Gündem

İstanbul Barosu Genel Kurula Giderken…

Pandemi nedeniyle zamanında yapılamayan ve “pandemi önlemleri” öne sürülerek sürekli ertelen Baro Genel Kurullarının çoğu geçtiğimiz günlerde yapıldı. Dünyanın sayılı büyük barolarından olan İstanbul Barosu’nun Genel Kurulu ise 16/17 Ekim günlerinde toplanacak.

Avukatlık mesleğinin sorunları oldukça fazla. Bir yandan artık tamamen kontrolden çıkmış bir şekilde açılan hukuk fakülteleri diğer yandan bu fakültelerden mezun olan hukukçuların karşılaştıkları sorunlar. İşsizlik, işçileşme, yüksek giderler vb. Tüm bunların yanında, mesleğin yürütülmesi sırasında ne yazık ki hayatını kaybeden avukatların da bulunduğu saldırılar… Kuşkusuz sorunlar çok daha fazla. Avukatlar ve örgütleri bu sorunları, çözüm önerilerini çeşitli platformlarda tartışıyorlar. Yeni Ülke dergisi olarak yaşanan sorunların başka bir boyutuna ilişkin sorularımızı İstanbul’da faaliyet yürüten hukuk gruplarına ve örgütlerine yönelttik. Görüşlerini ileten grup ve örgütlerin yanıtlarını paylaşıyoruz.

 

Sorularımız

  1. Anayasa’nın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti’ni, “insan haklarına saygılı” “demokratik, laik ve sosyal” bir hukuk devleti olarak tanımlar. Son yıllarda bu maddenin ihlaline yönelik çokça örnek verilebilir. Sanırım örneklere yetişmekte mümkün değil. En güncel olanı siyasi iktidarın ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın laiklik karşıtı açıklama ve uygulamalarının art arda yükselmiş olması. Tabi, maddenin ihlali yalnızca laikliğe yönelik değil. Madde bir bütün olarak, içerdiği tüm kavramlarla birlikte ihlal edilmekte. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
  2. Uzunca bir süredir ülkede hiç kimsenin, hiçbir kurumun hukuk güvenliği kalmamış durumda. Hatta değil yurttaşların, hâkim ve savcıların dahi hukuk güvenliği kalmadığından bahsedebiliriz. Kararlarında hukuki güvenlik ve belirlilik ilkelerini hukuk devletinin önkoşulu olarak ifade edenAnayasa Mahkemesi’nin bu değerlendirmesini dikkate aldığımızda da sanırım kuralsızlığın en çıplak hali ile kural haline geldiğini söyleyebiliriz. Esasen, uzunca bir süredir bu ülkede hep olagelen “hukuk dışılık” ötesinde bir noktadayız. Böylesi bir tabloya karşı hukuk yapıları sizce ne yapmalıdır? Bu başlığa dair somut önerileriniz var mıdır?

 

***

Ata Yazıcıoğlu

Çağdaş Avukatlar Grubu İstanbul Barosu Başkan Adayı 

1. Soruda da ifade edilmiş olduğu üzere, “Anayasa’nın 2. maddesi içerdiği tüm kavramlarla (demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti) birlikte ihlal edilmektedir ve bu ihlallerin örneklerine yetişmek mümkün değildir.” Ama buna bir ek yapmamız gerekiyor. Örneklerine yetişmemiz gerekli de değildir. Bu bahiste tartışmayı örnekler ya da ispatlar üzerinden sürdürmek nafile bir çaba ve zaman israfı olurdu. Maruf olanın ispatı gerekmez!

“İçerdiği tüm kavramlarla birlikte ihlal edilen” Anayasa’nın 2. maddesi, anayasal devletin de “özüdür” esasen. Dolayısıyla, buradan çıkarılacak ara sonuç, şeklen bir anayasaya sahip olsak da anayasal bir devlet/rejim olmadığımız gerçeğidir. Ne demokrasiden, ne laiklikten, ne sosyal devletten, ne de hukuk devletinden bahsedebilmek mümkün değildir.

Adına ister “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, ister KHK ile yönetilen “sürekli olağanüstü hal” denilsin, 2017 yılı Anayasa referandumu ile geçilen tüm iktidarın tek elde toplandığı “yeni bir rejim”dir. Yeni rejim, buna Saray rejimi de diyebiliriz, denge denetleme mekanizmalarının olmadığı, devlet yönetiminde hiçbir hukuki norma bağlı olmaksızın hareket edebilme ayrıcalığına sahip olunan, demokrasinin imha edildiği, hukukun şeklen dahi uygulanmadığı, kararname ve genelgelerle yönetilen bir polis devletidir.

“Yurttaşlık Hukuku”nun yerini kast sistemi almıştır. Yurttaşlık siyasal iktidara “dost/düşman” üzerinden tanımlanmakta ve dönemsel ihtiyaçlar doğrultusunda her an yeniden tarif edilmekte, “dost” için ayrı “düşman” için ayrı hukuk uygulanmaktadır. Hukuk devletinin yurttaşlara sağlamayı vaat ettiği kanuniliğin, öngörülebilirliğin, hukuk güvenliğinin ve yasalar önünde eşitliğin yerini ayrımcılık, imtiyaz, keyiflik ve cezasızlık almıştır.

Sorudaki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın açıklamaları özelinde laiklik meselesine yapılan vurgu ise bu konuya dair fazladan birkaç kelam daha etmemizi gerektiriyor. Bu tartışmadaki asıl sorun Erbaş’ın laiklik karşıtı açıklamaları değildir öncelikle. Tartışmayı, Erbaş’ın açıklamalarını önceleyerek ve yalnızca bunun üzerinden yürütmek, esasen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendisini sorgulamaktan bizi uzaklaştırır. Oysa bu tartışma özelinde, asıl sorun Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bizatihi kendisidir.

Laiklik tüm düşünce ve inançtan insanların barış içinde birlikte ve bir arada ortak bir yaşam sürmesinin ve demokrasinin temel güvencesidir. Bu yüzdendir laik bir devlet tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız mesafede olmalıdır. Din devletin, devlet dinin işlerine karışmamalı, siyasal ve toplumsal düzen din ve devlet ayrılığı ilkesine dayanmalıdır.

Din ve vicdan özgürlüğünden yana olmak bireysel özgürlüklere ve kamu düzenine yönelik zor, baskı ve tehdit olmamak kaydıyla din eğitimin ve kurumsallaşmasının inananlara ve örgütlerine bırakılmasını gerektirir. Devlet yalnızca mali ve hukuki konularda denetim görevini yerine getirmelidir.

Mevcut haliyle Diyanet İşleri Başkanlığı ise kamusal, toplumsal ve siyasal yaşamın merkezine alınarak otoriter/totaliter karaktere bürünen devletin elindeki denetim araçlarından birisi olarak rol oynamaktadır. Laikliğe yönelik açık bir tehdit olduğu tartışmasızdır. Dolayısıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılarak bütçesinin adalet, eğitim ve sağlık için harcanması ülke yararına olabilecek en yararlı işlerden birisi olacaktır.

Başa dönecek olursak; Saray iktidarının tüm hamlelerine rağmen inşa etmek istediği “yeni rejimi” kurumsal ve kalıcı hale getiremediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte, kat ettiği yol itibarıyla “Eski Türkiye”ye dönüşün ya da var olanı korumaya çalışmanın yollarının kapalı olduğunu da eklememiz gerekir. Yalnızca yargının ve savunmanın bağımsızlığını savunmak, avukatın saygınlığını korumak için dahi, demokratik, laik, sosyal, özgürlükçü, eşitlikçi yeni bir ülkeyi ve bunun kurumlarını inşa etmekten başka bir seçenek önümüzde bulunmuyor.

 

2. Hannah Arendt, “Gücü sınırlayan yasa değil karşı güçtür” der. Arendt’in bu sözünü kerteriz olarak alırsak keyfiliğe ve hukuk dışılığa karşı mücadelenin yalnızca “yasalcı” bir çerçeve içinde kalınarak verilemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Hukuk mücadelesinin yalnızca hukuk içinde kalarak verilemeyeceğine dair Türkiye’nin de tarafı olduğu uluslararası bir “metin” de var elimizde üstelik. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insan haklarının hukuk tarafından korunmadığı bir yerde “zorbalık ve baskıya karşı başkaldırının” (sivil itaatsizlik) bir hak olduğunu söyler. Dolayısıyla, sivil itaatsizlik de hukuk mücadelesine içkindir, hukuk devleti ve temel hak ve özgürlükler mücadelesinin bir parçasıdır.

Yasal mevzileri savunmak başka keyfiliğin ve hukuk dışılığın hüküm sürdüğü bir rejim altına yasalcı bir çerçeveye hapsolmak ise başkadır. Baskıya ve zorbalığa karşı meşru ve fili demokratik yollarla kitlesel direnme pratiği, 12 Eylül’ün karanlık günlerinde Sıkıyönetim Komutanlığı’nın İstanbul Barosu’nun kapısına vurduğu mührün sökülüp atılması örneğinde olduğu üzere, evrensel bir haktır.

Hukuk kurumlarının ve yurttaşların, Evrensel Bildirge’deki haklardan daha geriye düşmesi beklenmemelidir. Hukuksuzluklara karşı mücadele yalnızca duruşma salonlarına hapsedilerek, “yasalcı” bir çerçevenin ve bağımsız olmadığı izahtan vareste olan yargı içinde kalınarak verilemez.

Bu nedenledir ki, barolar ve hukuk kurumları polis devletine, hukuk dışılığa ve keyfiliğe karşı demokrasi, özgürlük, hukuk devleti mücadelesinin öznesi olarak rol üstlenmeli, toplumsal mücadelede bir adım daha öne çıkmaya cesaret edebilmelidir. Aksi halde daha da geriye çekilerek savunmanın bağımsızlığını, özgürlüğünü ve avukatın itibarını tümüyle kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacağız.

 

***

Gökhan Ahi

Avukat Hakları Grubu İstanbul Barosu Başkan Adayı

 1. Aslında sorun ya da sorun olarak görülen şey, siyasi iktidarların (ki bunu sadece bu iktidarın suçu olarak gösteremeyiz) ülkenin kodlarında olduğunu iddia ettikleri muhafazakâr kesime şirin gözükmek ya da onların oylarını almak için uyguladıkları siyasi taktiklerde yatıyor. Çünkü, bir kanun maddesi hatta Anayasa maddesi her zaman günlük pratik eliyle hayat bulur. Mesela, ceza kanunlarında bir suçun alt ve üst ceza sınırı olur. Bu aslında yargılamayı yapan mahkemeye, her olayın kendi özelinde bir takdir yetkisi verir. Ancak bu takdir yetkisi kanunla sınırlanan çerçevede sınırsız olduğu kadar dosya özelinde de bir o kadar sınırlıdır. Çünkü hâkim dosyayı incelemeli, delilleri taraf gözetmeden serbestçe incelemeli, vicdani kanaatiyle karar vermelidir. “Kanun bunu demiş el mahkûm” dememelidir. Anayasa veya toplum düzenine ilişkin maddeler de bu anlamıyla canlıdır. Bir tarafta Anayasa madde 2 üst bir norm belirlerken altta kanun yönetmelik ve tebliğlerle yani alt ince düzenlemelerle o madde yorumlanabiliyor. Diyanet İşleri Başkanlığının da uyguladığı metot bu düzenlemeler gibi oluyor. Nereden baktığınıza bağlı biraz da. Düşünürseniz, Diyanet’in varlık sebebi toplumdaki dini hassasiyetleri gözetmek, düzgün bir bilgilendirme geçmek. Ancak Diyanet bizde her gün biraz daha siyasallaşan hatta bir tek inanç grubuna bağlı bir Başkanlık haline geliyor. Diyanet’i ya da dini hassasiyetleri ilk kullanan bu iktidar değil ki. Her gelen bir şekilde oradan nemalanmaya çalışmıştı, ileride de çalışacak. Şimdi gözümüze daha çok girmeye başladı en önemlisi her gün bir açıklama, bir haber ile kendini hatırlatıyor.

Muhafazakâr kesime, Laiklik siyaseten bir öcü gibi tanıtılıyor. Laikler gelirse, baskılayacak, siz camilere bile gidemeyecek hale geleceksiniz şeklinde fantezi satılıyor. Aslında Laiklik temelinde dindarları da koruyor. Çünkü cidden bir gün şartlar değişse din özgürlüğü aynı şekilde korunmak istenecek ve bugün dindar kesimle arasına derin çizgiler çektirilen kesim onların da hassasiyetleri için mücadele edecek. Aslında bu zaten pratikte oldu. 28 Şubat döneminde başörtüsü ile okullara öğrencilerin alınmadığı dönem o gençlerin yanında sol düşünceden insanlar vardı. Hoş ilginçtir o günün mağdurları şimdinin muktedirleri olup, o gün kendileri ile omuz omuza mücadele eden arkadaşlarını yok sayıyor ama bu da ülkemizin makus talihi sanırım.

İktidar bloğu kendini sıkışmış hissettikçe bu yola daha çok başvuracaktır. Çünkü ilahi olan kavramlar sorgulanmaz. Bir felaket olduğunda bunun ilahi bir mesaj olduğu inanışı, sorgulamayı, sorumlu aramayı da engeller. Diyanet bu anlamda iktidara sadece omuz vermiyor ayrıca bir bariyer de oluşturuyor. Ve dikkat edin istediği an gündemi de değiştirip hatta muhalif blok karşısına bir taraf olarak çıkabiliyor. Oyuna yeni taze oyuncu sokuluyor. Bu haliyle artık bir toplumsal başkanlık değil bir partinin siyasi sözcüsü gibi davranabiliyor. Bu aslında Laiklik maddesinin ya da onun uygulanışının da sorunu değil. Bu tamamen yorum sorunu. Bugün böyle yorumlayıp böyle uygun görebiliyorlar yoksa madde hep aynı madde.

Şöyle de bakabiliriz, halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik suçu şeklinde düzenlenen ve Ceza Kanununda 216 maddede kendine yer bulan o meşhur madde genelde hep diyanetin etki alanına giren kısım için uygulanıyor ama başka düşünce veya inanç grupları için bir anda sınırsız eleştiri ve ifade özgürlüğü hatırlanıyor. Adeta Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanıyor. Hatta şu anda bu sözleri söylerken bile acaba 216’yı ihlal ediyor muyumdur bazı savcılarımıza göre, düşünmeden edemiyorum. Kısaca bir avukat olarak benim bile kafama bir 216 yerleştirmeyi başarıyorlar. Bu maddenin konuluş amacını düşünün şimdi de kullanılış amacını. Kısacası, başta belirttiğim gibi sorun maddenin içeriği kendisi ya da yazıldığı hali değil. Çünkü genelde Laiklik konusu açıldı mı devamlı maddenin yazılı hali tartışılıyor. Ülkemizin tarihinden gelen endişeler olmasa belki öyle bir maddeye bile ihtiyaç olmayacaktı. Bir maddenin olması demek zaten o konuda toplumsal bir sorun sıkıntı olması demektir. Ve siyasi alan için bu tartışma her zaman canlıdır, güzeldir, alıcısı da boldur. Satıcısı için de çok bilgiye gerek yoktur.

2. Hukuk güvenliği ve belirlilik, ne yazık ki 2007’den bu yana gittikçe azalıyor, yargıya duyulan güven ise son anketlere göre yüzde 18’lere kadar geriledi. Yargıdaki kadrolaşma, aslında Türkiye’nin çok eski bir meselesi, 1950’lerden bu yana yargıda kadrolaşma devam ediyor. 2010 Anayasa değişikliği ile Hâkimler Savcılar Kurulu ile Anayasa Mahkemesinin; 2017 yılında Hâkimler Savcılar Kurulu yapısının tekrar değişmesi, buna paralel olarak yüksek mahkeme başkanlarının siyasal iktidar ile yakın temasta olmaktan kaçınmaması, hâkim ve savcı adaylarına uygulanan mülakat sistemindeki adaletsizlikler, hâkimlerin anayasal teminatı olmasına rağmen terfi ve atamalarda liyakate göre uygun davranılmaması gibi birçok uygulama, ne yazık ki yargıyı yürütmeye bağlı hale getirdi. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, uygulansa bile hemen yeni soruşturmaların icat edilmesi, yargıdaki hiyerarşiyi alt üst etmekle kalmadı, ekonominin de dolaylı olarak etkilenmesine yol açtı.

Demin Laiklik ve siyaset ilişkisine dair bahsettiğim tüm hususlar hukuk için de geçerli. Hatta o kısımdan laiklik belirlemesini çıkarın hukuk falan koyun iş görür. Laiklik nasıl siyasi arenada hep satan bir tartışma konusu ise, hukuk da her zaman kullanışlı bir sopa oluyor ve yine sizin de bahsettiğiniz gibi bu dönemin sorunu değil. Ancak hukukta eleştirdiğimiz her durumun bir dengesi olurdu. Mesela mahkemeler, tarafı devlet olan davalarda her zaman korumacı olurdu ama bunun için talimat almalarına gerek yoktu. Hukukun kendi işleyişi içinde bu görülürdü. Bu sebeple hakimler mesela avukatlara daha ölçülü saygılı yaklaşırdı. Kararlar yine yanlış hatalı ve taraflı çıkabilirdi ama ifrata kaçılmazdı. Şimdi ise nerdeyse “adımını sağ ile at sonra sol böyle yürü” şeklinde talimat almadan iş yapamayanlar var bu çok çok kötü. Karşımızda hukuk tartışacak bir muhatap bulamıyoruz. Durup durup “12 Eylülcülerin bile aklına gelmemişti bu” denilen durumlar bu sebeple çıkıyor. Yoksa 12 Eylül askeri cuntası döneminde sıkıştırılmış bir dönemdeki yoğun hak ihlalleri ile bu dönemi kıyaslamaya haddimiz olamaz ama o yoğun dönem yerine şimdi tabana yayılmış uzun soluklu bir dönem var ve oldubitti olamıyor, her gün ama her gün hayatımızın her alanında bir hukuksuzluk hâkim. Bu “Pandora’nın Kutusu” bir kere açıldı sonra yine açıldı her gelen kendine daha çok açtı kimse de kapamak istemiyor. Her yeni gelen bir öncekinden öğrene öğrene “ben daha kötüsünü yaparım” yarışına girmiş durumda. Ergenekon-Balyoz gibi hukuk garabeti olan, usul hükümlerinin hiçe sayıldığı yargılamalar sonrası bir ışık yandı beyinlerde. “Neden bizler de yapmayalım” dendi ve geldik bugünlere.

Laiklik nasıl bir gün onu yok etmek isteyenler için bir ihtiyaç olacaksa hukuk da aynı şekilde bir gün herkese lazım olacak ancak biz daha bunu toplumun en kılcal damarlarına anlatamamışız. Hukukun, ekmek gibi, su gibi, nefes gibi bir ihtiyaç olduğu toplumumuzda bir karşılık bulmuyor. Ne zaman bir kişi haksızlığa uğrasa o zaman hukuku hatırlıyor. Ama komşusu haksızlığa, hukuksuzluğa uğradığında ise o kişi için önemli bir mesele olmadığı gibi “siz de çok abartıyorsunuz yahu” diyebiliyor.

O yüzden aslında toplumsal bir renovasyon, bunun da es geçilmemesi lazım. Bugün bu yenileşmenin temeline hep ekonomi oturtulur. İşte ekonomik güç denilir, bunu sağlamak lazım denilir ancak bunun tek yolu hukuktan geçer. Çünkü, dünyada sermaye öcü hali ve yıkıcılığı hariç, ayrıca hukuki güvenlik ister. Her gün değişen kurallarla, oyunun ortasında bir anda saha zemini ayakları altından çekilecekken yatırım gelmez. Kimse buna cesaret edemez. Bakın, son 19 yılda Kamu İhale Kanunu tam 192 kez değişmişti. Bu korkunç bir sayı. Düşünsenize, siz yatırım yapacaksınız ihaleye girmek istiyorsunuz ama bir anda tüm yaptığınız hazırlık boşa gidecek. Birileri size “korkma hallederiz” demedikçe siz nasıl cesaret edebilirsiniz? Ya da o “korkma” diyenler size nasıl bir garanti veriyor, siz onlara ne veriyorsunuz. Anında hukuksuzluğun dibini bulduk. Bunu sorguladığınız anda da başka bir hukuksuzluk karşınıza çıkıyor ve sizi sopalamaya başlıyor. O zaman kimse kendini güvende hissedemez ki. Hatta hukuku bozan onla oynayanlar bile kendilerini güvende hissedemez. Son 10-20 yılda defalarca bunu gördük. Kısaca bozduğun kantar gün gelir tartar.

Belki, toplumu hukukla barıştırma, ihtiyacı gösterme önerisi istediğiniz somut öneri değil ancak belki de yapılması gereken yegâne şey buydu. Hiç yapılmadı, kimse istemedi, kimsenin işine gelmedi. Hukuk ancak somut hayat pratiği olarak başınıza bir iş geldiğinde akla gelen bir şey oldu. Vatandaş için hukuk sadece adliye demekti, dilekçe yazdırmaktı. Onun dışında kafasını kaldırıp da bakmadı. Kendi özeli dışındaki her şey vatandaş için “siyasetin konusu” olmuştu. Bugün de siyaset buna uğraşıyor, her şeyi siyasetin malzemesi yapıyor, tartışma alanı yapıyor ve kendine göre yontuyor. Bir anda hukuksuzluğu savunabilen bir hale bürünüyor. Birileri çıkıp yüksek mahkeme kararını tanımıyor. O karar başka birilerinin talimatıdır diyor. Ağır Ceza Mahkemesi de oradan güç alıp o da kararı uygulamıyor. Politize vatandaş da tüm bu hukuk çiğneme hareketlerinin iyi şeyler olduğunu, milletin korunduğuna kendini inandırıyor. İster istemez günlük politik dil yüzünden biz bile kendimizi holiganlaşmış, kutuplaşmış ve karşı kutba karşı hukuksuzluğu destekler halde buluyoruz bazen kendimizi. Bizleri bile bu bilinmezliğe ve karanlığa sürükleme çabası var. Kimi zaman hukukçuların bile bu dili kullandığını görüyoruz. Mesela Sosyal Medya linçleri destekleniyor, isteniyor. Ama kimse, yaratılan bu durumun kendisine döneceğini düşünmüyor.

Sanırım birey birey başlaması gereken bu sorgulama olmalı. Yoksa siyaset orada bir etki alanı bulmuşken biz öneride bulunsak ne olur kanun önerileri yapsak ne olur. Karşımıza yorum çıktıkça bir maddeyi 10 sayfa yazmanızın bile bir sonucu olmaz.

 

***

Sezin Uçar

Özgürlükçü Demokrat Avukatlar Grubu İstanbul Barosu Başkan Adayı

1. Anayasa’nın 2. maddesi ve temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, diğer maddelerinin son yıllarda sadece kâğıt üzerinde kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle 2015 yılının Temmuz ayında kitle katliamlarıyla başlayan ve ardından başarısız darbe girişimi ortamı sonrası OHAL KHK’ları ile devam eden bu süreçte politik İslamcı rejim “başkanlık sitemi” tek adam diktatörlüğüne dönüşmüş oldu. OHAL yasalarının önemli bir kısmı kalıcılaştırıldı ve toplum bir bütün olarak faşizmin “hukuku ile yönetilmeye başlandı. Tüm eylem ve etkinlikler; valilik ve kaymakamlıkların almış oldukları kararlarla yasaklandı. Kamusal gücü kullanmaya yetkili pek çok kurum Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. Ve bu kurumların yönetimine Erdoğan’a yakın isimler getirildi. Aynı zamanda kadınların kazanımlarının gayrı meşru şekilde geri alınmasını da bu anlamda sayabiliriz. İstanbul sözleşmesinden kadınlara rağmen çıkılmış olması ve avukatların pek çoğunun karşı koyuşuna rağmen 7249 sayılı yasayla Avukatlık Kanunu’nda yapılan düzenlemelerle çoklu baro uygulamasına geçilmiş olması da demokratik bir hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamakta. Tüm bu rejimin yeniden restorasyonu sürecine karakterine veren olgulardan biri de hukukun doğrudan bu amaç için kullanılmış olması. HSK’nın kuruluş süreci, hakimlerin özellikle ceza yargılamalarında siyasal iktidardan bağımsız bir yargılama yapamıyor olmalarını gizleme gereği dahi duymaması bu duruma örnek olarak verilebilir.

Tüm bu haklar denkleminde yaşam hakkından da söz etmek gerekir elbette. İnsanların kaçırılıp kaybedilmek istenmesi, helikopterden atılmaları ya da Konya’da yaşandığı gibi doğrudan Kürt bir ailenin tüm üyelerinin katledilmesi bu hak bağlamında doğrudan ele alacağımız ve bu dönem bakımından öne çıkan yaşam hakkı ihlal örnekleri.

Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi laik bir ülke de değil. Laikliğin tanımı ve laiklik adına yapılan uygulamaların mutlak bir inanç özgürlüğünü sağlayamamış olmasının yarattığı anlayış farklılıkları bir yana siyasal iktidar inanç özgürlüğünü güvence altına almak bir yana, politik İslamcı bir temelde cinsiyetçilik ve heteroseksizm de üretmeye devam ediyor.

2. Hukuk güvenliği denilince akla AİHM kararlarına rağmen tahliye edilmeyen HDP milletvekilleri ve Osman Kavala ile Anayasa Mahkemesi tarafından verilen hak ihlalleri kararlarını uygulamayan yargıçlar geliyor. Yine ÇHD davasında yargılanan meslektaşların dosyasında ve birçok dosyada olduğu gibi tahliye kararı veren hâkimlerin görev yerlerinin değiştirilmesi ve yeni atanan heyetlerin tutuklama yönünde karar vermeleri hukuk güvenliği ilkesinin aslında kimseye güven vermediğinin bir göstergesi. Uzun süre yasada yer almamasına rağmen tahliye kararına karşı savcının itirazı gibi fiili bir müessese ortaya çıktı. Böylelikle iktidarın hoşuna gitmeyen tahliyelerin uygulanmadığını daha sonrasında ise bu fiili durumum yasalaştığı bilinen bir gerçek. Elbette biz özgürlükçü hukukçular olarak hukuk gibi bir üst yapı kurumunun ekonomik ilişkilerden, sermayenin ihtiyaçlarından ve dolayısı ile politikadan ayrı ele almıyoruz. Ama yaşadığımız dönem tüm bu genel yaklaşımlar bakımından da bir istisna. Formel anlamda dahi hukuka uymama, bunun sadece yönetenler ya da yargıçlar bakımından değil toplum tarafından da kanıksanmış olması önemli.

Urfa Suruç’ta adalet arayan Şenyaşar ailesinin dosyası, katledilen genç kadınlar Nadira Kadirova’nın ve Yeldana Kaharman’ın dosyası doğrudan AKP vekillerinin fail olduğu dosyalarda tek bir ilerleme sağlanamıyor.

ÖDAV olarak tüm baroların ve hukuk kurumlarının adalet arayan toplumsal kesimlerle daha etkin bir ilişki kurmaları ve bu kesimleri birleştirme konusunda kendilerine rol biçmeleri gerektiğini düşünüyoruz.

Aynı zamanda barolar, baroların ortadan kaldırılmak istenen toplumsal misyonu ve avukatlık mesleğindeki dönüşümü konusunda -palyatif önlemler dışında- sorunun kaynağını ortadan kaldırmaya yönelik yapısal çözümler için daha fazla sorumluluk almaları gerekmektedir.

Tüm bu anlattığımız dönemde başta avukatlar olmak üzere hak mücadelesi yürütenler üzerinde çok önemli tehditler oluştu. Gözaltılar, davalar, cezalar, duruşma salonundan atılmalar, savunmanın sayısız biçimde sınırlandırılması vs. Bunları hakkıyla ele alacak ve topluma cesaret verici bir karşı koyuşu mutlaka sağlayacak politikalar geliştirilmesi gerekmektedir.

 

***

 Selin Aksoy Duru

Avukatlar Sendikası Genel Başkanı

1. Sizin de belirttiğiniz gibi Türkiye’de artık hukuk devleti neredeyse Anayasa’nın 2. Maddesinde göstermelik olarak kalmış, gerçekliği yansıtmayan bir ilke. Yargı bağımsızlığının olmadığı, hukukun sermayenin çıkarları ve siyasi iktidarın ideolojik yönelimlerine göre belirlendiği bir ülkede uzun zamandır, hukuksuzluğun hukukun kendisi haline geldiğini söylüyoruz. Hukuk’un siyasi iktidar içindeki gruplaşmalara göre adliyelerde ayrıldığı, para dolu çantalarla adliyelerde açıktan dava dosyalarının bağlandığı ya da grupların birbirlerine karşı kullandıkları alan durumuna gelmiş durumda. Bu durumun yolu her ne kadar daha geriden başlatılabilirse bile bir milat olarak 2010 Anayasa Referandumundan başlayarak, 17- 25 Aralık operasyonlarına, HSYK seçimleri ve HSK’ya dönüşümü ve sonrasında da 15 Temmuz darbe teşebbüsü; AKP iktidarının yargı alanında çoğu ilkeyi en temelinde yargı bağımsızlığını yıkıcı, kendi siyasal ideolojisini yerleştirmesi bakımından kurucu olarak kullandığı süreçler olmuştur. Bu süreçlerde bir takım taraflaşmalara göre yeterli direnç gösterilmemesi de hukuk alanının bu hale gelmesinin nedenlerinden biri sayılabilir. Özellikle 15 Temmuz sonrası dönemde “devletin bekası” söylemi üzerinden hukuk kurumlarının bileşenlerinin neredeyse tamamının hukuksuzluğu görmezden gelip, durumu olağanlaştırmaları bu tehlikeli süreci pekiştirmiştir.

Gelinen noktada hukuk devleti ilkesi yerine artık “şahsım devleti” ilkesi geçerli. Bunun da yalnızca cumhurbaşkanı değil, “bana göre suç” diyen İçişleri Bakanı tarafından da, şimdilerde adeta şeyhülislam gibi hareket eden Diyanet İşleri Başkanı tarafından da uygulandığını görüyoruz. Ancak unutulmaması gereken bir husus ise herkesin bir gün hukuka ihtiyacı olacağıdır. Bugün üzerinde tepindikleri ve uygulamadıkları hukuk sistemi, yarın ona zarar verenlerinde ihtiyacı olacağı sistem olmasıdır. Hukuk devleti olmaktan çıkan cumhuriyetin en önemli kazanımlarından ve kurucu unsurlarından olan “laiklik” başlığı ise yönetme krizi içerisinde olan siyasi iktidar ile toplumun karşı karşıya geldiği son raunt gibi görünüyor. Laiklik ilkesi siyasi iktidar sahiplerinin ve gerici bir düzenin özlemi içinde olanların propaganda ettikleri gibi “elitist” kurucuların değil, çağdaş bir yaşamın temel ilkesi olması açısından önemlidir. Bu yönüyle bu raunt Türkiye toplumu için hayati bir önem taşımaktadır. Cumhuriyet’in tasfiyesinin nasıl geri dönüşü yoksa laiklik ilkesinin topyekûn kaldırılmasının da geri dönüşü olamayacağının farkında olmalı, buna karşı da bütünlüklü bir mücadele vermeliyiz. Ancak bir AKP ritüeli olarak daha önce propaganda ettiği YÖK’ü kaldırmak, 1982 Anayasasını değiştirmek gibi şimdiye kadar yapmadığı ama ele geçirdikçe içini boşlatıp, kendine göre tanımladığı ve uyguladığı başlıklar nasılsa, laik başlığında gelişmelerinde bu şekilde olma ihtimali mevcuttur. Geçen günlerde AKP sözcüsü kendi eski milletvekillerinin önerisine karşı laikliği anayasadan çıkarma gündemimiz yok diye açıklama yapsa da, şu bilinmelidir ki laikliği tarihsel bağlamından ve bu bağlamla birlikte gelişen anlamından kopararak kullanacaklar ve işleteceklerdir. Yargıda, bürokraside ve güvenlik kurumları içerisinde laiklik ilkesine aykırı olarak türbanlı personelin bulunması, bunun inanç hürriyeti olarak sunulması, laikliğin inanç hürriyetinin teminatı olarak sunulması, taktiklerinin nasıl olduğunu göstermektedir.

2. Evet az önce de belirttiğimiz gibi, her siyasi iktidar gibi AKP iktidarı da hukuku bir araç olarak kullanıyor. Ancak şu belirtilmelidir ki AKP döneminde bu durum artık bir silah olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bunda hukukun kendisinin bizatihi politik süreçlerden bağımsız olmamasının da büyük payı var. Bugün, yargı içinde örgütlenen cemaatler, başka cemaatler ile yer değiştirmiştir. Bu anlamda artık Türkiye’de uzunca bir süredir “hukuk güvenliği”nden bahsedilebilir değildir. Farklı yerlerdeki yapı ve odaklara bağlı olan ve onların değer, kural ve yargıları ile hareket edenlerin geniş alanlar kaplamaya başladığı hukuk sisteminde hukuk güvenliğinden kesinlikle bahsedemeyiz. Hukuk kurumları içerisindeki tarikat, cemaat, dergâh mensup ve destekçilerinin bu alandan çıkarılmadığı takdirde hukukun, hukuk güvenliğinin, adil yargılamanın olmayacağını da bilmemiz gerekmektedir. Kararların hukuka uygun veya yargılamaların adil olması, hukuk güvenliğinin dahi olmadığı bir ortamda tali talepler haline gelmiştir. Türkiye toplumunun “adalet” beklentisinin bugün cemaatler tarafından kuşatılmış bir yargı tarafından karşılanması mümkün değildir. Biz Avukatlar Sendikası olarak tüzüğümüzde, meslektaşlarımızın sosyal ve ekonomik çıkarları için mücadele etmemizin yanında, böyle bir ortamın yaratılabilmesi için hukuk devletinin varlığını, geliştirilmesini ve sürekliliğini, hukukun üstünlüğü, etkinliği ve egemenliğini, bunların sağlanacağı ortamın da varlığı için, Cumhuriyet ilke ve değerlerini, laik, demokratik, milletiyle bölünmez, sosyal bir hukuk devleti niteliklerine sahip olmasının vazgeçilmezliğini savunduğumuzu belirtiyoruz. Bu nedenle yargının tüm bileşenlerinin herhangi bir cemaat altında değil, Bağımsız ve Laik bir Cumhuriyetin eşitlik sunan iddiası çerçevesinde örgütlenmesi gerekmektedir.

 

***

Nazım Tural 

Avukat Hareketi Yürütme Kurulu Üyesi

Laik Sistem Ciddi Tehdit Altında Bulunmakta.

Laiklik ilkesini temel alan Cumhuriyet’in, Osmanlı’dan devralınan İslami cemaatler ve örgütleri denetim altına tutmasına karşı, İslami hareketin yıllar içinde laik sisteme karşı giderek büyüyen politik hareket haline dönüşmesi ve cumhuriyet değerleri ile hesaplaşma hedefi bu İslami hareketin temel hedefini ve itici gücünü oluşturmaktadır. Cumhuriyet döneminin ideolojik ve politik çıkmazları, muhafazakâr kitleleri saflarına katamaması, İslami akımları güçlendirmiş, önünü açmış bulunmaktadır. Ülkemizdeki İslami hareketin ilk amacının Cumhuriyet ve laiklikle hesaplaşma olması nedeniyle; cumhuriyet devrimleri, aydınlanma ve laik değerleri gözden düşüren tarih yazımı ve politikaları uzun yıllardır uygulamaya koyulmuş bulunmaktadır.

Günümüz iktidarı İslami hareket, güçlenmiş ve Cumhuriyet ilke ve değerlerini aşındırma, “otoriter, Siyasi İslam”a geçiş ve toplumu bu yönde dönüştürme yönünde önemli ölçüde yol almış bulunmaktadır. Öncelikle, eğitim kurumlarını yeniden dizayn ederek, İslami cemaatler, Milli Eğitim ve Diyanet İşleri Başkanlığı işbirliği ile toplumun İslam temelli bir yaşam tarzı ve dünya görüşüne göre yetiştirilmesi, İslam’ı referans alan yeni bir ulus kimliği oluşturulması ve “ulus/millet” kavramı yerine “ümmet” kavramının benimsetilmesi amaçlanmaktadır.

Bu yönde önemli yol alan iktidar mensupları ve yakınlarınca Cumhuriyet değerleri ve laik devlete karşı saldırılarla birlikte, şeriat devleti talepleri yüksek sesle dile getirilmeye başlanmış;  anayasadan laiklik ilkesinin çıkarılması talepleriyle birlikte, laik sistem, iktidarın medya araçları ve sosyal medya aracılığıyla yüksek sesle eleştirilmeye başlanmıştır. Siyasal İslam’ın temsilcisi, otoriter iktidar, İslami değerleri siyasi iktidarını sürdürme amacıyla, politik söylem haline getirmiş bulunmakta, halkın inanç ve değerlerini istismar ederek, siyasi ranta dönüştürme aracı olarak kullanma yanında, İslami söylem ve değerler, iktidarın politik başarısızlıklar ve yolsuzluk iddialarını örtme amacıyla kullanılmakta, iktidar mensupları ve yakınlarının laiklik karşıtı, suç teşkil eden eylemleri hakkında, hiçbir kovuşturma yapılmamaktadır.

İktidarın siyasi İslam politikalarını yayma ve uygulamaya koymaya yönelik kampanyasında öne çıkan Diyanet İşleri Başkanlığı, protokol ve resmi törenlerde de öne çıkmakta, söylem ve yürüttüğü Kuran kursları ve gençlere yönelik eğitimleriyle, İslam’ın ülke politikaları ve günlük yaşamında hâkim olmasını savunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanı, 4-6 yaş grubu Kuran kurslarının da zorunlu eğitimden sayılması gibi, tartışmalı birçok sözlerinden sonra, “İnanç sokakta olmasın, mahallede olmasın, şehirde olmasın ve insanın içinde olsun gibi bir anlayış var. İnsan ile Allah arasında olsun, evine ve ticaretine, siyasetine, adaletine yansımasın diye ortalığı ayağa kaldırıyorlar.” sözleriyle; İslam’ın yaşamın tüm alanlarına müdahalesini savunmaktadır. Ayrıca, adli yılın açılışı ve jandarma okulları mezuniyet törenin Diyanet Başkanı’nın dualarıyla başlaması, laik sistem ve yargı sistemi üzerindeki tehdidin ciddiyetini ortaya koymaktadır. Diğer yandan, Adalet Bakanlığı’nın AYM’ye gönderdiği yazılı savunmada, İslam’ı esas alarak, Eşcinsellik dinimizde haramdır. Dolaysıyla tutuklanmaları bir hak ihlali değildirifadesi de laik sistemden önemli bir sapma olarak bizler için uyarı olmalıdır.

 

Hukuk Devleti için demokrat ve laik güçlerin işbirliği gerekiyor.

Ülkemizde, kuvvetler ayrılığının fiilen kaldırıldığı, yargı dahil tüm güçlerin siyasi İslam’ın lideri olan tek kişinin elinde toplandığı, anayasanın ve hukuk devletinin fiilen askıya alındığı bir dönemin sıkıntıları yaşanmaktadır. Hukuk devletinden beklenen hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik, belirlilik gibi ilkelerin giderek kaybolduğu bu sistemde, yargı bağımsızlığı ve hâkim güvencesinin olmaması yanında, savunmanın güvenceleri de her geçen gün aşındırılmaktadır.

Laik hukuk devletinin yaşadığı bu tahribatla parti – devlet yapılanması olan iktidar, yargıyı muhalifleri cezalandırma aracı olarak kullanmakta,  son yıllarda yaşanan hukuk skandalları, siyasi iktidar ve yakınlarının karıştığı suç iddiaları ve ciddi yolsuzluk haberleri karşısında iktidar sessiz kalmakta, soruşturma dahi açılmamaktadır.

Hukuk alanında akademik kalitenin yükselmesi; hukuk fakültelerinin sayılarının azaltılması, öğrenci alımında özel puan uygulanması, genç avukatların istihdamı gibi köklü bir yargı reformunun gerektiği günümüzde; tüm yargıç ve savcıları kendine bağlamış olan iktidar tarafından savunma kuruluşları ve avukatların sesinin daha çok kısılarak, laik cumhuriyetin ve halkın hak ve özgürlüklerinin savunulması engellenmek istenmektedir.

Basın ve ifade özgürlüğünün baskı altında olduğu ülkemizde, iktidarın kontrolü altındaki yargılamalarla, iktidarın uygulamalarına itiraz eden herkes susturulmaya çalışılmaktadır. Akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum temsilcileri, öğrenciler, kadınlar, muhalifler,  yakınlarını kaybetmiş mağdurlar, çeşitli bahanelerle gözaltına alınabilmekte, tutuklanabilmektedir.

Bu kadar ağır hak ihlalleri yaşanırken, savunma susturulmaya çalışılmakta, saldırıya uğramakta, suçlu ilan edilmektedirler. Avukatların hâkimler tarafından azarlanmaları,  duruşmalardan çıkarılmaları olağan hale gelirken, siyasi davalarda müvekkillerini savunmaları örgüt suçu olarak gösterilmekte, bu nedenle yargılanabilmekte, hatta tutuklanabilmektedirler.

Ülkenin içinde bulunduğu durum, hukuksuzluğun tablosudur. Kişisel özgürlüklerimizin tehdit altında olduğu, adil yargılanmanın talep edilir hale getirildiği, kanunların yok sayıldığı, ‘ben yaptım oldu’culuğun kol gezdiği karanlık bir dönemdeyiz.

Biz savunmayı temsil eden avukatlar olarak cumhuriyeti; ilkelerini ve değerlerini savunmak zorundayız. Bunu yaparken sadece kanun yapılmasını sağlamaktan öte, hukuksuz düzenleme ve uygulamalara karşı da durmalıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; yargı yetkisi, millet adına usuller ve kanunlar çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır. (1929) Oysa bugün, ne mahkemelerin bağımsızlığından ne de usuller ve kanunlar çerçevesinde kullanılan bir yargı yetkisinden söz edebilmekteyiz. Ve biz avukatlar biliyoruz ki her şey kanun yapmaktan ibaret değildir. Aksine her şey o kanunları uygulamak ve uygulattırmaktan ibarettir. Uygulayan, yerine getiren, karar verenden daima daha kuvvetlidir. (1920) Bu nedenledir ki bizler tek tek, farklı zamanlarda sesimizi yükselterek değil, ancak hep birlikte ve aynı amaçla hareket ederek dönüşümü başlatabiliriz.

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasını, hukuk güvenliğinin yok edilmesini, yargının özelleştirilmesini kabul etmeyen; adaletten yana, hukuk devletini savunan hukukçular olarak;  siyasi İslam iktidarına karşı, demokrasi ve laik değerleri savunan;  başta barolar ve hukuk kurumları olmak üzere, demokratik, laik, sivil toplumun bir araya gelerek “demokrasi ve hukuk devleti için güç birliği” yapmaları zamanının geldiğini düşünmekteyiz.

Comments are closed.

0 %