Dosya

Pandemide Kapitalizmin Sağlık ve Bilim Politikaları

Prof. Dr. İzge Günal

Herhangi bir sorunu kriz olarak nitelendirebilmek için artık var olan paradigma içinde, yani alışılmış yöntemlerle çözümünün olanaksız hale gelmiş olması gerekir. Hatta bu da yetmez, doğrudan içinde bulunduğu alanın dışında da sorun haline gelmesi gerekir. Bir adım daha ileri gideyim, krizler egemen iktidar ilişkilerine müdahale potansiyeli de taşır.
Bu açıdan bakıldığında Covid 19 pandemisini sorundan öte, kriz olarak değerlendirmek gerekir. Öyle ya, artık sadece bir sağlık sorunu değil ama aynı zamanda eğitim sorunu, bilim sorunu, ekonomi sorunu, çevre sorunu… Bu kadar çok alana değince de ister istemez iktidar ilişkilerinin sorgulanma alanı.

Tek cümleyle ifade etmek gerekirse, pandemi kapitalist sistemin piyasa odaklı sağlık sistemlerinin iflasını gösterirdi. Dünyada Küba, Vietnam, Yeni Zelanda hatta Çin gibi birkaç ülke hariç tutulursa, hiçbir ülkenin sağlık sisteminin böylesine bir salgını karşılamaya hazır olmadığı görüldü. Aslına bakılırsa salgın karşısında ne yapılması gerektiği çok basitti ve bunu bilmek için ne uzman olmaya ne de bilim kurulu oluşturmaya gerek vardı. Yukarıda saydığım ülkelerde yapıldığı gibi önce olabildiğince yaygın test yapılıp hastaların belirlenmesi, bulaşmayı engellemek için bu hastaların izole edilmesi, hastalarla teması olanların kontrol altına alınması gerekirdi. Hastalığın yaygınlık durumuna göre izolasyon veya “kapanma” genişletilebilirdi. Türkiye’de bunlar yapılmadığı gibi salgının ilk zirve yaptığı ülkelerden İran ile sınır kapıları kapatılmadı, benzer biçimde yurtdışından gelenlere sadece ateş ölçümü yapıldı, umreden dönenlerin önemli bölümüne karantina uygulanmayıp, tüm ülkeye yayılmalarına izin verildi, toplu ibadetler engellenmedi, erken dönemde AVM’ler açıldı, veriler gizlendi, AKP toplantılarında ve Ayasofya’nın açılmasında hiçbir kurala uyulmadı…

Peki neden? Salgına karşı alınacak önlemleri bilmediklerini düşünmek yersiz, hatta bir anlamda hoş görmek anlamına gelir. Şunu açıkça söylemek gerekir: Ne yapılması gerektiğini biliyorlardı ve yapmadılar! Bu yargı sadece Türkiye için değil, tüm kapitalist sistem için geçerlidir çünkü “kapitalizm 1970’lerden beri içine girdiği döngüsel uzun dönemli krizini yaşarken, kâr oranlarını artırmak açısından bütün sosyal harcamaları sınırlamaya ve sosyal sektörleri piyasaya açarak sermayeye yeni yatırım alanları yaratmaya yönelmişti.”[1] Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre global sağlık harcamaları 2017’de 7.8 trilyon ABD doları, gayri safi milli hasılanın %10’u ve kişi başına 1080 dolar olup artmaya devam etmektedir. Son on yılda harcamalar yılda %4 oranında artmıştır. Dünya nüfusunun en zengin %20’si harcamalarının %80’inden yararlanmaktadır. Tüm harcama kalemlerinde kamunun payı gün geçtikçe düşmektedir.[2] Kapitalizmin yeniden düzenlendiği dönemde, sağlık alanı yeni bir birikim alanı haline getirilmiş ve Dünya Bankası merkezli bir “sağlık reformu” planı ile ülkelerin sosyal, ekonomik ve sağlık durumları dikkate alınmaksızın kapitalist ülkelerde tek bir model-tek tip olarak uygulanmıştır.[3] Sonuçta OECD ülkelerinde 2000-2015 yılları arasında ekonomik büyüme %15 iken, sağlık sektöründe büyüme %48 ile bunun üç katından fazla olmuştur ve yakın bir gelecekte gıda ve tarım sektörünün ardından dünyanın en büyük ikinci sektörü olması öngörülmektedir.[4]

Sağlık sermayesi açısından bakıldığında harcamalar 15 yılda 6 kattan fazla büyüyen ve kâr oranlarının çok yüksek olduğu bir pazar demektir. Bu pazarın büyümesi için daha fazla sağlık başvurusu olmalı, daha fazla tetkik yapılmalı ve daha fazla tıbbi işlem, ilaç uygulaması olmalıdır. Gerçekten de koruyucu hekimlik veya doğrudan halk sağlığını ilgilendiren alanlara yeterince bütçe ayrılmamaktadır.5,6 OECD ülkelerinde toplam sağlık harcamalarının ulusal gelir içindeki oranı ortalama %8.5 iken aynı oran Türkiye’de %3.9’dur ve yıllar içinde herhangi önemli bir değişim göstermemiştir ve bu bütçenin %99.7’lik kısmı tedavi edici sağlık hizmetlerine yöneltilmektedir. Yani koruyucu hekimliğe ayrılan pay %1’in çok altındadır.

İşte dünya ve elbette Türkiye, böyle bir sağlık sistemi ve anlayışıyla pandemiye yakalandı. Fransa’da sosyal güvencesi olmayan hastalarda Covid 19 üç kat daha fazla gözükürken, Hindistan’da gecekondu bölgelerinde hastalık, şehrin diğer bölgelerine göre beş kat daha fazla saptandı.7 ABD’de Afrika kökenliler, yerliler ve Latinlerde Covid 19 ölüm oranı beyaz Amerikalılara göre üç kat fazlaydı.

Türkiye’de de işçi sınıfı salgından çok daha fazla etkilendi. DİSK araştırma raporuna8 göre işçilerin %29.4’ü kendisinin veya arkadaşlarının Covid 19’a yakalandığını belirtmiştir. Bu oran Türkiye ortalamasının çok üzerindedir. Rapor, işçilerin ekonomik sıkıntıları konusunda da çarpıcı bilgiler vermektedir: “Salgın nedeniyle istihdam ve iş kaybı 13 milyon düzeyine ulaştı. Geniş tanımlı işsizlik ve istihdam kaybı oranı %39’a ulaştı. Salgın büyük bir istihdam depremine yol açtı, yüzlerce işyeri kapandı. Salgın yalnızca işsizliği değil aynı zamanda gelir eşitsizliğini, toplumsal adaletsizliği ve yoksulluğu daha da artırdı ve artırmaya devam ediyor… DİSK üyelerinin %63’ünün çalışma biçimi değişti. Kısa çalışma, evden çalışma, uzaktan çalışma, dönüşümlü çalışma yaygınlaştı. İzin kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte işçilerin bir bölümü yıllık izne veya kronik hastalığı nedeniyle idari/ücretli izne çıkarıldı… DİSK üyesi işçilerin %36’sı ücret veya gelir kaybı yaşadı. Ücret kaybı yaşayan DİSK üyesi kadınların oranı erkeklerden daha fazla gerçekleşti. Kadınların %47.7’si ve erkeklerin %34.2’si ücretini, fazla çalışma ücretini veya sosyal ödemelerini eksik aldığını veya hiç alamadıklarını belirtti… DİSK üyesi işçilerin %75’i Covid 19 nedeniyle ekonomik zorluk yaşadığını beyan etti.”[8]

Pandemiyle birlikte ipliği pazara çıkan tek konu kapitalizmin sağlık politikaları olmadı; bilim politikalarının da irrasyonel yapısı açıkça görünür hale geldi. Güncel ilgi odağı olan aşı üzerinden gidecek olursak, dünya 2002 yılında SARS CoV2 ve 2012 yıllarında MERS CoV salgınlarıyla karşılaşmıştı. Yapı olarak Covid 19’a çok benzeyen, her ikisi de koronavirüs olan bu virüslerin oluşturduğu salgınlar gerçek anlamıyla bir epidemi halini almadan, dar bir çevrede kalarak ve daha az can kaybıyla yaklaşık birer yıl içerisinde gündemden düşmüştü. Ancak bu virüsler hala görülmekte ve öldürücü olabilmektedir. İlk görüldükleri anda başlayan aşı ve ilaç çalışmaları da ayrılan bütçelerin geri çekilmesiyle durma noktasına gelmişti. Şimdi herkesin kabul ettiği gerçek şu ki, eğer SARS ve MERS çalışmaları durdurulmamış olsaydı, olasılıkla insanlığın elinde Covid 19 için de etkin bir aşı ve/veya ilaç hazır olacaktı veya hızla geliştirilecekti. Kapitalizmin kârlı bulmadığı için devam etmediği bu çalışmalar için sosyalist bilim politikasının “bilimin her alanında çalışma yapılması” ilkesini9 anımsamakta yarar var. Biliyorsunuz, konu kendisi için ne denli uzak olursa olsun SSCB, sınırları içerisindeki bir grup bilim insanını bu alana yönlendiriyordu. Örneğin, eğer bir Afrika ülkesindeki yerel bir dil için, sadece o ülkede bir çalışma varsa, aynı konuda SSCB de bir ekip oluşturuyordu. Demek istediğim, konu popüler olmasa da, SSCB’ye uzak gibi görünse de konuyla ilgili araştırma yapacak bir ekip kuruluyordu. Yani işe kâr amacıyla bakılmadığı sürece insanlığın felaketlere hazır halde olması veya sorunun felaket halini almasına izin vermemesi zor değildir ancak, dediğim gibi, toplumcu bakış açısını gerektirmektedir.

Diğer bir konu da sürmekte olan aşı çalışmaları. Şu noktaya bir açıklık getirmek gerekir, dünyada henüz aşıyla ilgili hiçbir çalışma tamamlanmamış ve hiç birisinin etkin olup olmadığı bilinmemektedir. Yani hepsi sadece “aşı adayıdır” o kadar*. Başta İngiltere, Çin, Rusya, Küba ve Almanya olmak üzere çeşitli merkezlerde aşı çalışmaları sürüyor. Rekabet öyle büyük ki, Trump’ın Almanya’daki araştırmacıları ülkesine çekmek için yüksek transfer ücretleri önerdiği basına yansıdı. Sosyalist sağlık politikasında ise rekabet değil, güçlerin birleştirilmesi vardır. Sosyalizmin bilim politikasının ana öğelerinden bir diğeri de bilim insanları arasında rekabetin iş birliğine çevrilmesiydi.9 Bir sorunun çözümü için SSCB çapında tüm bilgiler birleştiriliyordu. Sonrasında diğer sosyalist ülkeler de bu ağın içerisine girmişti. Bunun tam tersine, Avrupa ülkeleri bilimsel araştırmalarının önündeki en önemli engellerden birisi olarak “fragmantasyonu” görmekteydi10. Yani yapılan bir çalışma için ülke içinde bile bir birliktelik sağlanamamasından yakınıyorlardı. Şimdi bir düşünün, aşı için uğraşan tüm merkezler iş birliği ve iş bölümü yapsalar ne olurdu? Çözüme ulaşmış olabilirler miydi bilemem ama en azından bir adım daha önde olabileceklerini söyleyebilirim.

Günümüzde bir ilacın geliştirilmesi için yaklaşık 1-1,5 milyar dolar kadar bir finansman gerektiği kabul edilmektedir. Aşıyı da bu kapsamda ele alabiliriz. Basından öğrendiğimiz kadarıyla Astra Zeneca, Pfizer-Biontech, Moderna gibi firmaların her birine aşı çalışmaları için kamu kaynaklarından 1,5-2,5 milyar dolar para aktarılmıştır. Yani zaten yapılan harcamalar kamudan fazlasıyla karşılandığı gibi, yapılan anlaşmalarla önümüzdeki bir yıl boyunca üretecekleri bütün aşıları da yine kamuya satmışlardır. Üstelik toplumsal bağışıklığın sağlanabilmesi için daha uzun yıllar boyu aşı satışları garanti gibidir. Zaten Biontech’in kurucularından Uğur Şahin’in dünyanın en zengin 500 kişisi arasına girmesi her şeyi açıkça göstermektedir.

Küçük bir parantez açıp araştırma yöntemlerine bakmak iyi olur. Sistemin ilaç araştırması paradigmasına göre faz 0’da laboratuvar ve hayvan çalışmaları yapıldıktan sonra, faz 1’de ilacın/aşının insanlara zarar verip vermediği, faz 2’de dozu araştırılır. Faz 3’de ise plaseboya göre etkin olup olmadığına bakılır ve hipotezin en fazla yıkıldığı aşama bu aşamadır, yani sınanan molekülün genellikle plasebodan daha etkili olmadığı görülür. Faz 3’de istenilen etkinlik süresine kadar, ki bu aşılarda en az bir yıldır, beklenip sonuçlar öyle açıklanır. Tek tek ülke sonuçlarının açıklanması veya ara sonuç vermek diye bir durum söz konusu değildir. Bu yapılırsa kodlar kırılmış, araştırmanın “kör”lüğü ortadan kalkmış demektir ve çalışma biter. Demek istediğim şu anda elimizde faz 3 çalışması süren bir aşı adayı kalmamıştır. Bu paradigmanın doğru olup olmaması ayrıca tartışılabilir ama sistem kendi koyduğu kuralları kendisi çiğnemektedir.

Geldiğimiz noktada aşıların iki doz uygulanması sonrasında üç ay etkili olduğunu biliyoruz, o kadar; daha fazlası değil. Yani hangi sıklıkla aşıların tekrar edileceği bilinmemektedir. Tek doz için kamunun 30 dolar ödeyeceği düşünülürse, korkunç bir rakam ortaya çıkar. Hindistan veya Güney Afrika’nın dediği gibi, Covid 19 aşıları için patent duvarlarının ortadan kaldırılması zorunlu gözükmektedir. DSÖ direktörü Ghebreyesus, “Şu anda en az 49 yüksek gelirli ülkede 39 milyondan fazla aşı dozu uygulandı. En düşük gelirli bir ülkede sadece 25 doz aşı uygulandı. 25 milyon değil, 25 bin değil, sadece 25.” diyerek bir gerçeği ortaya koymakta ve dünyanın feci bir ahlaki başarısızlığın eşiğinde olduğunu belirterek “Bu başarısızlığın bedeli dünyanın en fakir ülkelerinde yaşamlar ve geçim kaynakları ile ödenecek.” demektedir.

Sonuçta kapitalizmin sağlık ve bilim politikaları pandemide iflas etmiş gibi görünmektedir. Görünen o ki, artık bu işin böyle sürmemesi gerekir. Ancak işin bir başka yönü daha var. Bloomberg Milyarderler Endeksi’ne göre dünyanın en zengin 500 kişisi 2020’de de servetlerine 1.8 trilyon dolar daha ekledi. 2021’in ilk gününde güncellenen listeye göre 2020’de milyarderler listesine girenlerin servetlerindeki toplam artış %31’i buldu. Bu artışın, sekiz yıldır yayımlanan endeksin tarihindeki en yüksek artış olduğu kaydedildi11. Türkiye’de de durum farklı değil, Koç Holding 2020 Ocak-Eylül döneminde net kârını %94 oranında artırırken, Sabancı’da aynı dönemdeki artış %69 oldu12. Diğer yandan geniş kitleler açısından yoksullaşma hızla sürmektedir. Üstelik pandemi yasakları, insanları gerçek anlamıyla iş-ev döngüsüyle sınırlamakta ve toplumsal hareketliliği de engellemektedir. Yani gerek dünyada gerekse Türkiye’de egemen sınıf için işler yolunda görünüyor. Bu durumun kalıcı olmaması için yeni bir ülke ve dünya isteyenlerin ağırlıklarını koyması gerekmektedir.

[1] Belek, İ.  Sosyal devletin çöküşü ve sağlığın ekonomi politiği. Sorun Yay., 3.baskı, 2001.

[2] https://www.who.int/health_financing/documents/health-expenditure-report-2019.pdf?ua=1

[3] Hamzaoğlu O. Dünyada sağlıkta reformu Türkiye’de sağlıkta dönüşüm: gerçekler ve belgeleri. Toplum ve Hekim 28:172, 2013.

[4] Zencir M.  Yeni değerlendirme alanı olarak sağlık hizmetlerinin sermayeleşmesi (kapitalizmin krizi ve üretici güçlerin gelişimi) Toplum ve Hekim 36: 35, 2021.

[5] http://atasoyersaglikpolitikaokulu.org/saglik-hizmetlerinin-metalasmasi-ve-yalin-saglik-coskun-canivar/

[6] https://calismaortami.fisek.org.tr/icerik/turkiyede-saglikta-esitsizlikler/

[7] https://doi.org/10.1016/S2214-109X(20)30467-8)

[8] http://disk.org.tr/2020/07/disk-ar-raporu-yayinlandi-covid-19-iscileri-nasil-etkiledi/

[9] Günal İ. Ekim devriminin bilimin gelişimine etkisi. Marksist Manifesto, Ekim Devrimi Yolumuzu Aydınlatıyor Sempozyum özel sayısı, 2017. s:157.

[10] Woodford FP. Medical research systems in Europa. Elsevier, 1973.

[11] https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/dunyanin-en-zengin-500-insani-2020de-servetlerine-toplam-1-8-trilyon-dolar-katti/2096521

[12] https://www.birgun.net/haber/ulkede-kriz-yasanirken-koc-ve-sabanci-net-karini-ikiye-katladi-321976

Comments are closed.

0 %