Gündem

CHP, Cumhuriyet ve Sol

Gökmen KILIÇ

Geçtiğimiz günlerde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun sağ ve sol tanımlamalarının eskidiğine dair açıklamaları kimi tartışmaları beraberinde getirdi. ‘Sağ-sol yok artık demokrasiden yana olanlar ve olmayanlar var’ şeklinde özetlenebilecek açıklamalar geçmişten günümüze cumhuriyet ile solun ve bu bağlamda CHP’nin ilişkisini incelememizi gerekli kılıyor.
Türkiye’de düzen siyasetinin gerek muhalefet kanadı gerekse iktidar erki arasında hiçbir dönemde bir “Çin Seddi” bulunmadığını söyleyebiliriz. Buna karşılık 1946 yılında başlayan çok partili dönemle birlikte Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti (DP) arasındaki rekabetin sınıf içi dengelerdeki önemli bir dönüşümün sonucu olduğunu kabul etmek gerekiyor. DP’nin cumhuriyetin kurucu partisi olan CHP’nin içinden çıkmasının yalnızca şekilsel bir kopuşa denk düşmediği muhakkak. DP’nin 1950 seçimleriyle birlikte iktidara gelmesinde, o zamanda kadar CHP ve devlet eliyle gerçekleşen dönüşümlere, sermaye sınıfının doğrudan müdahale etmek istemesinin nesnel koşulları bulunuyor.

DP iktidarı, kuruluş döneminin ideolojik tutkalı olarak düşünebileceğimiz İttihat Terakki geleneğinden CHP’ye kadar olan dönemin kapatılması konusunda atılmış önemli bir adımdı. Bir kurucu parti olarak CHP’nin cumhuriyet fikrine temel oluşturan düşünsel kaynakları ile DP’nin varlık nedeninin aynı olmadığını baştan belirtmeliyiz. Ancak tüm farklılıklarına rağmen CHP ve DP arasındaki çelişkiler düzenin temelden sorgulanmasına dair bir kavganın ürünü değil, iki siyasi partinin varoluş dinamikleriyle açıklanabilir.

Cumhuriyetin ve CHP’nin varoluş dinamikleri, kendi kadrolarının bireysel olarak sola içkin olup olmamasından öte, cumhuriyetin varlık zeminini oluşturan dinamiklerle ilgilidir. Cumhuriyet, tarihsel bir ilerleme olarak kendi sınırlarında yaşayan herkese eşit yurttaşlık iddiasıyla yola çıkmıştır. Bu iddia her şeyden önce bir retorik olarak tüm yurttaşların kamusal hak ve imkânlardan eşit şekilde istifade edilebileceğinin açık ve net ilanıdır. Planlı ekonomi, laiklik, eğitim ve sağlık alanındaki dönüşümler, sosyal devlet, kadın hakları gibi başlıkların tümü bu iddianın yansımalarıdır.

Cumhuriyetin kuruluş aşamasında oluşturulan “karma ekonomi”nin henüz yeterince güçlenmemiş sermaye sınıfı açısından bir mecburiyet olduğunu ve devlet yatırımlarının sessizce desteklendiğini ayrıca not etmek gerekir. Ülkenin temel kurumlarının oluşturulması, altyapısının kurulması, ulusal sanayi hamlesi, eğitim ve sağlık alanındaki devlet yatırımları, ulaşım ve haberleşme ağının kurulması gibi sayabileceğimiz birçok yatırım devlet eliyle yapılmıştır. Özellikle 1923-1950 yıllarını kapsayan devletçi kalkınma dönemindeki ortalama ekonomik büyüme oranları cumhuriyet tarihinin hala en iyi büyüme rakamlarıdır. Bu dönemde, devlet yatırımlarında önce çıkan temel motivasyonun “kamu yararı” olduğunu söylemeliyiz. Sermaye sınıfı ise bu dönemi en az riski alacak şekilde geçiştirmek durumunda kalmıştır. Yıllar içinde gücünü artıran sermaye sınıfının ilk atılımı ise yaptığı yatırımlara değil, savaş yıllarında ortaya çıkan karaborsa ticaretine dayanmaktadır. Sonuç olarak sermaye sınıfı gelişimini serbest piyasanın temel içgüdüsü olan kâr üzerinden sürdürmüştür. DP iktidarı işte bu gelişmelerin bir sonucu olarak, planlı ekonominin yerine kaynakların sermayenin önceliklerine göre planlandığı yeni dönemin siyasi aktörü olarak sahneye çıkmıştır.

İronik olan ise bu sürecin kendisinin CHP’ye rağmen değil, CHP’nin içinden çıkardığı kadrolar eliyle yapılmasıdır. Bu açından düşünüldüğünde CHP, kurucusu olduğu cumhuriyeti kendi eliyle DP siyasetine teslim etmiş görünmektedir.

CHP’nin terk ettiği şey yalnızca iktidar gücü olmamış, aynı zamanda cumhuriyetin kazanımları da olmuştur. Buradan hareketle neyin kaybedildiğini daha kolay anlayabilmek için cumhuriyet ve sol kavramlarının önemini yeniden irdelemek faydalı olacaktır. Bilindiği gibi, 1789 Fransız İhtilali sonrası oluşturulan ulusal mecliste devrimci cumhuriyetçilerin solda, cumhuriyet karşıtı kralcıların ise sağda oturmasının önemli bir anlamı bulunuyor. Solun ilericilik ve yenilikle, sağın ise tutuculuk ve statükoculukla anılması tarihsel açıdan önemli bir kazanım olarak görülmelidir. Sırf bu nedenle bile, sol ve sağın eşitlenmesi ya da önemsiz hale getirilmesi bu farklılığın reddi anlamını taşımaktadır. Sol ile ilgili daha önemli olan ve genellikle gözden kaçırılan başka bir nokta ise eşitlik ilkesidir. Sol düşünce tüm insanların hak, fırsat ve olanak bakımından eşit olarak yaşayabileceğini savunmaktadır. Toplumsal eşitsizlikler adil bir bölüşüm ve planlanmayla ortadan kaldırılabilir ve insanlar arasında eşitlik sağlanabilir. Solun temel tezi buna dayanmaktadır.

Diğer yandan, sağ düşünce bunu reddeder. Sağ düşünceye göre tıpkı doğada olduğu gibi hiçbir şey eşit değildir; güçlü güçsüzü yok eder. Bu nedenle insanlar ya da ülkeler arasında da bir eşitlikten bahsedilemez veya bir eşitlik hedefi güdülemez. Güçlü zayıf, ezen ezilen ilişkileri sağ siyaset tarafından değişmez kabul edilmektedir.

İşte sol siyasetin temel olarak farklılığı bu eşitsizliğe temelden itirazında aranmalıdır. İnsanlığın gelişim düzeyi tabiattaki orman kanunlarıyla yaşamamızı zorunlu kılmadığı gibi, insanların kendileri arasındaki kuralları da yeniden düzenlemesine olanak sağlar.

Sıraladığımız nedenlerle, tüm çelişkilerine rağmen ilericilik, sol ve cumhuriyetle birlikte anılmak durumundadır. Türkiye sermaye sınıfının cumhuriyetle ve onun kazanımlarıyla olan hesaplaşması belirttiğimiz tüm ilerici değerlere olan düşmanlığıyla açıklanabilir. Diğer yandan, bir kurucu parti olan CHP’nin sermaye sınıfı ile kurduğu bağ, kurucusu olduğu cumhuriyetin kuruluş dinamikleriyle çelişmektedir. Bu çelişki, CHP’nin tarih içerisindeki siyasal pozisyonunu belirleyen, ona yön veren en temel faktör haline gelmektedir.

“Ortanın Solu” ve CHP

Kaldığımız yerden devam edecek olursak; 2. Dünya Savaşı’nın ardından çok partili sisteme hızla geçen Türkiye’de CHP’nin de iktidarı bir süre sonra kaybettiğini görüyoruz. 1950’den itibaren muhalefete düşen CHP ve genç cumhuriyet için yeni bir dönemin başladığını belirtmeliyiz. Diyebiliriz ki, 1950-1980 arası dönem cumhuriyet kazanımlarının ilk kez aşındırılmaya başlandığı ve kontrolün kaybedildiği yıllardır. Türkiye’nin, ABD’nin başlattığı Soğuk Savaş konseptinin bir parçası haline getirilerek NATO’ya alınması, Türk askerinin Kore’ye gönderilmesi, Türkiye’nin emperyalist sisteme ekonomik ve siyasal olarak dahil edilmesi bu dönemlere rastlamaktadır.
Muhalefette bulunan CHP için bu önemli bir kırılma anı olmuştur. Burada bir parantez açarak ilerlemek gerekiyor: Türkiye’nin emperyalizmle ilişikleri DP döneminde kurumsallaşmış olsa da bu yolun açılması CHP’nin iktidar olduğu yıllara dayanmaktadır. Savaş sonrası oluşturulan Marshall Planı ve Truman Doktrini’ne Türkiye çoktan dahil edilmiş durumdadır. CHP bu dönemi de kimi tartışmalarla geçirmiş, parti içerisindeki sağ ve sol kanatlar varlığını daha fazla hissettirmiştir.

1960’lı yıllara girildiğinde düzen içindeki kutuplaşma artarken 27 Mayıs’la birlikte DP iktidardan düşürülmüş, 1961 Anayasası kabul edilmiş ve CHP yeniden iktidara gelmiştir. CHP’nin karşısındaki yeni aktör ise DP’nin pozisyonunu dolduran Süleyman Demirel’in Adalet Partisi olmuştur.
Düzen siyasetinde taşlar yerinden oynarken, ‘’ortanın solu’’ söylemi ilk kez 1965 seçimlerinin hemen öncesinde CHP’nin siyasi yelpazedeki yerini ifade etmek isteyen İsmet İnönü tarafından kullanılmıştır. CHP’nin sol bir parti olarak vitrine çıkmasının dünyada ve Türkiye’de gelişen sol-sosyalist düşüncenin güçlenmesiyle doğrudan ilgisi bulunmaktadır. 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1965 seçimlerinde 15 milletvekili ile meclise girmesi Türkiye’de oluşan sol dalganın ne denli etkili olduğunu göstermektedir. TİP’in emekçi kitlelerle doğrudan kurduğu bağın CHP tarafından ‘’ortanın solu’’ açılımı ile dengelenmeye çalışıldığını ve bir alan kapma mücadelesine dönüştüğünü belirtmeliyiz.

1966’da Bülent Ecevit’in CHP Genel Sekreteri olmasının ardından “ortanın solu” söylemi CHP içerisinde daha fazla kurumsallaşarak yeni bir anlayışı ifade etmeye başladı. Ecevit ilerleyen yıllarda ‘’ortanın solu’’ndan “demokratik sol”a uzanan bir siyaset izleyecek ve 70’li yıllarda CHP’yi sandıktaki en güçlü parti haline getirecekti.

CHP Yönsüzlüğünü Aşabilir mi?

12 Eylül’den günümüze uzanan tasfiye süreciyle birlikte bugün artık 1923 cumhuriyetinden bahsetmek mümkün değildir. Gerek cumhuriyetin tasfiyesi gerek CHP’nin bugünkü siyasi pozisyonu ülkenin genel olarak sağa kayışına işaret etmektedir. Adını koyacak olursak; bugün sonuçlarını gördüğümüz süreç bir karşı devrim süreci olarak tespit edilmelidir. Sandık aritmetiği açısında hala önemli bir gücü elinde bulunduran, ancak siyasi serüveninde cumhuriyetin ilerici birikimlerinden “ortanın solu”na, oradan da “sağ-sol yoktur”a uzanan CHP’nin vitrininde kalan sol ve cumhuriyet kazanımlarını daha ne kadar taşıyacağı ise siyasetin konusudur.

Bugün Türkiye’de gerici ideoloji 19 Mayıs’ın yıl dönümünde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Damat Ferit’in fotoğrafları bir gazetede yan yana koyma cesareti gösterebiliyorsa, ülkenin ilericilerinin ve cumhuriyetçilerinin tüm ideolojik saldırılara karşı öncelikle sınıfsal tercihlerini gözden geçirmeleri gerekiyor.

Abone olmak için tıkla

Comments are closed.

0 %