Gündem

Grev hakkı mı dediniz?

Zafer Aydın

III. Murat’ın “Ziyade yevmiye talep edenlerin hakkından geline!”[1] diye ferman buyurduğu 1587’den bu tarafa memlekette, emekçinin hak talep etmesinden, hakları için eyleme geçmesinden zerrece haz edilmez. Bu nedenle işçilerin bireysel hakları konusunda görece eli açık davranılsa da kolektif olarak kullanılan sendika, grev, gösteri hakkı konusunda yasakçı, sınırlayıcı ve engelleyici bir tavır egemen olmuştur. İstisnaları olmakla beraber, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e emeğin taleplerine hak değil “güvenlik” sorunu olarak yaklaşıldı. Cumhuriyetin kurucu ideolojisi “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış toplum” üzerine bina edilince sınıfsal ilişkiler de kaçınılmaz olarak çatışmasızlık üzerine kuruldu. Devlet, bu alanı “uzlaşıyı” sağlayacak biçimde düzenledi. Çıkarılan yasalar, yapılan düzenlemeler bu perspektife uygun bir biçimde kotarıldı. Dolayısıyla sendika, toplu iş sözleşmesi haklarının tanındığı koşullarda bile grevin yasak ve sınırlamalarla olabildiğince “zararsız” hale getirilmesi amaçlandı.

Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950 seçimlerine kadar geçen dönemde iktidar olan CHP, işçilerin grev hakkını tanımadı. Dahası özel mülkiyeti ve sermayeyi geliştirme amacı taşıyan yeni rejimin bekası için grevi yasakladı. 1936 yılında çıkarılan İş Yasası’na grev yapan işçinin hapisle cezalandırılacağı hükmünü koydu. Yine 1947 yılında çıkarılan Sendikalar Kanunu’nun 7. maddesinde grevi teşvik ve teşebbüs halinde sendikanın kapatılabileceği ve grev yapanların cezalandırılacağı hükmü yer alıyordu.[2] Neredeyse işçilerin sendikalaşma hakkının kullanılması greve başvurmama koşuluna bağlı hale getirilmişti. Grev yasağı bir yanıyla sermaye birikimi için zorunluluk olarak görülüyordu. Bir yandan da oluşturulmaya çalışılan homojen toplum inşası için gereklilikti. Çünkü işçilerin birlikte kullandığı hakların önü açılsa, işçiler sınıf olarak davranmaya başlasa milliyetçilik ekseninde kurulmaya çalışılan toplumsal-siyasal düzeni ayakta tutmak mümkün olamazdı. Nitekim Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyes’in “Grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim”[3] sözü de bu çerçeve içinde anlam kazanmaktadır.

Sanayinin henüz gelişmediği, ücret karşılığında çalışanların oranının oldukça düşük, örgütlenme bilincinin zayıf olduğu koşullarda sınıfın olmadığını ve hak aramanın gereksiz hatta düşmanlık olduğunun kabul ettirilme çabası Demokrat Parti döneminde de benzer ve farklı gerekçeler altında sürdürüldü. 14 Mayıs 1950’de sandıktan çıkan Demokrat Parti, CHP karşısında sosyal taleplerin sözcüsü parti görüntüsü vermesine rağmen iktidarı döneminde grev yasağı ipine sarıldı. Demokrat Parti 1947’de Sendikalar Kanunu görüşülürken Meclis’te grev hakkını savunmasına ve Parti programında grev özgürlüğüne yer vermesine rağmen iktidar olduktan sonra bu yaklaşımından uzaklaştı. Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan gelişmekte olan sanayiyi korumak için grev hakkının tanınmasını erken bulduğundan bahisle grev yasağını savundu.[4]

1961 Anayasası’nın tanıdığı grev özgürlüğüne dayanarak 1963 yılında fiilen gerçekleştirilen Kavel grevinden sonra işçi sınıfının mücadelesi grev yasağı rejimini işlemez hale getirdi. 12 Eylül darbesinin ardından çıkarılan Anayasa ve yasalarda işçilerin grev hakkı sınırlama ve yasaklamalarla adı var kendi yok kâğıt üstünde bir hak haline getirildi. Buna rağmen işçilerin grev silahına başvurması sermayede ve devlette gözle görülür bir tedirginliğe yol açıyordu. Nihayet aradıkları kanı ’90’lı yıllarda buldular. Reel sosyalizmin çözülmesinin ardından estirilen “yeni” rüzgârlar, “yeni” kavramlarla grev hakkı baskılanmaya, işçiler için bu silahın kullanılmasının ne kadar gereksiz ve anlamsız olduğu anlatılmaya başlandı. Neoliberalizmin ideologları büyük bir incelik içinde kapitalist hegemonyayı yeniden tesis ederken sınıf ilişkilerinde çatışmasızlığı bu kez “sınıf öldü” kavramına dayanarak meşrulaştırma peşindelerdi.

İddiaya göre dünya değişmiş, bilimsel teknolojik devrim sayesinde işçi sınıfı, kimliğini, rolünü, misyonunu kaybetmiş, tarihin tozlu raflarındaki yerini almıştı. Sendikalar için yeni dönemde öngörülen rol de, çatışmanın değil, uzlaşının parçası olmasıydı. Zaten yeni dönemde piyasanın sihirli gücü sayesinde refah artacak, artan refahtan da herkes payına düşeni alacaktı. Dolayısıyla grev gibi arkaik silahları toprağa gömmenin vakti gelmişti.

Geride bıraktığımız 20 yılda, dile getirilen iddiaların, ileri sürülen gerekçelerin, değişim diye parlatılanların kapitalizmin kötülüklerini gizlemek ve meşrulaştırmak amaçlı birer yalan olduğu ortaya çıktı. Büyüyen sosyoekonomik eşitsizlikler, aşağıdakilerin aleyhine sürekli bozulan dengeler bunu gösterdi. Ne var ki bu ideolojik taarruzun, oluşturulan yeni liberal dilin ve kavramlar repertuarının zihinlerdeki tortuları kaybolmadı. Genel-İş’in CHP’li belediyelerde uyguladığı grevler karşısında kendine solcu ya da sosyal demokrat diyenlerin kullandığı dil, geliştirdikleri tavır liberalizme teslim olmuş zihinleri, düşünme kalıplarını görmemiz açısından oldukça öğreticiydi. Bir çırpıda ve tereddüt etmeden “ameleperver” maskelerinden sıyrılıp işçileri “şımarıklıkla” suçlayarak grevin karşısına geçtiler. Kerameti kedinden menkul bir kibir içinde işçiye ne kadar ücretin yetebileceğine karar verme hakkını kendilerinde görerek fazla para istiyorlar diye işçiyi suçladılar.

Büyükşehir Belediyesi kurumsal olarak, kimi CHP’liler de gönüllü olarak grev kırıcılığına soyundu. Merkezi hükümetle olan mesafeleri nedeniyle yasaklatamadıkları grevi, kırarak ortadan kaldırmaya niyet ettiler.

Greve karşı çıkanların bir kısmı “Bu bize yapılmaz” diyen mağdur edası içinde “Niye AKP’li belediyelerde grev olmadığı” sorguladılar. Bu serzeniş tamamen haksız değil, ama bu sorunun kendisi AKP’nin tesis ettiği vesayet altındaki sendikalardan benzer bir sendikal anlayış ve tutum beklentisi içinde olunduğuna işaret ediyor. Dolaylı olarak Belediye gibi politik kurumlarda yöneticiler “bizdense” orada sessizliğe gömülmek gerektiği anlatılıyor.

Basında, sosyal medyada grevin yol açtığı/açabileceği sorunlara işaret ederek ve işçilerin aslında çok ücret aldığından dem vurarak grev karşıtı bir pozisyon alınması yeni de değil, şaşırtıcı da. Havacılık işkolunda grev olur, “turizm baltalanıyor” diye bağırırlar. Metalde grev olur “sanayimiz zora giriyor, rekabet gücümüz engelleniyor” diye feryat ederler. Yani grevin uygulandığı işkolu, işyeri ya da işverenin kimliğinden bağımsız olarak grev istenmiyor. Grev piyasa koşullarını negatif olarak etkileyen, denge bozucu bir faktör olarak görülüyor. Çünkü bu zihniyet dünyasına sahip partilerin, aydınların, gazetecilerin hatta sendikacıların lügatinde “hak” diye bir kavram yok. İşçinin verilenle yetinmesi, işverenler, güç sahipleri neyi uygun görüyorsa onu kabul etmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bu yüzden grev yapan işçiyi kolaylıkla şımarık olmakla suçlayabiliyorlar. Bu yaklaşımlarıyla hak değil, sadaka eksenli bir toplumsal düzen, yaşam inşa etmek için çaba sarf eden AKP ile benzeşiyorlar. Bir başka ifadeyle işçi hakları söz konusu olduğunda hep birlikte otoriter- liberalizm çizgisinde buluşuyorlar. İşçiye duydukları muhabbet hak isteme sınırında bitiyor.

Hangi gerekçe ile yapılırsa yapılsın, hangi argüman kullanılırsa kullanılsın, işçinin grev hakkına karşı geliştirilen dil ve tavır sömürü düzeninin devamına hizmet eder. İş cinayetlerinin, güvencesiz, insan onuruna aykırı koşullarda ve düşük ücretler karşılığında çalıştırılmasının normalleştirilmesine yol açar. Bu nedenle işçinin grev hakkını savunmak sadece politik mücadeleyi değil, liberalizmin zihinleri teslim almış hegemonyasına karşı ideolojik mücadeleyi de gerekli kılmaktadır.

[1] Güzel, M. Ş. (1996), Türkiye’de İşçi Hareketi 1908-1984, Kaynak Yayınları, İstanbul, s.15.

[2] Makal, A. (2002), Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri:1946-1963, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, s. 258.

[3] Makal, A. (2007) Ameleden İşçiye Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Tarihi Çalışmaları, İletişim Yayınları, İstanbul, s.274.

[4] Makal, (2002), a.g.e, s.259-272.

Comments are closed.

0 %