Gündem

Kanal İstanbul projesini son gelişmeler üzerinden yeniden okumak

Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu[i]

Mega projelerle kentleri sermayeye pazarlama yaklaşımı, uzun süredir büyük kentler ve özellikle de İstanbul üzerinden sistemli bir şekilde hayata geçirilmektedir. İstanbul yaklaşık son yirmi yıllık süreçte, art arda hayata geçirilen mega-projelerin etkisiyle kentsel ve çevresel ölçekte büyük tahribata uğramış ve ekolojik travmalara maruz kalmıştır. Bu projeler çoğu kez kentin Anayasası sayılan İstanbul Çevre Düzeni Planında yer almayan, dolayısıyla planlama ilke ve esaslarını, planlama hiyerarşisini hiçe sayan bir anlayışla plana sonradan eklenmişlerdir. Bunların kısmı, kapsamlı bir mega projenin birer parçası olarak tasarlanmış ve hayata geçirilmiştir. Bu politikanın en son ayağı, 2011 yılında kamuoyuna açıklanan Kanal İstanbul projesi olmuştur. Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı projeleri ile birlikte, bir mega projenin en büyük parçası olarak tasarlanan Kanal İstanbul, bugün gerek sosyo-ekonomik, gerek ekolojik, gerekse hukuki boyutlarıyla gündeme yerleşen, 100 yılık ömrü olan bir projedir.

Daha Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreci devam ederken, 1/100 000 plan değişikliği acilen İstanbul’un kent anayasası olarak kabul edilen Çevre Düzeni Planı’na işlenmiştir. Bu durum, sürecin daha en başından çürük bir hukuki zemin üzerinde kurgulandığına işaret etmektedir. ÇED itirazları değerlendirilmeden, hatta itiraz süresinin son günü bile beklenmeden planın askıya çıkması, iktidardan yükselen “her ne olursa olsun bu Kanal yapılacak” sesleri, hukuksuz bir sürecin halka dayatılması anlamı taşımaktadır.

Hukuksuzluk zemininde devam eden bu süreçte geçtiğimiz Mart ayında, birlikte değerlendirilmesi gereken üç temel gelişme yaşanmıştır.

Bunlardan biri, İstanbul Çevre Düzeni Planlarında Kanal İstanbul Projesi için yapılan Revizyon Planların yeniden revize edilerek askıya çıkması, ikincisi 20.03.2021 tarihli, 7297 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile Kanal İstanbul’a devlet garantisi gelmiş olması, üçüncüsü ise 21 Mart 2021 tarihinde Katar ile Su yönetimi konusunda imzalanan “Mutabakat Zaptı”dır. Bu üç gelişme birbiriyle ilişkilendirilerek ele alındığında, sürecin ne kadar ince ince planlandığı görülmektedir.

1. Mart 2021 tarihli Çevre Düzeni Planı Revizyonları

2009 tarihli planda, projeye yönelik olarak yapılan revizyondan sonra 2021 Mart ayında yeniden plan revizyonları yapılmıştır. Ancak bu süreç de hukuksuzdur. 2014 yılında yürürlüğe giren Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği’nin 20. maddesine göre, Çevre Düzeni Planının ihtiyaca cevap vermediği hallerde veya planın vizyonu, amacı, hedefleri, stratejileri, ilke ve politikaları açısından plan ana kararlarını, sürekliliğini, bütünlüğünü etkilemesi halinde çevre düzeni planı bütününde revizyon yapılır. Çevre düzeni planı revizyonu yapılması, nüfusun yerleşim ihtiyaçlarının karşılanamaması, planın temel strateji ve politikalarını değiştirecek bölgesel ölçekli yatırımların ortaya çıkması, yeni verilere bağlı olarak, sonradan ortaya çıkabilecek ve bölgesel etkiye yol açabilecek arazi kullanım taleplerinin oluşması, yeni gelişmeler ve bölgesel dinamiklerde değişiklik olması gibi durumlarda yapılabilir. Bu durumda, revizyon yapılması için önceki planın uygulamaya geçmiş olması ve planın uygulanmasında, yönetmelikte belirtilen koşullarda bir aksaklık ya da uygulama sorunu ortaya çıkmış olması gerekmektedir. Henüz uygulamaya geçmemiş bir planın, -aradan bunu gerekli kılacak bir zaman dilimi bile geçmemişken- revize edilmesi, planın baştan hatalı olarak kurgulandığını açıkça ortaya koymaktadır ki, bu durum kamunun hazırlanan eski ve hatalı revizyon nedeniyle zarara uğradığının da göstergesidir.

Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği, yapılacak plan değişikliklerinin Çevre Düzeni Planının ana kararlarını, sürekliliğini, bütünlüğünü bozmayacak nitelikte olabileceğini kabul etmektedir. Yapılacak plan değişikliklerinin de; kamu yatırımlarına, çevrenin korunmasına, çevre kirliliğinin önlenmesine, planın uygulanmasında karşılaşılan güçlüklerin ve maddi hataların giderilmesine, değişen verilere bağlı olarak planın güncellenmesine dair yeterli, geçerli ve gerekçeleri açık olan, altyapı etkilerini değerlendiren raporu içeren teklif ve taleplerin; idarece planın temel hedef, ilke, strateji ve politikaları kapsamında teknik ve yasal çerçevede değerlendirmeye alınarak sonuçlandırılacağını düzenlemektedir.

Yapılan plan değişikliklerinin geniş kapsamlı etkileri olan çevresel felaketlere sebebiyet vereceği tüm bilimsel çevrelerce işaret edilmiştir. Bu durumda, su kaynaklarını yok eden, toplumun su hakkını gasp eden, orman, mera ve tarım alanlarının hızla vasıf değiştirmesine yol açan, yaban hayatını ve 70 canlı türünü yok eden, mülksüzleştirme ve el değiştirme süreçlerinin önünü açan, uluslararası sözleşmelere aykırı olan, kamu yararı içermeyen, mülkiyet haklarını ihlal eden, uzman katılımını görmezden gelen bir proje olduğu ÇED Raporunda bile itiraf edilen Kanal İstanbul’a ilişkin plan revizyonlarının hukuksuz olduğu açıkça görülmektedir.

Kanal İstanbul projesine yönelik plan değişikliği, Trakya’da tarım topraklarını ve meraları imara açacak, böylece en verimli topraklarımızda tarım ve hayvancılığı bitirecektir.  İstanbul’un ve bölgenin su kaynaklarını yok edecek, böylece temel haklardan olan yaşam hakkının ve su hakkının gasp edilmesine neden olacaktır. Aynı zamanda ilgili mevzuata aykırı olarak, havza koruma kuşaklarını daraltan kararlar içermektedir. Yaban hayatı, önemli kuş koruma alanları hızla tükenecektir. 70 canlı grubu, sadece 124 kuş türü ortadan kalkacaktır. ÇED Raporu, “kuşlara, balıklara bir belirli alan ayırıyoruz” demektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, proje raporları ile doğaya adres gösterilemez. Planlar, afet risklerini artırıcı niteliktedir. Üç canlı fay hattının yer aldığı bölgede yoğun nüfus birikimi yaratacaktır. Arkeolojik alanlar üzerinde tahribata yol açacak onların kentsel gelişim baskısı atında bırakacaktır. Bir yerine, iki riskli Boğazımız olacaktır. İstanbul Boğazının daha kısa ve daha geniş olduğu dikkate alınırsa, ikincisi çok daha risklidir. Mülksüzleştirmeye yol açacaktır. Bu mülksüzleştirme süreci, Anayasa’nın mülkiyet hakkına sadece kamu yararı amacıyla dokunulabileceğini belirten 35. maddesine aykırıdır.

2021 Mart ayında yapılan Revizyon Planlar, Kanal İstanbul projesine ilişkin hazırlanan ilk revizyonlarla kıyaslandığında, eski planların ana kararlarının büyük ölçüde değiştirildiği görülmektedir. Projenin temel dayanaklarından olan lojistik bölge, turizm bölgesi gibi kullanımlar son değişiklikte kaldırılmıştır. Eski planlar Kanal İstanbul Yeni Şehir’i dört temel bölgeye ayırmaktadır: Ekoloji ve Teknoloji Bölgesi, Gelişme Konut ve Ticaret Bölgesi, Turizm ve Dönüşüm Bölgesi, Ulusal ve Uluslararası Lojistik Bölge. Bu dört bölgeden ikisinin revizyonlarla ortadan kaldırılması, esaslı bir değişiklik anlamı taşımaktadır. Bu durumda, ÇED Raporunun da revize edilmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Getirilen tüm esaslı değişiklikler,  ÇED Raporunda ayrı ayrı ele alınıp değerlendirilmelidir. Ancak bu da yapılmamıştır.

Revizyon Planların Plan Açıklama Raporu da hukuksuzdur. Raporda, sadece Teknoloji Geliştirme Bölgeleri kaldırılmış görünmektedir; üstelik bu kararın bile gerekçesi raporda yer almamaktadır. Turizm ve Lojistik ile ilgili kullanımların kaldırılmış olması plan açıklama raporunda yer almamaktadır. Oysaki Kanal İstanbul Projesinin temel iddialarından biri, İstanbul’u lojistik devi yapmak ve turizm açısından bir marka haline getirmektir. Yani, Revizyon Planlar, Kanal İstanbul’un temel kurgusunu değiştirmektedir. Yeni planlar hemen hemen tüm bölgeyi konut alanı olarak ele almakta, ayrıcalıklı imar hakları getiren özel proje alanlarını Kanal Boyuna toplayarak, büyüklük ve sayılarını artırmaktadır. Bu durum, planlama teknikleri, ilke ve esasları açısından sakatlık içermektedir.

Tüm bu hukuksuzluklar bir tarafa,  iktidar, Kanal İstanbul konusunda hukuki, ekolojik ve ekonomik açıdan güçlü argümanlar geliştiremedikçe, taktik değiştirerek ısrarını sürdürmektedir. Geçtiğimiz haftalarda, bir “Millet ve Devlet Projesi” olarak halkın önüne sunulan proje, bu hafta Ulaştırma ve Altyapı Bakanı tarafından bir “Can ve Mal Güvenliği” meselesi olarak getirilmiştir.

2. 03.2021 tarihli 7297 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun

Projeye ilişkin bir başka gelişme, 20.03.2021 tarihli, 7297 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile Kanal İstanbul’a devlet garantisi gelmiş olmasıdır. 7297 sayılı Kanun ile 8/6/1994 tarihli ve 3996 sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanuna Geçici Madde 4 eklenmiştir.

Buna göre, “15/3/2020 tarihinden sonra ihalesi yapılmış ancak bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte henüz uygulama sözleşmesi imzalanmamış, yurt dışından finanse edilmesi planlanan yap-işlet-devret projeleri kapsamında, 1l/A maddesi uyarınca Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığına bağlı özel bütçeli kamu idareleri tarafından imzalanacak borç üstlenim anlaşmalarına, ilgili idarenin borç üstlenim anlaşmasından kaynaklanan yükümlülüklerinin yerine getirilmesini sağlayacak şekilde, 4749 sayılı Kanunun 4 üncü maddesi ile 8/A maddesi hükümlerine tabi olmaksızın, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı da taraf olabilir.”

Buradan şunu anlıyoruz: Kanal İstanbul ve benzeri Yap-İşlet-Devret projelerine getirilen devlet garantisi ile halkın üzerine yeni ekonomik yükler binecektir. Proje kapsamındaki sekiz köprünün ve bağlantı yollarının geçiş ücretlerine, halkın üzerinden verilecek garantilerle çözüm getirilmektedir.

3. 21 Mart 2021 tarihinde imzalanan, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Katar Devleti Hükümeti Arasında Su Yönetimi Alanında İşbirliği Mutabakat Zaptı

Yine yakın tarihli bir başka gelişme ise, 21 Mart 2021 tarihinde Katar ile su yönetimi konusunda yapılan işbirliğidir. 21 Mart 2021 tarihli ve 3723 sayılı Karar’da “26 Kasım 2020 tarihinde Ankara’da imzalanan ekli “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Katar Devleti Hükümeti Arasında Su Yönetimi Alanında İşbirliği Mutabakat Zaptı’nın onaylanmasına, 244 sayılı Kanunun 5’inci maddesi ve 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 2’inci ve 3’üncü maddeleri gereğince karar verilmiştir” denmektedir. Böylelikle, Türkiye ve Katar’ın işbirliği alanları “entegre su kaynakları yönetimi, su tesisleri yönetimi, kıyı ve geçiş suları yönetimi” olarak sınıflandırılmıştır.

Bu Anlaşma ile Katar sadece yer altı ve yer üstü su kaynaklarımızı değil, bu kaynakların gıda güvenliği ile ilişkilerini ve kıyı ve geçiş sularını da yönetmek konusunda yetkilere sahip olmuştur. Mutabakatta yer alan “Müşteri” ifadesi, yer altı ve yer üstü su kaynaklarının ticarileştirilmesi konusunda hiçbir muğlâklığa yer bırakmamaktadır. 

Sonuç yerine;

Sadece geçtiğimiz Mart ayında yaşanan bu gelişmeler açıkça göstermektedir ki, Kanal İstanbul hiç bir kamu yararı içermeyen bir gayrimenkul ve rant projesi olduğu gibi, kentin ve bölgenin yaşam haklarını gasp eden, halka ilave yaşam maliyetleri yükleyen, onları mülksüzleştiren bir eko-kırım projedir. Başlanması halinde, telafisi imkânsız sonuçlar ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bir kent ve bir ülke, inatla değil, bilimle ve hukukla yönetilir. Aksi takdirde, ortaya çıkacak tüm bu maliyetler, halkın omuzlarına yüzlerce yıllık borçlar ve ekolojik tahribatlar bırakacaktır.

[i] TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi

Abone olmak için tıkla

Comments are closed.

0 %