cemaatleri kapatır mı? Kadınların eşitliğini sağlar mı?

Laikliğin tasfiyesinin en önemli hedefi, emekçi kitleleri hak gasplarına, kamu varlıklarının ve hizmetlerinin özelleştirilmesine, yoksulluğun kader olduğuna, “sosyal yardım” adı altında sadaka sistemine ikna etmektir. Yurttaşlığın kullukla ikame edilmesidir. Çünkü yurttaş örgütlenir, yurttaş hesap sorar, yurttaş daha iyi bir yaşam için harekete geçer. 

Hatırlayalım. 12 Mart 1971’in darbeci generali Memduh Tağmaç’ın, “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı, önünü kesmek gerekir. (…) Sosyal uyanışın temelinde ekonomik nedenler aramak komünistlerin uydurmasıdır. Tüm olaylar anayasanın özgürlükçü özünden çıkmaktadır. Bu anayasa ve özgürlüğe açık yasalar değiştirilmeden olayların üstesinden gelinemez” sözleri 1961 Anayasası’nın sağladığı zeminde emekçi sınıflar ve aydın hareketinin örgütlü yükselişine, yani “tehlikeye” işaret etmektedir. Karşımızdaki altılı mutabakat da tıpkı AKP-MHP ittifakı gibi bu “tehlikeyi” bertaraf etmenin derdindedir.

Ancak, başa dönecek olursak, karşımızda duran “mutabakat”, Cumhuriyet’e fatiha okuyanların toplumu yeni rejimle uzlaştıracak “kurallar manzumesidir”. Burada CHP’nin oyuna geldiğini söylemek, en hafif tabirle saflıktır. Türkiye’de sağa kayan siyasette yerini alan ve bu satırlarda “niteliklerini” sıralamaya gerek duymadığımız Turgut Özal’a, Adnan Menderes’e, Muhsin Yazıcıoğlu’na, Necmettin Erbakan’a ve benzer nice isme övgüler düzerek rahmet okuyan CHP, Cumhuriyet’i terk etmiştir ve yeni oyunun kurucularındandır. Oyunun kurallarını koyanlar ise bugünkü iktidarın artıkları olan gericisinden liberaline, faşistine kadar sıralananlarla, AKP ve MHP’dir. Sermaye de emperyalizm de durumdan memnundur. Bunlar için ise müşteri memnuniyeti temel ilkedir. En büyük korkuları da “Sosyal uyanışın, ekonomik gelişmeyi aşmasıdır”. 

Ağzını “kul hakkı”, “inşallah”, “Allah’ın izniyle” diyerek açanların, tarikat ve cemaatlere “hassasiyet gereği” herhangi bir imada dahi bulunmayıp “sivil toplum örgütü” olarak prim verenlerin, aşiret ağalarını törenlerle üye yapanların, AKP’nin Diyanet Akademisi’nin kurulması için verdiği kanun teklifinin görüşmelerinde usül dışında itiraz etmeyip TBMM oylamasında yazıyla sıfır, rakamla 0 red oyu verirken kimi milletvekillerine kabul oyu kullandıranların, metinlerinde “inançlara saygılı özgürlükçü laiklik” ifadeleriyle her önüne gelenle “helalleşerek” laikliğin cenazesini kaldırmaya soyunanların, tarikat ve cemaatleri kapatması, faaliyetlerini engellemesi, eğitimde gericileşmeye karşı çıkması, kadının toplumsal eşitliğine dair adım atması beklenemez. O yüzden CHP için “köprüyü geçene kadar ayıya dayı” savunmasının herhangi bir karşılığı yoktur. 

Her niyete yenen muz: Demokrasi

Hiç kimsenin ağzından düşürmediği, mutabakatın da her yanından fışkıran “demokrasi” söylemine ise bu toprakların iki büyük aydınından, bugünkü durum ve mutabakat şaklabanlığı için de güncel olan, alıntılarla cevap verelim.

“Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olan, öbürü de kolayı, oyun olanı. Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklik ister. Bu zor ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kağıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha…” Türkiye’den Bir Eğitim Ütopyacısı: İsmail Hakkı Tonguç (1893-1960), Seçkin Özsoy. 

“Birileri derse ki demokratlık mı yoksa laiklik mi? Ben elbette ki laiklik derim, eğer öyle bir karşılaştırma yapılacak olursa. Kimileri 163. Maddenin (Eski TCK’nın, Anayasa’daki laiklik ilkesini koruyan, tarikatların ve cemaatlerin örgütlenmelerini kısıtlayan ve 1991 yılında Turgut Özal eliyle kaldırılan 163. Maddesi) tartışmasında öyle derler. Korkarlar. Acaba 163. maddenin kaldırılmasına karşı çıkarsam bana demokratlıktan çıktı derler mi falan diye düşünürler. Laikliğin gereği ise 163. maddenin kalmasıdır. Eğer demokrasi 163. maddenin kalkmasıyla gelecekse, o zaman bağıra bağıra söylerim: Ben demokrat değilim. Göğsümü gere gere kaldırılmasın derim. Yani neden laiklik öncelik kazanır? Bence evrensel olduğu için, çerçevesi olmadığı için. Ama demokraside yine bir şey var. Birileri toplanacak, o birilerine dayalı bir belirleme olacak. Birileri tutsalar da “iki kere iki 25 eder” deseler; bunlar oybirliği ile bunu söyleseler, ben demokratik bir uygulamadır, buna saygı göstermek gerek demem. Hayır, bunların hepsi saçmalamıştır, derim. Yani ben “demokratik” oylamayı da kabul etmem.” Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, Kaynak Yayınları, Kasım 1992, görüşmeyi yapan Şule Perinçek s. 52, 53.

Sonuç olarak bu mutabakat, öz itibariyle, AKP eliyle kurulan rejimi ete kemiğe büründürecek, onun idari süreçlerini bağlayarak, toplumun direnç noktalarını bu rejime ikna edecek bir mutabakattır. Niyet, AKP’nin 2002’deki misyonunu üstlenmektir. Bu da Cumhuriyet’in mezar taşını dikmekten, laikliğin tabutuna son çiviyi çakmaktan başka bir şey değildir. Burjuvazinin tarihsel olarak gericiliği, 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. 

Yapılacak şey, emekçilerin iktidarıyla, laikliği temel norm olarak bu zeminde yükseltecek, sermayenin, emperyalizmin ve gericiliğin tahakkümünden kurtaracak bir cumhuriyeti kurmaktır. Bu kuruluş için yürütülecek mücadelenin kökleri bu topraklarda vardır. Bu köklerin temsilcilerinin tarihsel görevi, çerçevesi amasız fakatsız, başına sonuna sıfatlar eklemeden laiklik, sermaye karşıtlığı ve anti-emperyalizm çizgileriyle kalın kalın çizilmiş bir birlikteliği kurmaktır. 

 

Comments are closed.

0 %