Gündem

AKP’nin Avrupa Birliği ile İmtihansız Dansı

Aysel Tekerek

Uzunca bir süredir, “Eyy Avrupa, Eyy Merkel!” cümleleri ile başlayıp, sonunun nasıl devam ettiğini bizim de unuttuğumuz Cumhurbaşkanının çıkışlarını saymaz isek, Avrupa Birliği (AB) tartışmaları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Selahattin Demirtaş kararı ile yeniden alevlendi diyebiliriz.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, AKP’nin doğrudan “terörist” ilan ettiği Selahattin Demirtaş’ın başvurusunu kabul ederek, ifade özgürlüğünün kısıtlandığına, güvenlik ve özgürlük hakkının ihlal edildiğine, serbest seçim hakkının ihlal edildiğine karar vererek, serbest bırakılması gerektiğine hükmetti. Demirtaş’ın avukatları tahliye talebinde bulunmalarına rağmen bu yazının yazıldığı sırada ve kararın üzerinden uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen Demirtaş halen tahliye edilmedi. Tahliye edilmeme gerekçesini, ilgili mahkemelerden değil, AKP kurmaylarından öğrenmiş olmak, artık şaşırtıcı değil. Kararın siyasi bir karar olduğunu ve AİHM’in tarafsız olmadığını belirten AKP kurmayları ve doğrudan Cumhurbaşkanı, yine şaşırtıcı olmayan bir şekilde mahkemeye talimat veren açıklamalar yapmış oldular.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bağının tanımlı bir işleyişe kavuşmasındaki sürecin hızlanmasında belirleyici olan konulardan biriydi Kürt Sorunu.  Adı daha çok demokratikleşme olarak konmuştu. Gelinen aşamada ise Demirtaş kararında olduğu gibi, AB sürecinde Kürt sorununun bir belirleyen olmaktan çıkması, ülke içi gündem ile sınırlanmış olması ise tarihin cilvesi olsa gerek.

Demirtaş’ın tahliye edilmemesi halinde, Türkiye’nin AB hukukunun dışına çıkacağı tezi, AB ile Türkiye arasındaki ilişkinin ilke ile, hukukla karşılıklı bir ortak bir strateji ile ilerlediğini veri alıyor ise, hemen belirtelim ki gerek AB’nin kendi geleceği, gerekse de AB’nin Türkiye ile, Türkiye’nin AB ile bağını belirleyen ana etkenlerden uzaklaşmak anlamına gelecektir.

AKP, Türkiye adına AB Anayasasını imzalayan bir parti olarak, kendinden önceki iktidarlardan devraldığı AB sürecini, hiçbir zaman bir kenara bırakmış bir parti değil. Emperyalizmin ihtiyaçları ve sermaye sınıfının yönelimleri AB defterini kapatmaktan değil, bu eksen etrafında dolaşmaktan geçiyor hâlâ. Türkiye’de son zamanlarda yapılan eksen değişikliği tartışmalarında da pratik olarak AKP’nin attığı önemli adımların ABD-AB çizgisi ile uyumlu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Rusya ve Çin tartışmalarında da görüleceği gibi AKP’nin ABD’ye nihai olarak biat etmesi ve AB ile birlik düzlemini önemsemelerini söylemelerinde belirleyici olan artık bir demokratikleşme değil, AB ile yapılan ekonomik işbirliklerinin geleceğidir.

Dikkat edilirse, Türkiye için 2000’li yıllardaki gibi baskın bir AB’ye üye olma gündemi yoktur.  Aradan geçen yirmi yılda AB ile Türkiye arasında yapılan Serbest Ticaret Anlaşmaları, protokoller, özelleştirmelerin seri halde tamamlanması AB ile Türkiye arasında ekonomik uyum konusunda bir sorunun olmadığını göstermektedir.  Hemen belirtelim ki, bugün AB’nin aday ülkelere bir demokrasi çıtası sunması konusunda özel bir mecali de kalmamıştır. Almanya’nın bel kemiğini oluşturduğu AB, birlikten çıkan ülkelere rağmen varlığını devam ettirirken, kendi geleceğini halen bu ekonomik işbirlikleri ile anlamlandırabilmektedir.

Başa dönelim.

Selahattin Demirtaş’ın herhangi bir AİHM kararına dahi gerek olmadan evrensel hukuk kuralları gereği çoktan serbest bırakılması gerekirken, AİHM kararı ile bu hukuksuzluk sadece tescillenmiştir. Kararda açıkça sadece yargının hukuksuz uygulaması söz konusu değildir, siyasi iktidara da çubuk bükülmesinden gocunan bir yargı ya da iktidar da karşımızda yoktur. Çünkü bir bütün olarak AB, tabiri-i caizse hem nalına hem mıhına vuran bir ilişki biçimi geliştirmiştir. Hal böyle olunca AKP’de hem nalına hem mıhına vurmaktadır.

Örnek mi?

Avrupa Komisyonu, 2020 raporunu okumak yeterlidir. En kısa özetle raporda, temel özgürlükler, yargı bağımsızlığı, demokratik standartların gerilediği, kayyım atamalarının seçimleri sorgulatması, sivil toplum üzerindeki baskıların hukuksuzluğu, yolsuzlukla mücadelede hazırlıksız olunduğu ve daha birçok başlıkta gerileme kaydedildiği yazılmaktadır. Raporun ekonomik kriterler bölümündeki cümleyi aynen alıntılarsak şu yazmaktadır:

Türkiye ekonomisi ileri düzeydedir fakat rapor döneminde ilerleme kaydedilmemiştir ve ülkenin piyasa ekonomisinin işleyişine ilişkin ciddi endişeler devam etmektedir. Ekonomi, 2018 yazında para biriminde yaşanan ciddi değer kaybı ve sonrasındaki durgunluğun ardından, genişletici politikalar ve net ihracatın güçlü katkısı sayesinde beklenenden daha hızlı bir şekilde toparlanmıştır.”

AB komisyonu aynı raporda, üyelik yükümlülüklerini üstlenebilme yeteneği adı ile bir ara başlığa yer vererek buradaki yükümlülükleri tamamen ekonomik kriterlere bağlamıştır. Bu bölümde ise Türkiye’nin AB müktesebatına sınırlı da olsa uyum sağlamaya devam ettiğini, “Türkiye; şirketler hukuku, trans-Avrupa ağları, bilim ve araştırma alanlarında çok ileri düzeydedir; ayrıca malların serbest dolaşımı, fikri mülkiyet hukuku, mali hizmetler ile işletme ve sanayi politikası gibi bir dizi alanda da iyi düzeyde hazırlıklıdır.”  diyebilmektedir.

Bu raporun benzeri, 2019 ve daha önceki yıllarda da yazılmıştır. Her raporun girişinde ise aynı cümle bizleri karşılamaktadır. “Türkiye AB için hâlâ kilit bir ortaktır.”

Kritik ortaklık AKP için de geçerlidir. 18 yıllık iktidarını sermaye sınıfına ve emperyalizme rağmen sürdüren bir AKP değil, tam da bunların onayı ve desteği ile sürdüren bir AKP’nin AB’ye sırtını dönmesi düşünülemez. Demirtaş’ın bırakın tahliyesi, HDP’nin kapatılmasının dahi konuşulduğu siyasi tabloda AB korkusuna gerek duymayan AKP, sömürüyü derinleştirmenin garantisi ve rahatlığı ile ilerlemektedir. AB’nin yönü de budur. Adaylık sürecinden beklediği de budur. Demokratik standartlar başlığı söylendiği gibi kırmızı çizgi değildir. Kritik ortaklık, yargının bağımsız olmadığının söylendiği, temel ve hak ve hürriyetlerin çiğnendiği, rejimin özgürlükleri kısıtladığının yer verildiği raporların başına dahi yazılıyorsa, kritik ortaklığın ortaklığı sömürüden, kritikliği ise halen ülkemizin arka bahçe olma konumundan ileri gelmektedir.

Geçtiğimiz ay, Almanya Dışişleri Bakanı ile Türkiye Dışişleri Bakanının Türkiye’de yaptığı ortak basın toplantısında karşılıklı nazik sözler ve temenniler bölümü geçildikten sonra, gazetecilerin soruları alınmış, bir gazeteci, Alman vatandaşı bir Türk’ün Türkiye’de gözaltına alınmasının gündeme gelip gelmediğini sormuş, ikinci sorusu da aşı noktasında olurken, Alman Bakan, gazetecinin sözünü keserek, Türkiye iç siyasetine dair soruları yanıtlamama kararı aldığı cevabını vermişti. Tam o esnada Mevlüt Çavuşoğlu’nun Alman Bakan’a içten bir gülümseme ile baktığı gözden kaçmadı.

Yukarıda da değindiğimiz gibi, AB’nin omurgasını oluşturan Almanya’nın tıpkı bu basın toplantısındaki yaklaşımında olduğu gibi, AB’nin ülke içi gündemlere daha farklı bir düzlemde yaklaştığı sır değil.

AKP’nin gerileme dönemine girdiği, başta işsizlik, yoksulluk, pandemi, gericilik ve Başkanlık Rejimi gibi alanlarda toplumsal meşruiyetini giderek kaybettiği bir dönemde kilit ortaklığın şu anki partneri AKP’nin, önünde kalan yılları nasıl değerlendireceği AB açısından ülke içi bir meseleye indirgenmeyecek öneme sahip. AKP’nin de AB ile olan bu imtihansız dansında, ritmi tutturması gereken tarafın AKP olacağı, AB’nin yalnızca bu ritmi veri alacağını söyleyebiliriz.

Kuru ekmek yiyenler müziği durdurana kadar tabi.

Comments are closed.

0 %