Gündem

8 Martlar kimindir?

Umut Kuruç

Emekçi kadınların mücadelesini taçlandırdığı 8 Mart’ı geride bıraktık. Birçok kadın örgütü etkinlikler, mitingler, gece yürüyüşleri düzenledi. Değerlidir elbette. Ancak, uzunca bir süredir bağlamından tamamen koparılmış, mücadele perspektifi kaymış bir takvim günü haline getirilen Dünya Emekçi Kadınlar Günü bugün belki çok daha fazla tarihsel çizgisine oturtulmalı, kadın mücadelesi sınıfsal referanslarına dönmelidir.

Burada tarihsel bir referansla başlayalım, Aleksandra Kollontay “Kadın Sorununun Toplumsal Temeli” isimli kitabında şunları söylüyor: “’Birleşik’ bir kadın hareketinin, özellikle de sınıfsal çelişkiler üzerine kurulu bir toplumda, gerçekleşmesi mümkün müdür? Bu iki grup [proleterler ve burjuva kadınlar], her ne kadar ‘kadınlara özgürlük’ ortak sloganından yola çıksalar da, amaçları, çıkarları ve savaşım yöntemleri bakımından birbirlerinden tümüyle ayrılmaktadırlar. […] Siyasal haklar, seçim sandıkları ve parlamentoda bir sandalye… İşte burjuva kadın hareketinin ulaşmak istediği tek hedef budur gerçekten! Ama kapitalist sömürü düzeninin korunduğu bir bağlamda salt siyasal eşitlik, çalışan kadınları sefaletten, onları hem bir kadın, hem bir insan olarak baskı altında tutan bu cehennem yaşamından kurtarabilecek midir?”[1]

Erkeklik, erkek egemenlik ya da ataerki/patriarka… Mücadeleyi bu karşıtlık üzerinden kuranların ve belki bugün kadın hareketi söz konusu olduğunda sesi en çok çıkanların savı kabaca ataerkinin hem iktidarı, hem de toplumsal ilişkileri belirlediği ve aslında sınıflar üstü ve bütün insanlık tarihi boyunca da var olduğudur.  Buna göre ataerki tarih ve toplumlar üstüdür, erkeğin ve dolayısıyla kadının doğasından kaynaklanır ve ancak bütün kadınların, sınıfsallıklarından ve din, dil, etnisite gibi aidiyetlerinden bağımsız olarak, aynı safta bu ataerkiye-erkekliğe karşı mücadelesiyle alt edilebilir. Bu yaklaşıma göre ataerki bir sistemdir ve hatta kapitalizmi de toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında belirler. O zaman bunu yendiğimiz zaman kapitalizm de “iyileşecektir”.

Oysa şu tarihsel bir gerçektir: kadın-erkek, insanın temel, değişmez bir doğası yoktur. Toplumsal, kültürel, tarihsel koşullar erkeklerin ve kadınların davranışını, ilişkilerini belirler. Toplumsal ilişkiler de esas olarak egemen üretim ilişkileri tarafından belirlenir. “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kılar. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikri ifadesinden, düşünceler halinde kavranan egemen maddi ilişkilerden, yani o bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir; yani, onun egemenliğinin düşünceleridir. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeylerin yanı sıra bilince de sahiptirler; dolayısıyla da düşünürler. Bu nedenle, onlar bir sınıf olarak egemen durumda bulundukları ve tarihsel bir dönemin tüm kapsamını belirledikleri ölçüde, açıktır ki bunu her alanda yaparlar. Yani, başka şeylerin yanı sıra düşünürler olarak, düşünce üreticileri olarak da onlar egemen olurlar, kendi çağlarının düşünce üretimini ve bu düşüncelerin yayılmasını düzenlerler. Yani açıktır ki, onların düşünceleri, dönemin egemen düşünceleridir.”[2]

İnsan, kadın ya da erkek, tarih dışı, koşulların ötesinde ve dışında salt biyolojik ve psikolojik varlıklar değildir. Böylesi bir tarif gerici zihniyetin kadını bedene indirgemesiyle benzer metafizik bir noktaya tekabül etme tehlikesi taşır. Bu yaklaşım aynı zamanda, tarihsel ve toplumsal ilerlemeyi ve dolayısıyla insanlığın bir bütün olarak, siyasi, ekonomik, kültürel ve ideolojik olarak ileri sıçramasının koşullarını en baştan sınırlar, engeller. Ve böylesi bir perspektif, geri olan yaşam ve var oluş biçimlerini meşrulaştırırken, kadının kurtuluşunun koşullarını da silikleştirir.

“Erkeklerden alacaklıyız!” ifadesiyle sloganlaştırılan ve mücadeleyi erkek karşıtlığı üzerinden kuran perspektife göre sömürünün her türlüsünün kaynağı erkektir… Sermayeden ve devletten de talep edilen şeyler vardır ama yaşlı ve çocuk bakımı, temizlik, yemek gibi ev içi işlerden çıkarı olan erkeklerdir. Dolayısıyla esas olarak bu emeğin karşılığının erkeklerden tahsil edilmesi gerekir. Çünkü bu anlayışa göre bütün ev içi emek sadece erkeklerin çıkarına hizmet ederken, bu emeğe onlar tarafından el konur, tüketilir. Yani buna göre kadınlar istihdamda iseler sermaye tarafından sömürülürken bir yandan da evde kadınlık ve annelik üzerinden erkekler tarafından sömürülürler. Yani iki ayrı sistem iki ayrı alanda kadınları sömürür. Ancak, sermayenin de sömürü ilişkilerini –en hafifiyle karşılıklı olarak– belirleyen ataerkil sistemdir…

Bu yaklaşım kapitalizmin işleyişini parçalanmış süreçler olarak ele alır ve “kadınlar arasındaki farklılıkları eritmeden bir feminist politika yaratmayı” başlı başına bir mücadele stratejisi olarak benimser.

Oysa kapitalizm, salt ekonomik bir sistemden ibaret değildir. Bütün siyasi, iktisadi, toplumsal kurumları ve ideolojisiyle bütünlüklü bir düzendir. Bütün tarihsel gelişim süreci içerisinde dinci gerici, ataerkil/cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi vb. ideolojileri kendi bünyesinde bir biçimde yeniden üreterek sürdürür. Bu ideolojileri özellikle üretim ve birikim rejiminin yeniden yapılandırıldığı süreçlerde ve kriz dönemlerinde yeniden üretir. Burada belirleyici olan kapitalizmin bütün kurumlarıyla bütünlüklü işleyişidir ve temelinde emek-sermaye çelişkisi ile sömürü ilişkileri vardır. Cinsiyetçilik, ataerki gibi ideolojiler bu belirleyicilik içerisinde yeniden üretilir. İnsanlar arasındaki ilişkiler de bu işleyişin parçasıdır; içerisinde yaşadığımız kapitalist sistemin ideolojik, siyasi ve ekonomik bütünlüğünden azade değildir. Sömürü, baskı ve gerici kuşatma ataerki ve/veya erkeklik durumuyla değil, sermaye düzeninin ihtiyaçları, toplumsal, ekonomik ve siyasi işleyişi ve ideolojik yeniden üretimiyle ilgilidir.

Toplumsal ilişkileri ve yapıyı belirleyen üretim ilişkileri bir bütündür. Yani üretim ve ev içi emekle somutlanan yeniden üretim, birbirini tamamlayan ve sermaye düzeninin devamını sağlayan bütünlüklü bir işleyişe sahiptir. Sermaye için bir yandan kadının doğurganlığıyla yeni emekçi-işçi kuşaklar hazır edilir, öte yandan onu günlük olarak üretime hazırlayacak ev içi işlerle emek gücünün sürekliliği sağlanır. Kapitalizmde aile tam da bu nedenle işlevlidir.  Böylece yaşlı ve çocuk bakımı, çamaşır, yemek gibi işler sermayenin maliyet kalemlerinden düşer. Kadının aileyle kuşatılması ideolojik olarak kritiktir. Gerici kuşatmanın önemi de buradadır.

Ülkemizde sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kadın emeği esnek, güvencesiz ve kayıt dışı istihdamın temelini oluşturuyor. Kriz dönemlerinde ilk işten çıkarılanlar kadınlar olsa da, ucuz emek ihtiyacı söz konusu olduğunda sermayenin başvurduğu düşük maliyet kalemi kadın emeği oluyor. Bu süreç feminizmin özel alan-kamusal alan üzerine oturttuğu ataerkinin belirleyiciliğini de ortadan kaldırıyor. Tam da bu yüzden AKP iktidarı bir yandan kadın emeğini en ilkel koşullarda sömürmenin yollarını yapmaya çalışırken, bir yandan da dinci gerici ideolojik kuşatmayla kapitalizmin en temel birimi olan aileyi kadın üzerinden tahkim etmeye çalışıyor.

Sömürüyü var eden bu ilişkiler bütünüyle birlikte süren işbölümü kadın üzerindeki tahakkümü var ederken bir dizi ideolojik müdahale ile de perdelenmektedir. Oysa bugünkü mülkiyet ilişkilerini yeniden ve yeniden üreten kapitalizm yıkılmadıkça, sınıfsız bir toplumun zemini kurulmadıkça, kadının kurtuluşunun da zemini kurulamayacaktır.

Peki, kadınlar bu zemin kurulmadan hiç mi kazanım elde etmeyecektir? Elbette, insanlığın kazanımlarıyla sonuçlanmış olan devrimci süreçler ve işçi sınıfı mücadelesinin mevzilerini genişlettiği kesitlerde kadınlar önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Ancak, bu kazanımlar gerçek bir kurtuluşun zemini olamamıştır.

Örneğin, sosyalizmin bir güç olarak varlığını sürdürdüğü, işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlar elde ettiği dönemler, kapitalist ülkelerde de sosyal devlet pratiğinin hayata geçtiği dönemlerdir. Bugün ev içerisinde kadınların omuzlarına yüklenen çocuk ve yaşlı bakımı, sağlık hizmetleri, eğitim gibi başlıklar kamu tarafından ücretsiz veya çok düşük ücretlerle karşılanmıştır.

Sınıf mücadelelerinin zayıfladığı, sermayenin özüne döndüğü, kriz dönemlerinin sıklaştığı, dünyada solun sınıf mücadelesini kimliklerle ikame ettiği günümüzde bütün bu kazanımlar büyük bir hızla kaybedilmiştir. Bu hakları geri almanın yolu, kapitalizmi iyileştirmeye çalışmaktan, bu düzen içerisinde “çözümler” aramaktan değil, mücadelenin hedefini doğru belirlemekten geçer. Ataerkil formların ortadan kalkmasının koşulu ancak bir toplumsal kurtuluş mücadelesiyle mümkündür.

Sermaye düzenini hedef almayan, sınıfların üzerini örten, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet odaklı, günlük, tekil ve özel alan merkezli yürütülecek hiçbir mücadele kadınların kurtuluşunun zeminini kuramaz. Üretim ilişkileri ile birlikte, toplumsal ilişkilerin, ideolojik-kültürel referansların başka bir zeminde kurulduğu bir toplumsal ve siyasal yapı kadının üzerindeki tahakkümün ortadan kalkmasının da ön koşuludur.

“Kadın sorunu” olarak kodladığı soruya feminizmin çözüm arayışı parçalıdır.  Bütünlüklü bir toplumsal projeye değil, o bütünlükten soyutlanmış bir sorunun çözümü için cevaplar üretir. Dolayısıyla, temelde bütünlüklü bir toplumsal kurtuluş arayışı yoktur. Oysa mesele “sorun çözümü” değil, bu sorunu var eden koşulların nasıl ortadan kaldırılacağıdır. İnsanlığın ve onunla birebir bağlantılı olan kadının kurtuluşu için bugün içinde yaşadığımız düzenin ortadan kaldırılacağı ve bambaşka bütünlüklü bir ekonomik, siyasi, toplumsal ve ideolojik zeminin kuruluşudur meselemiz. Burada da söz konusu düzenden en fazla zarar görenler olarak, kadınların bu düzeni değiştirmek üzere mücadelenin en önemli bileşeni olduklarını bir kez daha vurgulamak gerekiyor.

Buradan, 8 Mart’ın sınıfsal olduğunu bir kez daha tespit etmek gerekir. Tarihsel birikimimiz ve bu tarihi var eden sosyalist ve işçi kadınların mücadeleleri bunu açıkça ortaya koymaktadır. Burada, bir algıyı düzetmek gerekiyor: 1917 yılına kadar farklı tarihlerde anılan, kutlanan Kadınlar Günü’nü takvimlerde 8 Mart olarak sabitleyen 1917’nin Miladi takvime göre 8 Mart’ında Petrograd’da, “ekmek ve barış” talebiyle fabrikalardan çıkarak sokaklara dökülen kadın işçilerdir, ev kadınlarıdır. 4 gün sonra gerçekleşen Şubat Devrimi’ni Büyük Ekim Devrimi takip eder. Böylece 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak takvimlerdeki yerini alır. Elbette arkasında yüz yılı aşkın bir mücadele birikimiyle birlikte…

Kapitalizme karşı düzen değişikliği için mücadele eden sosyalistlerin ve işçi sınıfının bize bıraktığı bu miras, 8 Mart’ın güçlü ve gerçek bir birikime, sağlam bir iradeye dayandığını gösteriyor. Bu yüzden, bugün bağlamından kopartılarak “kutlanan”, sermayenin liberal ve gerici ideolojik salgılarına ve manipülasyonuna açık hale gelmiş olan Dünya Emekçi Kadınlar günü emekçi sınıflarındır ve geri alınmalıdır!

[1] Aktaran: Akal, E. (2011), Kızıl Feministler, İletişim Yayıncılık, s. 64-65

[2] Marx, K., Engels F. (2013), Alman İdeolojisi, Çev. Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, s.51-52

Comments are closed.

0 %